Türkiye’deki sivilleşme çabalarına ve yeni anayasa taleplerine rağmen, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ve ordu komutanlarından yapılan her açıklama hâlâ basında ve politik arenada heyecan uyandırmaktadır. Bu durum, ülkede örtülü olarak askeri vesayet rejiminin hüküm sürdüğü eleştirilerine dikkat çekmektedir. TSK içinden güç alan Ergenekon gibi darbeci eğilimler, Ergenekon Terör Örgütü soruşturması örneğinde olduğu gibi gözden düşse bile, TSK paşalarının kimlik siyasetine ve sivil otoriteye yönelik görüş ve telkinleri, ülkenin en önemli gündemi olmaya devam etmektedir. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un 14 Nisan 2009 tarihinde Kara Kuvvetleri Harp Okulu’nda yaptığı iki saate varan konuşması da gündeme oturan konuşmalardan biri olmuştur.
TSK çoğu zaman, paşaların öncülüğünde gerçekleşen ve 1980 darbesi sonucu oluşturulan 1982 Anayasası’ndaki hukuka aykırı bazı maddeleri gerekçe göstererek, kendini sivil siyasetin ortağı, hatta hâmisi konumunda algılamaktadır. Aslında bu algı, TSK mensuplarından daha çok, varlığını darbe dönemlerinde işbirlikçilik yaparak sürdüren veya yeniden inşa eden üst yargı kurumları, güçlü sermaye kesimleri, güdümlü STK’lar ve kartel medyası tarafından da abartılmaktadır. Cumhuriyet ve demokrasi iddialarına rağmen Türkiye Cumhuriyeti’ndeki ete kemiğe bürünmüş olan yarı vesayet rejimi, aslında 1923 Martında I. Meclis’e yapılan darbeden bu yana hep devam edegelmiştir.
Türk Ulus Devleti, Batılı bir ulus toplum yaratmak için kurulmuştu. Batılı devrimler de bu amaç için yapılmıştı. Batıcılar için pazarı, tüketim ve yaşam alışkanlıklarını standartlaştıracak olan ve yukarıdan aşağıya dayatılan bu proje, form olarak tutmuş ve Batı dışı toplumlar bu formla biçimlendirilmeye çalışılmıştı. I. ve II. Dünya savaşlarından veya “paylaşım savaşları”ndan sonra tıkanan liberal kutup, devlet kapitalizmini deneyen Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin 1991’de çökmesiyle daha çok neo-liberalizme ve postmodernizme tutunan küreselleşme akımını yaygınlaştırmıştı. Paranın ve yeni değerlerin akışkanlığına imkân sağlayan küreselleşme, ulus devletleri içeride demokratikleşmeye, dışarıda da uluslararası hukuk normlarına ayak uydurmaya davet ediyordu. Bu Batı’nın ilerlemeci tarih anlayışının getirdiği yükümlülüktü.
Küresel kapitalizmin kalkınma modeli, Batı’nın yeni konseptini okuyup ayak uydurmak isteyenler için de yeni konsept karşısında ulusalcılık söylemiyle ayak diretenler için de biricikti. Batı artık bir coğrafyanın adı değil, dünyevileşmeyi kutsayan küresel bir ekonomik yaşam ve laik ilişki biçimiydi.
Küresel kapitalizmin imparatorluk gemisi ABD idi. Türkiye gibi Gelişmiş 20’ler arasına girebilen bir sistem için İmparatorun istikametine ayak uydurmak, faşist yöntemlere öykünen ulusalcı açılımlarla mümkün gözükmüyordu. Ama geldiği gelenek itibariyle Müslümanlarla irtibatlı muhafazakâr Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimine yeni konsepte ayak uydurma inisiyatifi de hepten bırakılmamalıydı.
