Türkiye’deki İslami gelişmeleri yansıtması açısından dergiler son derece önemlidir. Özellikle 60 sonrasında dergilerin bu konudaki etkinliği daha da artmıştır. Bu bakımdan yirminci yüzyıl Türkiye’sinde İslami düşünce, sanat ve fikir hayatı incelenmek istendiğinde dergiler, eşsiz birer belge niteliğindedir. Seksen sonrasındaki İslami düşünce, edebiyat ve fikir tarihimizin aydınlatılmasında etkili olacağı düşüncesiyle, ömrü kısa ama etkili dergilerden biri olan Kelime dergisi üzerinde, kendi deneyimlerimden hareketle bir şeyler söylemeye çalışacağım. Tabii bunu akademik bir bakış ve üslupla, gerek içerik gerekse yayımlanan yazı türlerine göre yapmayacağım. Hatırladıklarımla, hafızamda kalanların dilimin ucuna gelenleri oranında yapacağım. O sebepten öncelikle kendimin dergilerle macerasına değineceğim. Hem okur hem de yazar sıfatımla bir şeyler söylemeliyim diye düşünüyorum.
Kelime Dergisinin Ön Tarihi
Çok erken yaşlarda şiirle, edebiyatla meşgul olmaya başlayan bir ağabeyiniz, bir kardeşiniz sıfatıyla konuşuyorum -büyüklerin ağabeyi, küçüklerin kardeşi- şiirlerimi, hikâyelerimi önceleri okulda çıkan dergilere vermekteydim. Malatya Lisesi’nde başlayıp, Turan Emeksiz Lisesi’nde tamamladığım tahsilim sırasında, okulumda bir edebiyat dergisi çıkmaktaydı. Adı Yeni Adım idi. O dergiye birkaç şiir ve deneme vermiştim. Hocalar verilen ürünleri değerlendirip yayınlıyor ya da yayın dışı bırakıyorlardı. Başlangıçta benim ürünlerim derginin en göze batan kısımlarında yer buluyordu. Ürünlerim bir süre sonra dergide yer bulamaz olmuştu. Çünkü benim hiçbir zaman gizlemediğim İslami kimliğim, muhtemelen ürünlerimde de fark edilmişti. Bundan daha tabii ne olabilirdi ki? Okulun bütün edebiyat hocaları istisnasız sol fikirliydi; en ılımlısı Kemalist’ti. İslâm’a, İslâmî olana asla tahammülleri yoktu. Şiir ve denemelerimin okul dergisinden geri dönüşü o yaşlarımda beni rencide etmişti. Bunun üzerine, fikriyat bakımından pek de bana yakın olmayan iki arkadaşımla birlikte, bir Şubat tatilinde, Malatya’da yeni açılmış bir kahvehanede karar verdik. Madem bizim yazılarımız (aslında benim) yayımlanmıyor, o halde biz de yeni bir dergi yayımlayalım. Yazılarımızı, şiirlerimizi, öykülerimizi kendi dergimizde değerlendirelim istedik. Okul dergisi sırf benim İslâmî dünya görüşümden ötürü yazılarımı yayınlamak istemiyordu besbelli. Böylece biz de arkadaşlarım Mustafa Filiz ve Altan Etkin ile birlikte Çile adlı bir dergi yayınlamaya karar verdik (1966).
