"... Bizi dosdoğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil"
31 Temmuz 1944'te Korsika'dan uçağıyla havalanan ve bir daha geriye dönmeyen, bu eyleminden bir süre önce "Çağımdan tiksiniyorum!" dediği bilinen ünlü Fransız yazar Antoine de Saint-Exupery; eserlerinde insanoğlunun büyüklüğünü ve düşüncesinin yüceliğini destansı niteliklerle anlatmaya çalışır. O, Batılı ve aynı zamanda "hümanist" diye tanımlanan bir insan olarak, toplu sorumluluk ve fedakarlık duygusunu bireyciliğin karşısına çıkarır. Modern bilim ve tekniğin gelişmesini reddetmez, fakat insanın makina hakimiyeti altına girmemesi ve yeni bir evren görüşü olan bilim ve tekniğin insanlar arasında daha çok dayanışma ve sevgiye katkıda bulunması gerektiğini düşünür. Yine de, anlaşılan odur ki, o, bu konuda bir bütünlük ve uyum fikrine ulaşamamış, modern ve tamahkâr bir varlık ve ilişki tarzının "dayanılmaz bir ağırlıkla getirip yığdığı sancı ve bunalım sonucu uçağıyla meçhule havalanarak yok olmayı tercih etmiştir.
Mezkûr yazarın söylediği kabul edilen ve yaptığı çağrışımlar itibariyle tartışılabilir olan "Çağımdan tiksiniyorum" sözü, her şeye rağmen yaşadığımız zaman dilimi muvacehesinde, birçok insanın zihninde ve vicdanında ma'kes bulabilecek bir niteliğe haizdir. "Modern zamanlar" bağlamında; toplumsal yaşayışın etiği, istikameti ve anlamlandırılması noktasında büyük ölçekli bir maddi ve manevi uyumsuzluğa, çöküş ve çözülüşe de tekabül etmektedir. Zira kirli savaşlar, yıkımlar, zulüm, fakirlik, yalnızlık, ahenksizlik, çirkinlik ve çirkeflik, beğeni kısırlığı, sömürü ve açlık, modernizmin insani özden yoksun, yozlaştırıcı değerleri günlük hayatı hantal ve biçimsizce dolduran/şekillendiren olumsuz unsurlar olarak karşımıza çıkmakta hatta dayatılmaktadır. Hatla kimilerince iddia edildiği gibi, insanlığı kolay kolay fark edilemeyecek bir hız, alışkanlık ve kanıksama duygusuyla sessizce sarıp kuşatan, toplumsal hayatı içten içe topyekün bir şekilde kemiren bir "tufan" halinin yaşandığı söylenebilir!.
Gerçekten de bugün, birazcık vicdan ve sorumluluk taşıyan akademisyeni, sanatçısı, aydını, politikacısıyla birçok insan, birçok gözlemci grubu; dünyanızın artık evrensel boyutlarda, derin ve hissedilebilir bir bunalımdan geçtiğini kabul etmektedir. Bu husus çeşitli platformlarda değişik ülke ve inançlara mensup uzmanlar tarafından da dillendirilin ektedir.
Çarpık ve çirkin bir hayat şeklinin yoz değer yargıları, salgın bir hastalık gibi bütün insanlığı sarıp kuşatmaktadır Yöneten de yönetilen de, kötülüğün doruklarına çıkan da iyiliğin çetin yollarında direnmeye çabalayan da, herkes, az ya da çok bu salgından ister istemez etkilenmektedir
İnsanı sarmalayıp şekillendiren zaman ve zeminin, sosyal, kültürel ve ekonomik çevrenin -bir zihniyet tahavvülatı eşliğinde- bozulması, ileriye dönük umutlarda da sapma ve kırılmalara yol açmaktadır. Önemli olan odur ki; işte tam bu noktada, kollektivitenin çok yönlü baskısını kıramayan birey ve gruplar; ya hedefsiz ve şiddet ağırlıklı çıkışlara yönelmekte ya da kendi içine kapanarak aktivitesini kaybetmekte, silikleşmektedirler. Üstelik, geri dönülemez/değiştirilemez bir şekilde bunun böyle olduğuna, bu tablonun kabullenilmesi gerektiği anlayışına doğru sürekli itilmekte, "tarihin bitişi" söylemleri ekseninde adeta bir gayya kuyusunun içine/üstüne kapaklanmaktadırlar. "Yaşanılması ve yaşatılması zor bir dünya" imajının daha bir Öne çıkması da bu anlayışın (çağdan kaçış ve tiksinişin) doğal bir ürünü, uzantısı olsa gerektir
Toplumsal bir varlık olarak tanımlanan, kişisel yaşayış, düşünüş, eyleyiş normlarının çevreleyici ve etkileyici kimi özelliklerini bir birliktelikten, canlı ve müessir bir sosyal organizmadan tevarüs ettiği kabul edilen insanın yörüngesi, her geçen gün biraz daha bulanıklaşmaktadır. Bu durum, maddi ve manevi dünyanın sürekli tahrif ve tahrip edilerek, tevhidi bir varoluş ve yaşayış bilincinden yalıtılan "yaşama üslûbu"nun tereddüde boğulmasını, bozulup yozlaşmasını da beraberinde getirmektedir.