Pozitivizmi rehber edinen modernizmden veya Kemalizm’den, diğer kimliklere sınırlı da olsa hoşgörü ile yaklaşan postmodernizme veya Kemalizm’in restorasyonuna geçiş sağlamak kolay olmuyordu. Klasik Kemalist öğretinin sayfalarına sığmayan kimliklere nasıl tahammül edilecekti? Hele 86 yıldır baskı altında tutulan, tahrif edilmeye çalışılan, ama tasfiye edilemeyen İslami kimliğe, bireysel planda da veya ikincil kültürel kimlik şeklinde de olsa nasıl tahammül edilecekti? SSCB’nin çöküşünden sonra bu imkân komünistlere tanınmıştı. Küreselleşmenin getirdiği gerekliliklere göre şimdi Müslümanlarla birlikte, Kürtlere, Alevilere ve diğerlerine de alt kimlik imkânı verilmeliydi. Bu küreselleşen gereklilik, sistemin vatandaşları üzerindeki tek tipçi kontrol biçimini, yumuşatarak yeniden şekillendirmeyi gerekli kılıyordu. Ama yeni konsepte göre ayarlanacak olan yumuşak kontrol mekanizmasının, TSK’nın ağırlığı olmadan onay alamayacağı da AKP’ye hissettirilmeliydi.
Küresel ilişkiler ağının gereklilikleri açısından yarı vesayet rejiminin aktörlerine iş düşüyordu. Zaten son olarak Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un belirttiği gibi “Toplumların dönüşümünde, modernleşmede asker daima öncü” olmamış mıydı?
Ve İlker Başbuğ, Kara Kuvvetleri Harp Okulu’nda muvazzaf ve emekli komutanlar ile iki yüze yakın çağrılı basın mensubunun karşısında yıllık değerlendirme konuşması gerçekleştirdi. Siyasi otoritenin emrinde olması gereken bir bürokrat, geçtiğimiz Nisan ayında ülkedeki kimlik siyaseti, Kemalizm’in yeni okunuşu, demokrasi ve laiklik, Kürt sorunu, devletin 21. yüzyılda dayanacağı esaslar konularında sisteme yol gösterici açıklamalarda bulundu. Başbuğ’un akademik olmaya çalışan konuşması, 9 TV kanalı tarafından canlı olarak Türkiye kamuoyuna taşındı.
Orgeneral Başbuğ’un, parmak sallamadan ve azarlamadan yaptığı konuşması hükümete ve parlamentoya laiklik kadar, demokrasi konusunda da yol göstericiydi. Siyasete yol gösterme tutkusundan vazgeçemeyen bu askeri konuşma, yine de yumuşak bir açılım olarak değerlendirildi.
İlk başlarda içinde yaşayan Anasır-ı İslam ile değerlendirilen Misak-ı Milli, daha sonra bu Müslüman halklardan Türki veya Türko unsurları esas alarak bir ulus yaratma sevdası ile Mustafa Kemal’den bu yana hep Türk kimliği ile değerlendirilmişti. Türklüğün etnik ve kültürel temelleri sürekli tartışıldı ve kurgulandı; ama Türklük dışında belirleyici, ortak veya bileşen olarak hiçbir kimlik kabul edilmedi. Mustafa Kemal’den bu yana ordu komutanları bu geleneğe hep uydu. Ancak “21. yüzyılda ulus-devlet yapısı hangi temel esasa dayanmalıdır?” diye soran Genelkurmay Başkanı Başbuğ, son konuşmasında ilk defa bir ordu komutanı olarak “üst kimlik, alt/ikincil kimlik” tartışmasına değindi.
Ayrıca aynı konuşmada Atatürk ideolojisi konusundaki vurgular da dikkat çekiciydi. Komutanlar eğitim süreçlerindeki şartlandırma nedeniyle Kemalizm’i temel ölçü almaktan kurtulamıyorlar. Başbuğ da muhataplarını “Atatürk’ün entelektüel düşünce yapısına nelerin etki ettiğini” incelemeye çağırırken, onun “akla ve bilime”, yani rasyonalizme ve pozitivizme dayanan bir “dünya görüşü” kurduğuna işaret ederken, araştırmacılara adeta at gözlüğü sundu.