Kendi dergi maceramızdan önceki bir tecrübeyi de paylaşmalıyım sizinle. Salt sanat edebiyat heveslisi bir okul arkadaşımız vardı. 1946 yılında Malatya ili Pütürge ilçesinin Gökçe köyünde doğan Zülfikar Sezen’di adı. İlkokulu doğduğu köyde bitirdikten sonra ortaokula Malatya’da devam ediyordu. Liseyi Ankara’da bitirdi. Sezen’in gazeteciliğe karşı olan tutkusu 1963 yıllarında başlamıştı. İlk yazıları Malatya’da yayınlanan gazetelerde köyünün sorunlarıyla ilgili idi. 1964 yılı başlarında sanat-edebiyata karşı ilgisi giderek artmış, kentte boşluğu hissedilen sanat-edebiyat dergisinin yokluğunu göz önüne alarak yakın arkadaşı Ramazan İnce ile birlikte “Dal” adlı dergiyi yayınlamıştı. 60’lı yıllar için oldukça basit olan Dal, kentin sanat hareketlerine canlılık kazandırmıştı. Anadolu ya da taşra gazeteciliğinin kaderine yazılı olan güçlükler, tecrübesizlikler Dal’ın edebiyat dünyasından kısa sürede yitip gitmesini doğal hale getirmiştir. Günün şartları içinde düşünüldüğünde Dal, Malatya için sanat-edebiyat dergisi olarak işlevini yapmış, bir kuşak yetiştirmiştir. Örneğin Dr. Muhittin Karabulut, Ahmet Yücel, Ebubekir Eroğlu bu kuşağın içinden gelen yazar ve şairler olarak çeşitli dergi ve gazetelerde edebiyat dünyasına seslenmeye devam etmektedir. Ben de bu dergiye bir süreliğine katkı yapmıştım. O dergide müstear isimlerle yazılar, şiirler yayımladım. Dal dergisiyle alakalı şöyle bir maceramız vardır:
Zülfikar bir köylü çocuğuydu. İslâmî endişeleri pek yoktu. Ancak tam bir memleket sever idi. Daha sonra yazı ve düşünce hayatı devam etmedi. O yıllarda dergi çıkarabilmek için lise mezunu birisinin mutlaka sorumlu yazı işleri müdürü olması gerekiyordu. Düşünün ki şehrimizde zihniyeti bize yakın lise mezunu kimseler yoktu. Böyle birisi olmadan dergiyi çıkaramıyordunuz, polis izin vermiyordu. Anlaşılan tam bir polis devletinde yaşıyormuşuz. İzin verebilmeleri için sorumlu yazı işleri müdürü görevini lise mezunu birisinin üstlenmesi lazım. Hepimiz genç insanlarız. Yaşlarımız en fazla on beş on altıydı. Şimdiki genç insanlara tuhaf gelebilir lakin kendisiyle hiç de ünsiyetimiz bulunmayan birisini bulduk; bize yazı işleri müdürlüğü yapacak. Dilaver Uyanık adlı Malatyalı bir aktör vardı beş altı yıl önce öldü. Dilaver Uyanık o zaman Malatya’daydı. Fikriyat olarak bize yakınlığı yoktu elbette. Sadece Zülfikar arkadaşımız ile fikri akrabalıkları vardı sanıyorum. Çaresiz, sorumlu yazı işleri müdürlüğü için ona müracaat ettik. Çünkü tanıdığımız tek lise mezunu oydu. Zülfikar arkadaşımız muhtemelen ona bir miktar ödeme yaptı. O da bu teklifimizi kabul etti. Böylece Dal dergisi çıktı. Bir ara Zülfikar Ankara’da iken Dal dergisinin bir sayısını Mustafa Filiz’le birlikte biz çıkardık. Dergiyi matbaaya hazırlamak ciddi ve zahmetli bir işti o zamanlar.
Matbaacı, rahmetli arkadaşım Mustafa Filiz’in komşusu ve dostuydu. Hazırladığımız sayıyı basabilmesi için bizden yardım istedi. Zira kendisinin işleri çok yoğundu ve son derece yorgundu. Matbaa kışla caddesinde bir bodrum katındaydı. Şöyle bir çözüm yolu bulundu. Biz, iki arkadaş, geceleyin matbaanın bulunduğu işhanında kalacağız; sabaha kadar çalışıp dergiyi dizeceğiz. Sabahleyin matbaacı gelip dizilen sayfaları baskıya geçirecek. İşhanını üstümüze kilitlediler. Biz Mustafa Filiz’le birlikte orada kapalı kaldık. Geceleyin harfleri bir araya getirdik, kumpasları sıkıştırdık. O tarihlerde mevcut baskı tekniği hakkında da bilgi vermeliyim ki yaptığımız işin ciddiyeti ve zahmeti anlaşılsın. Bir kere her matbaada bütün harf, rakam ve noktalama işaretlerinin kutucukları vardı. Kurşun işaret, harf ve rakamlar o kutucuklardan kelimenin ihtiyacına göre çıkartılıp yan yana dizilerek, kelime elde ediliyordu. Her kelimenin arasına boş bir kurşun konulup cümle böyle tamamlanıyordu. Cümle ve paragraflar ise kumpaslarla çelik sayfalara sıkıştırılıyordu. Düşünün ki bütün yazıların bütün harf, rakam ve işaretleri hem de tek tek elimizden geçmekteydi. Sabahleyin dergi basıldı. Türkiye’deki basın yayın hayatı nerden nereye geldi, onu yeniden hatırlamak bakımından bu olayı anlattım. Böyle bir basın yayın hayatı vardı. Tek tek harfleri seçiyorsunuz. Örneğin Kelime yazacaksınız, önce K’yi sonra e’yi sonra I’yi sonra i’yi sonra m’yi sonra e’yi bulup yan yana üstelik de ters olarak dizmeniz gerekiyordu. Ters olarak diziliyordu ki düz basılsın!