Daha önce kısmen değindiğimiz gibi, baş döndürücü bir hızla değişip/gelişip/çeşitlenerek insani ilişkilerin formunu ve akışını sürekli sarsıp kayganlaştıran teknoloji, bozulan ekolojik denge, katliam ve etnik şiddet., emperyalizmin değişik görünümler altındaki çok boyutlu baskısı, çokuluslu şirketlerin dayatması, gelir dağılımındaki ve dünyevi değerleri paylaşımdaki korkunç eşitsizlik, modernizmin bizatihi kendi mantalitesinden kaynaklanan sapkınlıklar; insan teklerini ve topluluklarını sürekli huzursuzluğa ve hatta çağından tiksinmeye yönlendirmektedir. Kitle iletişim araçlarının (kirlenip kirleterek! gezegen çapında yaygınlık ve örgünlük kazanması, amacı ve sahih bir kutsalı!!) olmayan ilerlemeci bilimin belirleyici ve totaliter hüviyetinin pekiştirilmesi, gelişme ve yapılanmalara sağlıklı bir bakış açısının tekabül edememesi, hayat şartlarının ağırlaşması; duyarsızlığa ve fikri melekelerin bir abluka altında ezilmesine yol açmaktadır. Bütün bunlar, demografik gelişmeye rağmen insanı, aykırı ve ilginç bir görünüm içerisinde toplumsal bir yalnızlık, karamsarlık ve kargaşa atmosferine sürüklemektedir.
Oysa ki; "Yeni Dünya Düzeni", "Avrupa Birliği", "Medeniyetlerin Evrimi ve Kesişmesi", "Tarihin ve ideolojilerin Sonu" gibi tez ve söylemler doğrultusunda, yerliliği, yabancılığı belli olmayan kimi aydınlar tarafından benimsenen ve yaygınlaştırılmaya çalışılan genel görüş; insanlığın ortak değerler ve menfaatler manzumesine bağlı olarak, evrensel ve müspet bir kozmopolitizme doğru evrildiği yönündedir ki, bu yaklaşım mutluluk ve paylaşımın yeni adresi, "modern ötesi kıblesi" gibi algılanmaktadır. Yaşantıların, sevinç ve acıların, ilke ve hedeflerin, tavırların hatta yazgıların ortaklaştığı; çeşni nitelikli bir "insanlığın ortak temaları" anlayışının ivme kazandığı doğrultusundadır. Bağlamları ve orijini farklı olsa da "aynı gemideyiz" edebiyatı etrafındaki yoğunlaşmalar da kısmen bu anlayışın bir tezahürü olmaktadır. Fakat etnik çatışmalar, ulus-devletler ve ticari eksenli sinsi tezgahlarla çalkalanan bugünkü dünyanın reel görünümü dahi, bu kabil görüşleri yalanlamakta ya da asıl niyeti ortaya koymaktadır. Bazı çıkar çevrelerinin, siyaset ve ekonomi alanındaki egemen güçlerin ve daha genelde müfsid ve zorba Batı hegemonyasının, gerektiğinde bazılarının ağzına bir parmak bal çalarak muhafaza etmeye ve genişletmeye çalıştığı bu göz boyayıcı, yalancı konjonktürün artık rahatsızlık verdiği aşikardır. Günümüzde, dünyanın birçok yöresindeki birey ve toplulukların etnik, kültürel ve dini alandaki kimlik arayışları, kendilerini kendi inanç ve imkanlarıyla tanımlama çabaları, istikbar odaklarını telaşlandıran bir mahiyet kazanabilmektedir. Batı'dan neş'et eden "postmodern" telakkilerin de bu muğlak çoğulluğa düşünsel bir havuz oluşturduğu söylenebilir.