TSK komutanları arasında Ergenekon soruşturmasıyla açığa çıkan ve Kemalizm’i statükoya ya da çağdaş gelişmelere göre farklı tanımlayan eğilimler dikkat çekmektedir. Adı Ergenekon soruşturmasına karışan Hüseyin Kıvrıkoğlu, Şener Eruygur, Hurşit Tolon ve Aytaç Yalman paşaların Altı Ok’ta somutlanan ve devletçilikle milliyetçiliği ideolojiye dönüştüren “Atatürk İlkeleri” vurgusu yerine, Hilmi Özkök, Genelkurmay Başkanlığı yaptığı 2002-2006 yıllarının ortalarından itibaren ilk defa dillendirdiği “Atatürkçü Düşünce Sistemi” vurgusunu öne geçirmişti. Yaşar Büyükanıt’tan sonra İlker Başbuğ da bu vurguyu devam ettirdi. Başbuğ’un son yaptığı konuşmaya göre, “Atatürkçü Düşünce Sistemi, ne yapılmasını anlatan bir ideoloji değildir. Akla ve bilime dayanarak nasıl karar verileceğini gösteren bir dünya görüşüdür.”
Başbuğ, Atatürk’ün düşüncelerini mutlaklaştırmaktan vazgeçmiyor; ama onu 21. yüzyıla göre “Düşünce Sistemi” olarak restore etmeyi deniyor. Başbuğ, Kemalizm’i düşünce sistemi olarak sunarak, muhtemelen devletçiliğin ve içinde darbe ve totaliter niyetler taşıyan ulusalcılığın tarih dışılığından sıyrılmaya çalışıyor. Zaten konuşmasının içinde liberalizmi savunan ilginç tespitleri yer alıyor. Bu tutumuyla birlikte askere “otonomi” isteyen, küresel sistemle uyumlu bir demokratik biçimlendirmeyi öneriyor. Ama Kemalizm’in yıpranan ve tarih dışı kalan unsurlarının yerine geçirilmeye çalışılan “düşünce sistemi”nin ne anlama geldiği, içeriğinin veya “dünya görüşü” ile farkının ne olduğu gibi konularda büyük bir muğlaklık devam ediyor. Bu muğlaklığın cevabını ölmüş olan Mustafa Kemal değil, onun adına inisiyatif kullanan küresel kapitalizmin gereklerini gören veya ona direnen militer güçler gidermeye çalışıyor ve bu da bize Atatürk’ün düşünceleri diye servis ediliyor.
“Ali’nin külahını Veli’ye” dedirten tam bir hokkabazlık oyunu bu. Çocuklarımızın dimağı, zorunlu eğitim sürecinde muhtevası üzerinde konjonktürden konjonktüre oynanan bu illistirasyon oyunuyla hipnotize edilmeye çalışılıyor. Kemalizm, darbeci veya otonomi taraftarı kurmay subayların elinde otoritelerini devam ettirmeye yönelik tam bir demagojik meşrutiyet aracı olmaya devam ediyor.
Üst Kimlik: Türk Vatandaşı
Başbuğ konuşmasında, resmi ideolojinin kavramları üzerinde meydana gelen kargaşaya açıklık getirme niyetini belirtiyor ve “etnik çatışma, asimilasyon, entegrasyon, millet, ulus-devlet, kültürel kimlikler ve kültürel özgürlükler” kavramlarını yeniden tanımlamaya çalışıyor. Türk milleti kavramının etnik bir aidiyeti değil, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile itaat eden insanların ortak/üst kimliğini ifade ettiğini belirtiyor.
Bu konuda Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran, Türkiye halkına, Türk milleti denir.” tanımından yararlanıyor ve ABD Başkanı Obama’nın TBMM’de yaptığı konuşmayı referans gösteriyor:
“Biz aynı zamanda farklı kökenlerden, ırklardan ve dinlerden gelen, ancak ortak idealler etrafında birleşen bir milletiz… Amerika Birleşik Devletleri'nin en güçlü yanlarından biri, bizim son derece büyük bir Hıristiyan nüfusa sahip olmamıza rağmen, kendimizi bir Hıristiyan, bir Yahudi, bir Müslüman ulus olarak görmememizdir. Biz kendimizi idealler ve değerlerin birbirine bağladığı vatandaşların oluşturduğu bir ulus olarak görüyoruz. Zannederim, modern Türkiye de benzer birtakım prensipler üzerine kuruldu.”
Başbuğ, ulus-devletin ne olduğunu ve bugün için de geçerliliğini koruduğunu anlamayanlara veya anlamak istemeyenlere ABD Başkanı’nın bu sözlerinin iyi bir cevap olduğunu belirtiyor ve Obama’yla paralelleşen bir tanımlamayla “Türk” kavramını şu cümleyle özetliyor:
“Vatandaşlık esasına dayalı milliyetçilik, ırk ve din farkı gözetmeksizin, ortak kimlik/üst kimlik etrafında her vatandaşı ‘Türk’ saymaktır, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı saymaktır.”
