İnsanların yaşayışını anlamlandırma ve toplumları değiştirip dönüştürme iddiası taşıyan birçok dünya görüşü ve ideoloji gibi, ilahi kaynaklı, dinamik ve evrensel bir din olan İslam'ın da kendisine özgü ilkeleri, esasları vardır. Vahyin kılavuzluğuyla belirginleşen ve elçiler aracılığıyla insanlara Allah tarafından iletilip aktarılan bu ilkeler, inananlarına temel bazı hedefler sunar. Bireysel ve toplumsal yaşamı içkin bu hedeflere ulaşabilmek için gerekli olan temel yöntemleri, belli bir hareket tarzı ve mücadele anlayışı içerisinde işaret ederek gösterir. Yaratıcı kaynaklı bu çok yönlü "bilgileniş, inanış ve yaşayış" manzumesi, "İslami kimlik" dediğimiz bütüncül olguyu karşımıza çıkarır. İşte Müslümanları, hem başkalarından ayrıştıran hem de dosdoğru yol üzerinde kalarak dünyadaki sınav ve savaşımlarına rengini veren, sınırları ve ilkeleri vahiyle çizilmiş bu kimliktir. İslami şahsiyetin ve İslami hareketliliklerin sahihliği, netliği ve Allah indindeki değeri de bu kimliğin netleşerek oluşumuna ve asli kaynağıyla/Kur'an'la olan irtibatına bağlıdır, onunla doğrudan ilintilidir.
İslam'ı kabul ediş, rastgele ve şuursuz bir anlayışla gerçekleşemez. Müslüman olmak ciddi bir sorgulama ve bilinçlenmeyi, köklü bir tercihi, yönelişi, sorumluluk sahibi olarak mücadele vermeyi, tesadüfilikten uzak bir saf tutuşu ve gerek ferdî gerekse kolektif hayatı, İslami umdeler doğrultusunda tanzim etme istek ve istidadını, azim ve iradesini elzem kılar.
Zikrettiğimiz bu ve benzeri noktalarda, ne yazık ki, gerek ülkemiz düzleminde gerek sair coğrafyalarda yaşayan Müslümanların önemli zaaf ve yetersizliklerinin olduğu bir gerçektir. İslami yaşayış ve mücadele sürecinde sahip olunması gereken ilke, hedef ve yöntemler konusunda tutarlı, Kur'an merkezli ve somut karşılıkların olmaması; Müslümanların diriliş ve direniş istikametindeki gayretlerini de hâlâ sekteye uğratmakta; hatta kimi zaman kırılma, sapma ve savrulmalara sebebiyet vermektedir.
Geçtiğimiz günlerde, Ekin Yayınları'nın ilk kitabı olarak "Toplu Çalışma" başlığıyla takdim edilen İslami Kimlik-İlkeler ve Hareket adlı eserin 4. baskısı okuyucuyla buluştu. İlk kez yayımlandığında büyük bir ilgiyle karşılanan ve kimi tartışma konularında ciddi satırbaşları açan kitabın; hacminin küçüklüğüne karşın önemini ve derinliğini hâlâ koruduğu söylenebilir.
Kitapta, "iman ve eylem ilişkisi, kaynak sorununa yaklaşım, içinde yaşanılan toplum ve sisteme bakış, Allah'ın dinini hakim kılma mücadelesinde izlenecek yöntem ve bunun için nasıl bir yapılanma gerektirdiği" gibi temel soruların tümünün, belirlenecek ilkeler doğrultusunda cevaplanması gerektiğine işaret edilmektedir. Bu soruların ilkesel bir tutarlılık ve bütünlük içerisinde cevaplanması ile bir İslami kimlik çerçevesi çizilebilecektir.
Kitabın sunuşunda, bu çalışmanın amacıyla ilgili olarak şu ifadeler yer almaktadır: "Bu kitap kültürel birikim ya da entelektüel, sosyal, siyasal tartışma düzlemine bir katkı olması amacıyla değil, temel bir tezi savunmak ve bu tez doğrultusunda sorumluluk sahibi insanlara bir çağrıda bulunmak gayesiyle hazırlanmıştır."