Artık bu adaletsiz ortaklıktan, bu sinsi ve orantısız şirketleşme/globalleşme eğiliminden kaçmak istiyor insan! Kimileri için göz kamaştırıcı gelen bu yeni birlikteliğin arkasında sinsice mevzilenen, "insanlığın topyekün asimilasyonu" tehlikesi de gözardı edilebilecek gibi değil. Üstelik halihazırda bir mozaik görünümü veren bu oluşum çok sesli, çok renkli bir zenginlik, -bazılarının vehmettiği gibi- adil ve sağlıklı bir çoğulculuk ekseninde değil, "tek-tiplilik" istikametinde açımlanıyor. Kitle iletişim araçlarını, gelişmiş teknolojilerini arkalarına alan Amerika ve peykindeki batılı emperyalist devletler, egemen ve zorba bir güç olarak kendi kültür ve medeniyetlerini her türlü araç ve yöntemle diğer ülkelere ihraç ediyorlar. Bir salgın, kültürel bir soykırım söz konusu adeta.
"Ekini ve nesli bozan", yeryüzünü modern bir harabeye çevirerek yaşanmaz hale getiren, insanoğlunu sadece bir tüketici konumuna düşüren modernizm, maddeye endeksli yapısıyla, hayatı anlamlandırıp güzelleştiren her türlü insani öğe ve erdemi dışlamaktadır. Tabiat ve toplum üzerindeki ilahi sünnetin, fıtri dengenin bozulması; büyük ölçüde bu iki unsur tarafından şekillendirilen bireylerde de yozlaşma, kırılma ve sapmalara yol açıyor görünmektedir. Adeta bir "düşkırıklığı uygarlığı"nı çoğaltıyor doğar her insan...
İnsanın ye işvesinde etkisi bulunan zaman ve zeminin, çok yönlü bir dejenerasyona tabi tutularak kirlenmesi ve zamanla yapay bir hal alması "nefslerde olanın değişmesi'ne yönelik çaba ve girişimlerin de önünü tıkayabilmektedir. Özgürlük, fazilet, hakkaniyet ve adaletin gezegen çapında anlam kaybına uğramasıyla, bütün ufukları tıkanan ve tereddüde boğulan; bilinçsiz ve iradesiz bir uyduya dönüştürülen insanlarda artık birtakım davranış bozuklukları da bariz bir şekilde kendini hissettirmektedir.
Dünyevi süs ve araçlarla doyurulamayan, rahatsızlıkları da rehabilite edilemeyen topluluklarda, denge ve anlamlılığın bozulmasıyla benmerkezci bir tutumun öne çıktığına şahit olmaktayız, insanoğlu adeta sârâ nöbeti geçiren ve artık kendisine sunulan reçetelerden tiksinen, can çekişme ve yok olma korkusuyla, yaşama ve ayakta kalma trajedisini aynı anda yaşayan lanetli bir hasta görünümü kazanmıştır. Bütün bunlar çıkarcı ve bâtıl bir 'çoğulluk' anlayışından rahatsızlık duyan insanlığı atomize ederek yine bâtıl, hedefsiz ve muhtevasız bir 'yalnızlık/tekillik' atmosferine sürüklemektedir.
Bu noktada, modernizme eklemlenerek yaşamaktan ve yüzeysel soğuk bir eklektik formasyondan kapma isteği belirginlik kazanmaktadır. Birey ve cemaat olarak, çoğu zaman, basit ve ilkesiz görünse de ağırlığını hissettirmeye başlayan bu tavır alışları iki grupta değerlendirmek mümkündür:
1-Kendi mekanizması içerisinde, belirli ve döngüsel yaşayış kalıpları oluşturarak varlığını korumaya, idame ettirmeye çalışan katı, geleneksel ve sinik cemaatçi tavır.
2-Aykırı (agresiv) ve sert çıkışlar ekseninde belirginlik ve görünürlük kazanan, çoğu kere -amaçsızca kullanılan şiddet eşliğinde- farklı ve sadece karşı olmayı ilke edinerek kollektivitenin çok yönlü baskısını kırmaya çalışan bireyci ya da dar grupçu tavır.