Başbuğ’un konuşmasında geçen “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” ve “Türkiye halkı” ifadeleri, T.C. Anayasası’nın küreselleşme ve AB süreçlerine göre yeniden biçimlendirilmesini isteyenler tarafından, etnik kavim bağını aşan ve topraksal/teritoryal bir temelde ulusu yeni bileşenlerle yeniden üretmek isteyen “Türkiyeli”lik terimi çerçevesinde anlaşıldı. Yeni ve demokratik anayasa beklentilerinin yükseldiği bir dönemde Türkiye halkı ve vatandaşlık esasına dayanan milliyetçilik vurgusunu, TV ekranlarında ve gazete yazılarında Türk etnik dayatmasından vazgeçen yeni bir ulusçuluk adımı olarak algılayanlar oldu. Ama Başbuğ’un bu algı yanılgısına cevap gecikmedi. İlk demecinden üç gün sonra TSK web sitesine Atatürk’ün el yazısı ile yazdığı “Türkiye halkı” teriminin fotoğrafı konuldu ve buradan “Türkiyelilik” gibi tanımlara ulaşılamayacağı bildirildi.
Aslında Başbuğ da ulus anlamına gelen “Türk milleti” tanımının, kavramsal olarak etnik ve dini temellere dayanmadığını ifade ediyordu. Peki, düzeltme niçin yapılmıştı? Dinî ve ırkî aidiyet belirtmeyen Türkiye halkından oluşan “Türk” milleti ile aynı amaçla kullanılan “Türkiye milleti” arasında ne fark vardı?
Herhalde öncelikle Atatürk’ün otoritesini koruma gibi bir kaygı vardı. O bir kere “Türkiye halkına, Türk milleti denir.” demişti ve bu da el yazısıyla tepit edilmişti. O zaman bu kullanım bir “ikon” gibi korunmalıydı.
İkincisi, Başbuğ’un ulus tanımında kullandığı aynı içeriği 2004 Kasımında Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Danışma Kurulu, “Türkiyelilik” ve “Türkiye milleti” kavramlarıyla ifade ettiğinde, bölücülük suçlamasıyla kendilerini yargı önünde bulmuşlardı. Oysa bu kullanım etnik boyutu hatırlatan Türk ifadesinden arındırıldığı için maksada daha uygundu ve etnik kökenli kimlik sorunlarını çözmeye yönelikti. Ama dönemin Cumhurbaşkanı Sezer, üst kimliği “Türk ulus kavramı”nın ifade ettiğini söylemişti. Devrin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök de kavramı Atatürk’ün kullandığı kelimelere Başbuğ’un yüklediği anlam ile açıklamıştı. CHP Genel Başkanı ise o dönemde de “Türkiye’de kimlik meselesi diye bir mesele olmadığı” ifadesiyle üç maymunu oynamaya devam etmişti.
Türk ifadesinin etnik veya kavmî özellik taşımadığı yaklaşımı, Türk kavramına aidiyet duyan diğer Türkçü ekoller tarafından onaylanmamaktadır. Kaldı ki eski Kara Kuvvetleri Komutanı Aytaç Yalman, 2007’de Fikret Bila’ya verdiği röportajda, “Kürt yok dedik, sorunu göremedik.” tespitinde bulunuyordu. Son 25 yılda Kürt-Türk çatışmalarında her iki taraf da milliyetçiliğini etnik temelde ele almış ve 40 bini aşkın insan öldürülmüştü.
Kürt ulusal hareketi de arşivlere dayanarak Kürtlerin Türkiye’nin kuruluşunda asıl unsurlardan olduğunu iddia etmektedir. Kaldı ki, Mustafa Kemal 23 Nisan 1920’de BMM açış konuşmasında Anasır-ı İslamiye’den ne anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek istiyordu: “Bu hudud-u milli dâhilinde tasavvur edilmesin ki, Anasır-ı İslamiye’den yalnız bir cins millet vardır. Çerkez vardır ve Anasır-ı Saire-i İslamiye vardır. İşte bu hudut, memzuç bir halde yaşayan bütün maksatlarını, bütün manasıyla tevhit etmiş olan kardeş milletlerin hudud-u millisidir. (Hepsi İslam’dır, kardeştir sesleri).” 1 Mayıs 1920’de BMM’deki konuşmasında ise “[Büyük Millet Meclisi’ni] teşkil eden zevat yalnız Türk değildir, yalnız Çerkez değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep Anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır.” (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, I. s.73) diyordu.