Mücadele, kimlik, ilke ve yapılanma arasındaki doğrudan ilişki de şu özlü sözlerle dile getirilmektedir: "İslami mücadele için İslami kimlik, İslami kimlik için de ilkeler öncelenmelidir. Ancak ilkesel temelde yükselen yapılanma ve bu yapılanmanın öncülüğünde gerçekleştirilecek bir mücadele İslami mücadele olarak vasfedilmeye hak kazanır."
Kitap "Nasıl Bir İslami Kimlik", "İman ve Eylem", "Kaynak Sorunu ve Kur'an", "İslami Mücadelede Yöntem", "Sistem ve Sisteme Karşı Tavır", "Toplum Değerlendirmesinin Önemi", "Yapı ve Birliktelik Sorunu" başlıkları altındaki görüş, değerlendirme ve tartışmalarla okuyucunun karşısına çıkmaktadır.
Nasıl Bir İslami Kimlik?
Sahip olunması gereken sahih İslami kimliğin ele alındığı bu ilk bölümde, mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi ve her şeyden daha da önemlisi Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en önemli ve zorlu meselenin saf ve katışıksız bir İslami kimlikle mücadele sahasında yer alabilmek olduğu ifade edilmekte ve şu vurguda bulunulmaktadır:
"İslami mücadele ancak eksiksiz ve fazlasız bir İslami kimlikle mümkündür. Bunun içinse, hem tağuti sistemin kurumları, kuralları, yönlendirmeleri ve dayatmalarından bağımsız; hem de toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından arınmış, yalnızca Kur'an'ı kendisine ölçü ve rehber edinmiş olmak gerekir." (s.12)
Şu hususu belirtmek gerekir ki, İslami kimliğin en belirgin vasıflarından birinin tağuti sistem ve otoritelere karşı tavır alınmasıyla ilgili olduğu birçok Müslüman tarafından kabul edildiği halde, bu tavır ve onun uzantısı olan mücadelenin gerekliliği ve nasıllığı konusunda büyük çelişki ve bulanıklıklar yaşanmaktadır. Halbuki İslami bir kimlikle mücadele zemininde yer alma iddiasına sahip bir oluşum, her şeyden önce tağuti güçlere karşı konumunu netleştirmeli ve tavır almalıdır. (s. 13)
Kitabın ilk sayfalarında ülkemizdeki İslami uyanışın kısa bir biyografisi de verilmekte; İslami kimliğin oluşum süreciyle ilgili kazanım ve zaaflara da bu esnada temas edilmektedir.
"Topluma Karşı Ölçülülük" alt başlığıyla irdelenen bir diğer konuda da, Müslümanların yaşadıkları toplumu değerlendirmelerindeki yanlışlıklara işaret edilmektedir. Toplumu tümüyle kâfir ya da tümüyle Müslüman addetme çarpıklığı, hâlâ, İslamilik iddiası taşıyan birçok çevrenin ölçüsüz ve sağlıksız bir değerlendirmesi olarak önümüzde durmaktadır. Halbuki, "İslami bir kalkış, kendisine düşman olarak, temel hedef olarak mutlaka ülkeye ve topluma egemen şirk sistemini seçmeli; bununla beraber, toplumun içinde bulunduğu yaygın cahili anlayış ve pratikleri de değiştirmeyi-dönüştürmeyi, amaçladığı öncelikli hedefleri arasında belirlemelidir. (s. 9)
Gerçekten toplum değerlendirmesi bugün de birçok İslami çevrenin "yumuşak karnı" olarak durmakta, ifrat ve tefritlere sebebiyet vermekte ve bu noktadaki yanlış, aceleci ve Kur'ani özden yalıtılmış yaklaşımlar, İslami kimliği de zedelemekte, dengesizlik ve tutarsızlıklar ciddi bir kimlik erozyonunun teşekkülüne zemin hazırlamaktadır. İslami bir mücadelenin sonuçta başarılı olabilmesi için kitleleşmenin belirleyici bir aşama ve ulaşılması gereken bir hedef olduğu açıktır. Fakat sahip olunan temel ölçülerden taviz verme pahasına bir kitleleşme, İslami bir hareketin asla birincil amaçlarından olamaz. Aslolan içeriksiz ve ilkesiz bir çoğalma, "kitle meddahlığı" yapmak değil, ilahi ölçüleri baz alarak kitleleri eğitmek, onlara vahyi esasları doğrudan ulaştırmak, gerektiğinde onları organize etmeye çalışmaktır. Aslolan halka değil Kur'an'a dayanmak, Kur'an'ı ölçü almaktır. (s. 20)
İman ve Eylem
Yukarıdaki başlığı taşıyan bu ikinci bölüm; "İslam İnancı Soyut ve Bilgi Düzeyinde Kalan Bir Akide Değildir", "İslam İnancı Şahitliği Gerektirir", "Netlik ve Tutarlılık" alt başlıklarıyla ele alınmaktadır.