Aslında bu iki tavır da yenilgiyi daha başlangıçta kabul etmek zorunda kalışın ürünü... Biri içsel; içine kapanık, tutucu ve gelenekçi, hatta başlangıçta teknik düşmanı, ürkek, ümitsiz ve son çözümlemede teslimiyetçi. Diğeri dışa yönelik fakat hedefsiz, gösterişçi, intikamcı, kuru 'tedhiş' yanlısı, gündelik ve perakende. İçi doldurulmamış bir hamaset, çarpık ve hormonal bir aksiyonerlik görünümünde. Biri mekanlı (yere mıhlı) ve mekancıl bir disiplin; diğeri sokağa dönük, ölçüsüz ve örgütsüz bir serkeşlik... Fakat aygıtlaşmaya, rahatsız edilmeye, başkaları tarafından tanımlanmaya teslim ve angaje olmama isteği, görünürde iki anlayışın da ortak paydası.
Birinci gruptakiler, kendi kurallarıyla, kendi adalarında (gettolarında) yaşamak İsteyen Robensonları çağrıştırırken, ikinci gruptakiler çağdaş ve uçarı birer Don Kişot görünümde... ilahi kökenli ontolojiden, adalet ve merhametten, hatta lirizm ve şiirsellikten uzak, vahşi kapitalist ve modern totaliter sistem, kendi çıkarlarına dokununca bu iki anlayışı da dünyanın/hayatın taşrasına iterek dondurmak istiyor. Kimi zaman olumsuzlanıp dışlanarak hareket alanları iyice daraltılan bu eğilimler, kimi zaman da kışkırtma ve besleme yoluyla deşifre edilip kısa zamanda tüketilerek mecalsiz, soluksuz bırakılıyor.
Yalnızca bireysel varoluşa ve kendi konumunu muhafaza etmeye yönelik ve sonuç itibariyle "dünyadan korkan/kaçan" her anlayışın günübirlik çözüm arayışlarında tıkanacağı ve ayakta kalmasının her geçen gün daha da zorlaşacağı bir gerçektir Yaşayışı yeniden kurmaktan, kalıcı tez ve alternatiflerden yoksun olan; dünya görüşünü oluşturamamış anlayış ve yapılar, bir gün aşınıp tökezleyecek ve evrensel mutsuzluğu gidermede çaresiz kalacaklardır
Ufkunda kurtarıcı hiçbir gemi bulunmayan ve hep birbirine benzeyen ilkel Robenson'larla dolu yalnızlık adaları, büyük okyanuslarla baş edebilecek bir güç, zindelik ve kullanışlılığa ulaşmaktan uzaktır. Enerjisini sadece yel değirmenleriyle boğuşmaya harcayan, çağdaş bir şövalye ruhu eşliğinde kendini tüketen Don Kişotların havaî ve hayali çarpık dünyaları da öyle. .
İlahi vasat ve dengeden, varoluş ve mücadelenin anlam ve künhüne erişmekten uzak bir tutum; sürekli çıkmaz sokaklarla, hüsranlarla karşılaşmaya namzettir. Nefislerde olanın değişmesi için, öncelikle, kuvvetli ve her alanı ayağa kaldıran bir aydınlanmanın, zihni ve ameli bir arınmanın eşliğinde vahyin kılavuzluğuna ulaşmak, sorunu doğru teşhis etmek ve sahih hedeflere yönelmek gerekmektedir. Rengini bir büyük değişmezden alamayan insanoğlu; imtihan ve ahiret bilincinin kuşatıcı, evrensel ve dönüştürücü/devrimci değerleriyle donanmadıkça yeni bir anlam, onur, duruş ve dinamizme, köklü bir diriliş ve direnişe, sahih ve muhkem bir iman gerilimine ulaşamayacaktır.
Haklı yönleri olmasına rağmen, yukarıda ele aldığımız her iki yöneliş de sonuç itibariyle, başta değindiğimiz Saint-EXUPERY'nin dünyanın dışına çıkma, yaşanan çağdan kaçma anlayışıyla örtüşmektedir. Olumsuzluk ve kirliliklerden arınış, yanı sıra zorunlu şartlara karşı direniş; asla insanı ve umudu tüketen bir yol ve arayışa hapsedilmemelidir. Dolayısıyla insanlığı bu kötü örneklere mahkum etmeye kimsenin hakkı yoktur.
İslami uyanış; fikirde derinliği, direnç ve mücadelede ölçüsü ve sürekliliği, yaşayışta anlam bütünlüğü ve inkılapçılığı olmayan her iki tutumdan da mümkün mertebe sıyrılmalı; kendi İlke, hedef ve yöntemleri eşliğinde sunduğu güzel örnekliklerle özgürleşerek, şahitliğini ikame etmelidir.