Başbuğ’un geniş katılımı gözeterek ve Obama’nın ifadelerini de referans göstererek yaptığı konuşmasından anladığımız o ki, sistemin sağlam gücünü oluşturan ordu, 21. yüzyıla yıpranarak giren Kemalist sistemin restorasyonu için daha katılımcı, laik ve demokratik bir ulus teorisinin önünü açmaktadır. Bu açılımda asıl olan dinî ve etnik bağın dışlanması, vatandaşlık bağının asıllaştırılmasıdır. Lakin 2004 yılında sivil siyasetin “Türkiyelilik” terimi ile gündeme getirmeye çalıştığı benzer muhtevadaki açılım susturulmuştu. Başbuğ’un gündeme getirdiği açılımın nasıl bir seyir izleyeceğini ise takip edip göreceğiz.
Tabii ki T.C.’nin kuruluş sürecinde Türk kavramının etnik kökenini araştırmak için Mustafa Kemal’in 1925 yılında kurdurduğu Türk Antropoloji Enstitüsü’nü unutmamak gerekli. Yine Atatürk’ün tüm ilköğretim ve lise sınıflarında duvarlarda zorunlu olarak asılı bulunan Gençliğe Hitabe’sini Türk evladını “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!” diye teşvik eden vurgular, ulusçuluğun ırksal boyutunu, farklı araştırma etütleriyle ve inişli çıkışlı ithal çeviri teorilerle beslemiştir. Ergenekon, Bozkurt, Turan efsaneleriyle oluşan Türk tarihinin Asyacı Turanî/ırkçı boyutu, cumhurbaşkanı forsunda bulunan ve 16 Türk devletini temsil eden yıldızlarla sembolleşmiştir. Türklük teorisinin ekseni, Atatürk’ün manevi kızı Afet İnan’ın Fransa’da antropoloji tahsilini ve akademik çalışmalarını tamamladığı 1930’lu yıllardan itibaren Hititler, Etiler, Etrüksler gibi Avrupalı sayılan kavimlerle kan ve kültür buluşması için yapılan keşiflere kaymıştır. Sözde bu keşiflere göre Avrupalılar da beyazların dört ana ırk unsurundan biri olan Alpen/Alpin’lerden gelen Turan kolu da beyaz ırktandır. Dolayısıyla Türkler beyaz ırktan olduğu için Avrupalı sayılmalıdır. Bunun yolu Türklerin delikosefal (uzun kafalı) değil, brakisefal (geniş kafalı) olduğunu ispatlayabilmektir. Bu hipotezi ispatlayabilmek için 1937 yılında ülkenin dört bir yanında M.Ö. dönemlere ait yapılan mezar kazılarından 64 bin kişinin kafatasına ulaşılmış ve ölçümlerde bulunulmuştur. Turanî kavimden sayılan Sümerlerin iskeletlerine ulaşılamadığı için, bulunan Sümer heykellerinin kafatasları ölçülmüştür. Ve sonunda Türklerin Anadolu toprakları üzerinde yaşayan beyaz ırkı ifade eden brakisefal kafalılar olduğu keşfedilmiş (!) ve Mustafa Kemal’in öncülüğünde “Türk Tarih Tezi” yazdırılmıştır. Bu tez dört cilt halinde, “Türk Tarihinin Ana Hatları” başlığı ile bastırılıp 1931-1941 yılları arasında liselerde okutulmuştur, daha sonra da resmi ideolojinin bu aşırı romantik ve hayali tezi tedavülden kaldırılmıştır. Cumhurbaşkanı Özal da AB’ye girebilmek için bu tezlerle Türklerin Avrupalı olduğunu iddia edebilmek için kendi adına Fransızca bir kitap yazdırmıştır. Türklerin sarı veya beyaz ırktan geldikleriyle ilgili tartışma sürerken, saf Türk ırkının Orta Asya kökenli olduğunu savunan ve Turanî tezleri terk etmeyen Türk Ocakları kapatılmıştır. Üçüncü “Türk milleti” tanımı ise, Oğuz ve Türkmen aşiretleri ile İslam idealizminin (Enel Hak anlayışının) veya “Tasavvufi İslam”ın bin yıl önce Anadolu toprakları içinde buluşturulup sentezleştirilmesine dayanmaktadır.