Doğru bilgiye ulaşmak, Kur'ani bilgiyi öğrenip özümsemek önemli olmakla birlikte, asıl amaç, tevhid akidesini hayata taşımak, eylemleştirmek, yaşanılır kılarak dillendirmektir. Tevhidi bilince ulaşan bir kişi İslam adına inanç ile ameli, düşünce ile eylemi, itikad ile siyaseti ayrıştıramaz. Tevhid inancına sahip olan herkes, her türlü şirke, zulme ve ifsada karşı inanç, düşünce, tavır ve hareket birliği içinde İslami mücadeleye katılmak, edindiği Kitabi bilgiyi imanlaştırmak için "cihad"ı üstlenmek zorundadır. (s. 25)
Kur'an bu noktada da yol göstericidir ve onun çağrısı baştan beri soyut ve teorik bir davet değil, ameli sorumluluklar yükleyen bir çağrıdır. Son elçi (s) ve O'nun çağrısına uyanlar bu bilinçle yaşamış ve sahip oldukları bilgi ve inancın şahitliğini yerine getirmeye çalışmış; tevhidi, hakkı ve adaleti ikame etmek için mücadele etmişlerdir. Uzlaşmacı, sinik, erteleyici bir yaklaşımdan sürekli uzak tutulmuşlar, ilkeli, hedefli ve tutarlı olmuşlardır.
Eser, bizce bu noktada önemli bir meseleye parmak basmakta ve tarihi süreç içerisindeki bir bozulmaya, sapmaya işaret etmektedir. Şöyle ki, İslam ümmeti, Kur'an ile olması gereken bağını tarihi süreç içerisinde yitirdikçe, itikadının ameli boyutunu ve ana hedefini unutmaya başlamıştır. İnanç hayattan kopmuş ve büyük ölçüde teorik alana hapsolmuştur. Hatta, İslami inanışın kalbi olan tevhid kavramı bile, kelami ve felsefi tartışmaların gündemine sıkıştırılmış, ardından iman-amel ayrımı meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Diğer yandan, -Kur'an fıskı ve zulmü yok etmek için indirildiği halde- hem de akaid kitaplarında "fasık imamın arkasında namaz kılmak", "zalim sultana itaat emmek" gibi meseleler tartışılmış, Kur'an dışı kaygılar gözetildiği için ne yazık ki bu tür olumsuzluklar onaylanabilmiş ve Müslümanlara akaid diye dayatılabilmiştir. Böylece, geneli itibariyle ümmetin söylemi ile eylemi arasında uçurumlar baş göstermiş, İslami hayatın üniteleri arasında kopukluk ve kargaşa oluşmuştur. Halbuki, Kur'an'ın yüzlerce âyetiyle birlikte sadece Bakara Suresi'nin 177. âyeti bile bu ayrımın sağlıksızlığını ve Kur'an dışılığını göstermeye yeterlidir.