Bende dergicilik daha doğrusu dergi sevdası çok erken yaşlarda başladı. Dal dergisine yaptığım destek yanında şubat tatilinde aldığımız karar doğrultusunda Çile dergisini çıkardık. Derginin bu adı almasının sebebi de Necip Fazıl’ın “Çile” şiirinden dolayıdır. Çile şiirini çok sevmemiz en temel nedenidir. Gençtik hepimiz, ayrıca benim özel ilgi alanımın şiir olması itibariyle o yıllardaki bu Necip Fazıl heveskârlığını bugün izah etmek kolay değildir. İslam’ı Kur’an’la tanımış kimseler yoktu etrafımız- da bugünkü kadar. Mehmet Akif ve Necip Fazıl’ın coşkulu şiirleriyle İslam’a ilgi duyar öylece İslami çalışmalara heves ederdik. Malatya Fikir Kulübü ile irtibatımız ise yeni başlıyordu. Şunu da itiraf etmeliyiz ki Malatya ekolü de başlangıçta, bugün vardığımız noktada değildi elbette. O ekip de sınama yanılma metoduyla giderek kendilerini geliştirmişti. Türkler aslında Müslümanlığı ilk benimseyişlerinde de durum bizimkine benzer biçimdeydi kanaatimce. Deyim yerindeyse toplumun kültürel genetiğinde var olan bir durumdur bu. İnsanlar hep böyle romantik yollardan girer İslam’a. Dolayısıyla Necip Fazıl’ın üzerimizde çok büyük tesiri vardı. Şehrimize de geliyordu tabii. Onu dinliyor ve etkileniyorduk. Hülasa Çile dergisinin yazı işleri müdürü de gene Dilaver Uyanık olacaktı. Başka kimimiz vardı ki? Dal dergisinde olduğu gibi kendisine para verip vermediğimizi hatırlamıyorum. Verilmişse eğer bunu Altan Ekin arkadaşımız becermiş olmalıdır. Çünkü o bize göre biraz daha zengindi. Çile dergisi üç ya da dört sayı çıktı. Böylelikle dergi serüvenim başladı benim.
Sonraki yıllarda uzatmalı bir liseli oldum. Ben ortaokul ve liseyi toplam 11 yılda bitirdim. Benden küçük iki kardeşimle birlikte okudum lise son sınıfı. Üç kardeş, birlikte bitirdik liseyi biz. Çok gecikmiştim ama kanım kaynıyordu. Bu kaygıyla gene yazılar, şiirler yazıyorum. Sonunda yazdıklarımı merkezdeki dergilere göndermeye başladım. Bu sırada Necip Fazıl yazdığım bir şiire not düştü: “Çok güzel, çok başarılı ama Necip Fazıl’ın tesirinden kurtul.” Yeni İstiklâl dergisinin sanat sayfasını Mehmet Yasin müstearıyla Sezai Karakoç yönetiyordu. Ona da şiir gönderdim; şiirimi yayınladı. Şuna benzer notlar düşmüştü; kendi tarzımı, sesimi bulmam gerekiyormuş. Böyle başladık. Sonraki zamanlarda da dergilerle sıkı bir temasım oldu. Bu bakımdan dergilere minnet borçluyum. Hepimiz minnet borçluyuz. Ürün verdiğim dergileri hatırlamaya çalışayım, bakalım nasıl bir tablo çıkacak ortaya: Büyük Doğu, Yeni İstiklâl, Fikir ve Sanatta Hareket, Türk Yurdu, Haykır, İslâm Medeniyeti, Defne, Milli Gençlik, Çağrı, Deneme, Aylık Dergi, Kriter, Varide, Kelime, Dergâh, Harman, Haksöz, İktibas, Umran, Nida, Taşra Edebiyat, Yolcu, Kafdağı, Jurnal, Çağımıza Selam, Selam, Bizim Külliye, Fikir Dünyası, Özgün İrade, Ay Vakti, Kültür Dünyası, Kitap Dergisi, Mor Taka, Lika, Furkan Günlüğü, Sühan, Edebiyat Ortamı, Bursa’da Yaşam, Vivo, Kırağı, Kayıtlar…