Türk ulusu ırk temelli üç tanıma dayanmaktadır: a. Irkçı ulusçuluk, b. ırkî-kültürel ulusçuluk, c. irkî-dindar ulusçuluk. Bu üç Türk milleti/ulusu tezi, zaman zaman birbiriyle çatışmış, zaman zaman birbirini tamamlamıştır. “Türk” sözcüğü önce bir sıfat iken, ırk/ulus temelli tanımlandıktan sonra isim olarak kullanılmaya başlanmıştır. Ve resmi Türk tarihi, bu üç bağımsız Türk milleti tanımından başka, ırk temelli olmayan akademik bir Türk ulusu tanımıyla karşılaşmamıştır.
Şimdi kendisinden önceki genelkurmay başkanları Hilmi Özkök’ün ve Yaşar Büyükanıt’ın tanımlarının izini süren İlker Başbuğ, Türk milleti tanımı “Dinî ve etnik ayrım yapılmaksızın, Türkiye halkını işaret etmektedir.” diyerek, Türk sözcüğündeki etnik veya Ergenekon anlayışındaki ırkçı tanımı saklayarak, sıfat olarak, kullanılan ifadesiyle “Türk” sözcüğü ile Türk ulusunu ifade etmekten bahsetmektedir. Dinî ve etnik ayrımcılıktan ayrıştırılan bu kültür-tarih temelli Türk sözcüğünün de isim olarak kullanılmasına vurgu yapmaktadır.
Başbuğ, Türk sözcüğünü ya “anayasal vatandaş” anlamında kullanarak Atatürk’ün ırkçı veya ırkî-kültürel ulus tanımlarını bırakıp, 21. yüzyıl küreselleşmesine uygun bir ulus tanımı düzenlemesine kapı aralıyor; ya da 19. yy. Avrupalı Türkologlardan ve Atatürk’ten bu yana etnik tanımlamadan ayrı düşünülmeyen Türk sözünü terk etmeden “Türkiye halkı” formülasyonuyla Türkiye’deki etnik kimlik tartışmalarını yumuşatmaya çalışıyor. Ama gene de Başbuğ’un kullandığı Türk kavramı, Türkiyelilik gibi etnik kökenden açık olarak veya takiyyeye sığınarak ayrışıyor ve çağdaş medeniyet seviyesine tutunmaya çalışan ulus idealini yeniden üretiyor ve resmi devlet ideolojisini aşmıyor.
Başbuğ, “Bu dinamik coğrafyada yüzyıllardır süregelen sosyal, ekonomik ve kültürel etkileşimlerimiz sonucunda farklılıklarımız törpülenirken, ortak paydalarımız ve değerlerimiz artmıştır.” diyor. Ve vatandaşlığa dayanan milliyetçilikten bahsederken de ülkeye ve devlete duyulan sadakatın önemine vurgu yapıyor. Değerlerin de herhalde “Atatürk Düşünce Sistemi”ne göre, “akılcı” temeller üzerinde yükseltilmesinden bahsediyor.