Eylemsiz bir tasdik, sadece bir iddiadır ve İslâm inancı şahitliği gerektirir. Resulullah, bizler için Kur'an bilgisinin öncü şahididir ve Rabbimiz, inananlara "Müslüman" adını "insanlara şahit olmaları için" vermiştir. Şahitlik bizatihi İslami mücadeleye katılmaktır.
Bilgisiz bir eylemin ilkelerden çok, duygulara dayanan yüzeysel bir kalkış olduğu doğrudur. Ancak diğer taraftan amelsiz bir bilginin de hamallık olduğunu (Cuma 62/5) ve amelsiz söylemlerin kınandığını (Saff 61/2) yine bize Kur'an öğretmektedir. (s. 31)
İman ve amel ilişkisi, şahitlik, tutarlılık konuları, günümüzde de önemli konular olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu noktalarda tarihte "üretilmiş" birtakım zaaf ve sakat yaklaşımlar zamanımıza kadar taşınmıştır. Hâlâ İslami çevrelerde "amelli kitapsızlar" ve "kitaplı amelsizler" biçiminde nitelendirilebilecek insan tipleri bulunmakta, İslami kimlik geleneksel ve modern hurafeler tarafından kemirilmekte ve bu da Müslümanların gelişimini ve hareket alanlarını daraltmaktadır. Bizce, kitapta, bu konuların tarihi süreç içerisinden günümüze getirilerek detaylandırılması, örneklendirilmesi, biraz daha açılımda bulunulması; okuyucunun değerlendirme ve somutlaştırma perspektifinin genişlemesi açısından çok daha yararlı ve isabetli olurdu.
Kaynak Sorunu ve Kur'an
Kabul edilmelidir ki "kaynak sorunu" noktasında, sahih ve sabit ölçülere ulaşılamadığı ve temel esaslarda anlaşılamadığı müddetçe, ortak bir hareket anlayışına/fıkhına ulaşılamaz ve istikrarlı birliktelikler oluşturulamaz. Dini anlama ve ikame etme usulünde, ortak ölçülere yönelmeyen bir vahdet beklentisi, realitesi/karşılığı olmayan bir ideal olarak kalır.
Kitabın bu başlık altındaki bölümünde önce, bizce sınırlı ve yetersiz olmakla birlikte, "Kur'an nasıl bir kitaptır?" sorusuna kısa bir giriş açıklaması getirilmekte ve peşinden "Kur'an'a Yaklaşımda Taşınan Zaaflar" konusuna geçilmektedir. Bu hususla ilgili olarak "Kur'an'ı herkesin anlayamayacağı" ve ikinci olarak "Kur'an'dan kaynak olarak doğrudan yararlanılamayacağı" şeklinde özetlenen iki temel zaaf üzerinde durularak bunların eleştirisi yapılmaktadır. (s. 37-39) Bu bölümde dile getirilen Kur'an'ın "belirlenen" değil "belirleyen" olması gerektiği konusu da tarih içerisinde yitirilen tevhidî bilincin ve İslami kimliğin yeniden netleştirilmesinde ve kaynak sorununa yaklaşımda büyük bir önemi içkindir. Okuyucunun Kur'an'a yaklaşım ve asıl kaynağa yönelme noktasında tarih içinde üretilmiş ve kemikleşmiş birikimi ve olumsuzlukları da dikkate alarak bu satırları okuması ve hatta modernist/oryantalist zihniyeti de gözden kaçırmaması; meselenin kavranmasında büyük katkısı olacak unsurlardandır.
Bugün Kur'an'ı öncelediğini ve Kur'an çalışması yaptığını söyleyen birçok çevrede bile, Kur'an'ın anlaşılır ve yaşanabilir bir kitap olduğu noktasında çeşitli paradoks ve istifhamlar bulunmaktadır. Bu handikap aşılmadıkça bu tür sıkıntılar devam edecek ve insanlar bunları da bildiklerini sandıkları müddetçe fazla bir mesafe kat edilemeyecektir.