Kıtlıktan Çıkmış Gibi…
Biz yedi kardeştik. Anamız bizi peşine takıp herhangi bir komşuya misafirliğe götürdüğünde tembihatta bulunurdu. Eğer komşuda bir şey ikram edilirse, sunulan nimetlere kıtlıktan çıkmış gibi saldırmamalıydık. Anamın hayatında çünkü kıtlığın özel bir önemi vardı. İkinci Cihan Harbi esnasında Harput’ta geçimini sağlayamayan dedem, bütün ailesini toplayarak Mazgirt kasabasına götürmüş. Çünkü Harput’un nimetleri o zamanki nüfusa yetmez olmuş. Bir iki yıl gibi kısa bir süre Mazgirt’te yaşayan aile, orada da geçim bulamayınca tekrar Harput’a dönmüş. Harput’a dönmüş ama anamı babama nikâhlayarak dönmüş. Hülasa o dönemde yaşanan kıtlık anamın hayatında sahici bir dönüm noktası olmuş. Ömrünün sonuna kadar da anam hep bu kıtlık korkusuyla yaşadı. Şimdi bu olayın dergicilikle alakasını kuralım.
Ben 60 İhtilalı’nı idrak etmiş bir kardeşinizim. O zaman 13 yaşındaydım. 1961 sonrasına baktığımızda, okuyan düşünen insanların, Türkiye’de, tıpkı anamın korkusuna özdeş bir biçimde, kıtlıktan çıkmış gibi basın yayın hayatına yöneldiklerini görürüz. Çünkü 1961 Anayasası ile birlikte insanlar, düşünce ve inanç hürriyeti bakımından biraz nefes almışlardı. Cumhuriyetin o güne kadarki uygulamaları, düşünce ve inanç hürriyetini hem kısıtlayıcı hem yasaklayıcı hem de şiddetle cezalandırıcı idi. 61 Anayasası kısmen hürriyetçi bir anayasaydı. Gerçi anayasa ile sağlanan hürriyet esasen tuzak bir hürriyet imiş. Bunu sonraki yıllarda iyice anlamıştık. Maksat ülkedeki sol düşünceyi açığa çıkartmak, sağ ile çatıştırmak, sonunda da başını ezmek imiş. Lakin süreç onların istediği gibi gelişmedi. Hatta tersine döndü. Türkiye’nin değişik şehirlerinde, merkezlerde daha yoğun olmak kaydıyla, adeta ayrık otları gibi, susamış gibi dergiler, gazeteler yayın hayatına katılmaya başladı. Farklı dünya görüşlerine mensup bu dergiler arasından Müslüman geleneğe yaslanıyor görünenler, sol dergilere nazaran sayıca daha fazlaydı; çok nitelikli olmasalar da durum buydu. Konya’da Oku dergisi, İstanbul’da Toprak, Tohum, Hilal dergileri, Yeni İstiklâl ve Büyük Doğu şu anda hatırladıklarımdır. Gerçi dergilerin hepsi yeni değildi. Bir kısmı ikinci, üçüncü kez yayın hayatına atılıyordu. Kimi yasaklar kısmen kaldırılmıştı. Bu arada kitap yayıncılığı da başlamıştı. Biz Mevdûdi, Seyyid Kutub vb. Türkiye dışından İslam’ı bize anlatan, öğreten, gayret eden Müslümanların eserlerini bu vesileyle tanıyorduk. Gerçi birtakım barikatlar hâlâ mevcuttu. Bu sefer de şöyle sıkıntılar ortaya çıktı. Mesela İsmail Kazdal, İbn Teymiye’nin bir kitabını tercüme ettirmiş yayınlamak istiyordu. Kitabın kapağına İbn Teymiye’nin adını yazsa, devletçe değil, Türkiye’deki egemen hurafeci güçler tarafından aforoz edilecek korkusunu taşıyordu. İbn Teymiye adını kitap kapağına yazamadı. İmam Harrani demek zorunda kaldı. Hani İbn-i Teymiye Harranlıdır ya, oradan hareketle böyle bir yola başvurdu.