Başbuğ, Cumhuriyet döneminde “asimilasyon” olmadığını belirtirken, “entegrasyon”u, “kişilerin, aidiyet duygusu hissettikleri ikincil kültürel kimliklerini engellemeden, üst/ortak Türk kimliklerini muhafaza etmelerini sağlamak” şeklinde izah ediyor. Ancak farklılıkların kabulünü, ikincil kimliklerin ancak bireysel kültürel kimlik olarak kalmaları şartına bağlıyor. Sosyal devlet olgusunun zayıflaması, büyük göç olgusu ve ekonomik beklentiler gibi sorunlar içinde kimliksel arayış ve aidiyeti dinî cemaat yapılanmasında cevaplandıran gelişmeye de öfke duyuyor. Bırakın alt kimliklerin “grup” olarak tanınma hakkını, kendisinin askeriyeye otonomi/özerklik istemesi gibi bir talepte bulunmaksızın, grup olarak anayasal ve yasal çerçevede eşit hukuk hakkı istenmesini bile kabul etmiyor. Bir yandan da İslam’ın “şehitlik”, “Peygamber Ocağı” gibi kavramlarından pragmatik olarak yararlanırken, dinî alanın sınırlandırılmasından bahsediyor. Laikliğin de TSK’nın da din karşıtı olmadığını belirtirken, inançtan ibadete kadar tamamen sosyal fonksiyonlarıyla hayatımıza yön göstermek için inzal olan İslam dinini, toplumsal şahitlikten ayrıştırıp vicdanlara hapsediyor. Ve sonra da resmi ideolojinin asimilasyon içermediğini söylüyor.
Başbuğ, demagojiye devam edip, asimilasyon olmadığı halde “1938 yılına kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde meydana gelen isyanların nedeni”ni soruyor. Bu tepkileri, Cumhuriyetin başlattığı modernleşme ve merkezileşmeye, laik devlet düzenine geçiş yapılmasına bağlarken, adeta Batılı yaşam biçiminin Müslüman halka zorla dayatılmasını vakay-ı adiyeden görüyor. Ayrıca “ırkî-dindar ulus” tanımına da uzak olan Başbuğ, herkesin şapka, alfabe, dinî eğitim, Batılı yasalar, ırk temelli Türklük aidiyeti gibi konularda yaşanan değişime ayak uydurma dayatmasını asimilasyon olarak değerlendirmiyor. Bu konuda siyahîleri, beyaz derili olmadıkları için insan kabul etmeyen bir bakış söz konusu. Başbuğ adeta, Karl Marks’ın feodal olarak değerlendirdiği Hindistan halkını İngiliz İmparatorluğu’nun sömürgeleştirmesini, Hintlilerin medenileştirilmesi olarak görmesi gibi bir akıl tutulması yaşıyor.
Weber’den yararlanarak din, ekonomi ve siyaset arasındaki ilişkiye değinen Başbuğ, Batı kapitalizminin gelişmesiyle Protestanlık arasındaki sıkı bağa değiniyor. Ve “Gelişen burjuvazi ekonomik iktidarını kurduktan sonra siyasal iktidarı kilisenin ve monarşinin elinden almıştır. Böylece Batı demokrasisinin kurulmasında önemli bir evre de oluşmuştur.” diyen Başbuğ, Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” teziyle bütünleşen tam bir neo-liberal otorite gibi bireyselleştireceği İslami kimliği, yanlış bir analojiye yeltenerek adeta burjuvazinin gelişimi ile kurulacak demokrasi evresinde tamamen hayatın dışına atılabileceği noktasına getiriyor.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, içinde yaşadığımız toplumun anayasası, etnik tartışmalara açık Türk veya Kürt gibi üst kimlik olarak kimlik dayatan yaklaşımları değil, Türkiyelilik gibi herkese eşit mesafede duran ama resmi ideoloji vazetmeyen bir konumda olmalıdır. Manevi ve duygusal bağ olmadan akılcı bir yöntemle tanımlanan “anayasal vatandaşlık bağı” da zoraki bir kavramdır. Asıl olan alt kimlik olarak vasfedilen sözleşme muhataplarının, özgürlük alanlarının ve hukuk önünde eşit muamele haklarının ne olacağına açıklık getirilmesidir.
Farklı kimliklere hukuki eşitlik ilkesini uygulamayan üst kimlik düzenlemeleri demokrasi, hukuk ve liberalizm söylemiyle çelişir. Vatandaşının farklı grupsal kimliklerini çözüp bireyleştirmeye çalışan sistemler, eritme politikaları uyguluyor demektir ki, bu da asimilasyon şeklinde ifade edilir. Başbuğ’un 14 Nisan konuşması da uluslararası hukuka ayak uydurma ve demokratikleşme vaadi içinde Müslümanların ve Kürtlerin kimliklerini yok saymaktan başka anlama gelmiyor. Doğru olan tavsiye ise TSK’nın askeri alandaki işlerinin dışına taşıp, kendisine toplumu modernleştirme gibi öncü bir rol biçmesinden vazgeçmesidir.