Kur'an ile irtibatımızda "asıl hedef" detay konulara hapsolmak değil, Kur'an'ın mesajını ve yüklediği temel görevleri üstlenmek olmalıdır. Bunun için de anlaşılır olan Kitab'a nefsi taassuplarımızdan arınmaya çalışarak yaklaşmamız gerekmektedir. Biz zihnimizi Kur'an'a açtıkça, o da bize kendini açacaktır. Kur'an'ı hayata taşımak ise her türlü zulüm ve şirke, ifsad olmuş zihniyet ve kurumlara karşı tavır alıp hakkın şahitliğini üstlenme kararlılığına bağlıdır.
Bu bölümde ayrıca "Sünnet Nedir?" ve "Gaybî Konularda Ölçü" başlıkları altında değerlendirilen önemli konular da yer almaktadır.
Sünnet konusunda "Hz. Muhammed'in konumu, sünnetin mahiyeti, sünnet-hadis kavramlarının aynîleştirilmesi zaafı, kudsî hadis ve gayr-i metluv, yaşayan sünnet, Resulullah'ın örnekliği" gibi meselelerde kısa ve özlü açıklamalarda bulunulmaktadır. Bu noktalarda Müslümanların önemli algılama ve anlamlandırma sıkıntılarının olduğu bilinen bir gerçektir. Benzeri zaaflar itikadın gaybi alanında da yaşanmaktadır ve kitap bu konuda Kur'an merkezli ölçünün ne olması gerektiğini kısaca izaha çalışmaktadır. (s. 54-56)
Kanaatimizce, "Kaynak Sorunu ve Kur'an" meselesi müstakil ve kapsamlı bir çalışmayı gerektirecek derecede önemli ve günceldir. Bu konu, her şeyden önce, Müslümanların dini anlayış ve mücadelenin neresinde olduklarıyla ilgilidir. Bu yaklaşım netleştirilmeden yapılacak çıkışların tıknaz ve ufuksuz kalacakları muhakkaktır. Üstelik bu konuların ele alınışında Müslümanlar genel olarak cesaret, özgüven ve perspektif genişliğine sahip değillerdir. Kitapta bu konularla ilgili olarak ifade edilenler bir giriş, bir başlangıç şeklinde değerlendirilip daha kapsamlı, Kur'an bütünlüğüne dayalı ve istişareye önem veren çalışmalarla bu alanlardaki eksiklik ve bulanıklıklar azaltılabilir.
İslami Mücadelede Yöntem
Kaynağa bağlı olarak temel ilke ve hedeflerin tespitinden sonra mücadele aşaması ve İslami mücadelede yöntem meselesi gündeme gelmektedir.
Bu konuyla ilgili olarak, öncelikle, "yöntemin kaynağı ve yöntem tespitinde sabit ve değişebilir ölçüler" konusu üzerinde durulmakta ve mevcut durumun genel bir yorumu yapılmaktadır. (s. 58-61)
"Hareket Yöntemi Hakkında Öncelikli Konular" başlığı altında ise "hazırlık aşaması, gizlilik, merhalecilik, kadrolaşma ve kitleleşme, tebliğ, uzlaşmacılık ve devrimcilik, yerellik ve evrensellik ve sistem içi ilişkiler" gibi halihazırda ağırlıklı olarak Müslümanların gündeminde bulunan konular kısa kısa ele alınıp değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Değerlendirmelerin Kur'an âyetleriyle irtibatlandırılarak ve gerektiğinde ilk muhatap toplumun (ashabın) kimi uygulamalarına göndermede bulunularak yapılması önemli bir olumluluk ve gerekliliktir. Ancak ülkemizde ve dünyada Müslüman çevre ve oluşumların bu noktalardaki eksikliklerine de sistematik ve hiç olmazsa kuşbakışı değinilseydi bu alanlardaki kapalılıklar, müphemlikler açılım kazanabilirdi.
Kitabın bizce, en can alıcı bölümlerinden biri "Ne Yapmalı?" başlığı altında söylenenlerle ilgilidir. Bu hususta, İslami oluşumun gelişim seyriyle bağlantılı olarak, önce, Fetih Suresi 29. âyette ifade edilen "ekin meseli" üzerinde durulmakta ve ardından İslami bir yapı ve tavır içinde olmak için başlangıç itibariyle ne yapılabileceği konusu gündeme getirilmektedir. "Ne yapmalı?" sorusu tabiatıyla önemli bir sorudur ve Türkiyeli Müslümanların da çokça tartıştıkları, üzerinde durdukları bir alana tekabül etmektedir. Bir çalışma ve hareket programının minyatür bir taslağı, alt yapısı olarak da algılanabilecek olan bu konuda, eser, bu tür endişe taşıyan okuyucularına yönelik teklifini dört ana başlık altında kısaca izah etmektedir ki bunların dikkatle okunup tartışılmasında fayda vardır:
a) İç Eğitim
b) Davet Çabası
c) İslami Çalışmalar Arası Diyalog
d) Mesajın Gündemleştirilmesi
Ülkemizin çeşitli yörelerinde yaşayan, zorluklarla boğuşarak ayakta kalmaya çalışan Müslümanların, evrensellik ilkesine halel getirmeden, bu hususları, kendi şartlarını ve birikimlerini de göz önüne alarak tartıştıklarında önemli kazanımlara ulaşacakları kanaatindeyiz.
Sistem Ve Sisteme Karşı Tavır
Yaşadığımız topraklarda egemen olan sistemi nereye oturttuğumuz ve ona karşı tavrımızın ne olması gerektiğini belirlerken önce mevcut şirk sisteminin temel niteliklerinin ne olduğunun, hangi zeminde oluştuğu ve hangi yöntemle kurumlaştığının ve nasıl bir işleyiş mekanizmasına sahip bulunduğunun kısaca ortaya konulması gerekir. (s. 97)
Bu bölümde "sistemin genel nitelikleri", "sistemin hangi temelde kurulduğu", "sistemin evrimi" ve "Müslümanların sisteme karşı tavrının ne olması gerektiği" konuları üzerinde durulmakta, bu meseleler tarihi perspektifte dikkate alınarak kritize edilmektedir. Diğer yandan, Müslümanların bu alandaki yanlış değerlendirmeleri de yer yer tenkide tabi tutulmakta ve sonuç olarak şunlar söylenmektedir:
"… Kaçınılması gereken, ideolojik ve kurumsal düzeyde uzlaşma tavrıdır. Yoksa sisteme karşı tavır, toplumsal ilişkiler ve mücadele alanlarından soyutlanmak ve dışına çıkmak olarak algılanamaz. Aslolan, sistemin mantığına ve onu ayakta tutan temel mekanizmaya karşı bilinçli, programlı ve örgütlü bir tarzda tavır almaktır. Bu tavır alış reformcu, uzlaşmacı eğilimlerin de bir reddi ve devrimci bir yaklaşımın benimsenmesi anlamına gelmektedir. (s. 112)
Toplum Değerlendirmesinin Önemi
Müstakil bir yazı olarak da değerlendirilebilecek olan bu bölümde, ilk kısımda "Topluma Karşı Ölçülülük" başlığıyla ele alınan meselenin daha geniş ve oylumlu bir şekilde izah edildiğini söyleyebiliriz.
Bu bölümde toplum-sistem ilişkisi ele alınmakta, bu noktadaki olumsuzluklara değinilmekte ve Türkiye toplumunun İslami açıdan derli toplu bir analizi yapılmaktadır. (s. 113-123) Kur'an'ın, "Bir toplum kendi nefsinde olanı değiştirmedikçe, Allah onların durumunu değiştirmez." âyetinin beyan ettiği hakikat de toplum ve sistem ilişkisinin boyutlarını göstermektedir.
Unutulmamalıdır ki, egemen sistemin topyekun değiştirilmesi ve Kur'ani sistemin hakim kılınması, ancak toplumsal değişimin tamamlanması ve toplumun tüm tağutları reddederek Kur'an'a teslim olmasıyla gerçekleşebilir. Bu noktada iki değişim arasındaki ilişkiyi, bir öncelik-sonralık ilişkisinden çok, birbirini etkileyen ve tamamlayan paralel bir gelişme olarak görmek daha anlamlı olur. (s.123)
Yapı Ve Birliktelik Sorunu
Toplumsal hedefleri olan hiçbir düşüncenin, kendiliğinden başarıya ulaşmayacağı açıktır. Toplumsal dönüşüm; dönüştürme fikrini taşıyan kişilerin organik birlikteliğini gerekli kılar.
İslami mücadele plansız, programsız ve kendiliğinden gelişen bir hareket değildir. Bir hazırlık aşaması, süreç içinde gelişip belirginleşen bir perspektif ve birikimi, bir mücadele hattı ve yöntemi vardır. Kur'an, Müslümanlara hakkın şahitliğini beraberce yerine getirme sorumluluğu yükler. Bu sorumluluğu yüklenenler içinde bulundukları aşamada vahye tanıklık açısından kitlelerin örnek alacakları bir birliktelik içinde olmalıdırlar.
İşte bu noktalarla ilgili olarak kitapta, "İslami Yapının Niteliği", "Yapıyı Kimlerin Kuracağı" ve"İç İşleyiş"te nelere dikkat edilmesi gerektiği üzerinde durulmaktadır. Son olarak çok anlamlı ve aktüel bir soru olan "Vahdet mi İttifak mı?" meselesiyle ilgili değerlendirmelerle kitapta ifade edilen fikir ve mülahazalar sonuçlandırılmaktadır.
Sonuç
Ana başlıklarıyla ele aldığımız bu kitap, elbette bir İslami hareket prospektüsü oluşturma iddiası taşımamaktadır. İlke, hareket ve İslami kimlik noktalarında Müslümanlara teklif edilen bu görüşler, samimi ve kolektif bir gayretin ürünü olmakla beraber, ister istemez bir kitabın sınırları ve elverişliliği içinde yankı bulmaktadır.
Kitap belki kimi noktalarda bilindiği ve tartışıldığı kabul edilen hususları yeniden ele alıyor izlenimi verebilir. Fakat tartışma konusu edilen meseleler halen Müslümanların gündeminde yer almaktadır ve bu meselelere pratikte/hayatta karşılaşılan sorunlar eşliğinde yaklaşılmalı, muhasebe ve özeleştiri zeminine taşınarak değerlendirmesi yapılmalıdır. Zikredilen mevzuların Kur'an'ın aydınlığında yeniden düşünülmesi, gündemleştirilmesi faydalı olacaktır.
Kitapta kimi ifadelerin tekrar edilmiş görüntüsü taşıması da, ele alınan konular arasındaki sıkı irtibata ve "toplu çalışma" tekniğine hamledilmelidir.
Hepsinin ötesinde kabul edilmelidir ki, Türkiye'de ve ümmetin yaşadığı diğer coğrafyalarda, böyle nitelikli ve bütünlüklü çalışmalara az rastlanmakta; fakat bu tür gayretlerin ufuk açıcı verimi ve hasılası daha fazla olmaktadır. Ülkemiz Müslümanları da şiddeti her geçen gün artan gerilim ve kuşatma atmosferi içinde kendi şartlarını, birikimlerini, merhalelerini, problemlerini dikkate alarak bu toplu çalışmayı toplu bir şekilde değerlendirip tartışabilir, görüşlerini bir kez daha gözden geçirebilirler. Kitap bizlere böyle bir imkânı da sunmakta ve zaten temel amaçlarından birinin de bu olduğunu kendisi ifade etmektedir.
Yayınevini bu çalışmasından dolayı tebrik ediyor; bu tür özlü, faydalı ve özgün çalışmalarının devamını diliyor ve başarılar temenni ediyoruz.