Türkiye’de Müslümanlar Ramazan Yazçiçek’in deyimiyle “iki cehennem arasına sıkışmıştı.” Doğru düşünen, üreten, yaratan Müslümanların önünde sadece emperyalist/modernist baskı yoktu. Gelenekçi baskı, belki daha şiddetli ve korkutucuydu o zamanlar. Düşünün İbn Teymiye İslam dünyasında maruf, meşhur birisidir. Sahabe ve tabiin sonrası, sekiz on isim sayılsa, aralarında ille de adı anılabilecek birisidir İbn Teymiye. Mücahit yanı vardır; ilim adamıdır. Gelin görün ki onun adından bile korkulmaktaydı. Öyle ki yine o tarihlerde bu adı anılan hurafeciler, Necip Fazıl’ı aldatarak ona bir köşe yazısı yazdırdılar. Necip Fazıl İbni Teymiye hakkında “Kur’an’ı kendi aklıyla tefsir eden merkep” şeklinde küçültücü bir ifade kullanmıştı maalesef. Siz bu durumda Teymiye’nin eserini hangi cesaretle basar ve bu camiada satmaya kalkışırsınız? Basın yayın hayatında olup bitenleri doğru anlayabilmek için bunları da hatırlamalıyız diye düşünüyorum. Durum böyle idi. Bu durumda, o kıtlıktan çıkmış gibi yayınlanan dergiler herhalde başka yerlerinden patlamıştı. Tabii henüz tevhidi anlamda, sahih anlamda İslam’ı görüp gözeten bir bakış açısı kimsede yoktu; varsa da çok cılızdı. Münferit bazı kıpırdanışlar hatırlanabilir. Bunlardan birisi bizzat Mehmed Said Çekmegil’dir. Bazı mecmualarda yazdığı yazılarla dikkati çekiyordu. Sezai Karakoç’un dergisi Diriliş’in ilk sayılarında Çekmegil’in de yazıları vardır. Sonradan, yani İslâm anlayışı detaylandıkça her iki yazarın arası açılmıştır. Böylece Çekmegil bir daha Diriliş’te görünmemiş hatta Karakoç’un başlangıçtaki olumlu bakışı, hatıralarında olumsuza evrilmiştir. Diriliş’in ilk yıllarında Seyyid Kutub’dan da çeviriler vardır. Diriliş dergisi başlangıçta böyle geniş perspektifli başlamış sonunda halkayı daraltmıştır. Çekmegil farklı bir mücadelenin içerisindeyken Karakoç daha ziyade mistik bir saf seçmiştir kendisine. Ve o safta hâlâ devam etmektedir. Çekmegil, Necip Fazıl’ın Büyük Doğu’sunda da yazdı. Zaten Büyük Doğu Derneği’nin kuruluşunda da vardı; kurucu üye olarak. Yeni İstiklal ile birlikte 50’li ve 60’lı yılların her İslâmî dergisinde Çekmegil adına rastlamak mümkündür. Detaylar ortaya çıkmaya başladıktan sonra herkes safını seçmişti. Gelenekçiler, modernistler ve sahih idrakin peşindekiler gün geçtikçe birbirleri arasındaki mesafeyi uzatmaktaydılar.
Benim üniversiteye girdiğim altmışlı yılların ortalarında artık İslam’ı sahih anlamda idrak eden insanların sayısında kısmi bir artış gözleniyordu. Ben İstanbul’a Malatya’dan gelirken iyi bir temel atarak gelmiştim. Oradaki muhit doğrusu bizi iyi yetiştirmişti. Çünkü İstanbul dukalığı ile baş edebiliyorduk. M. Said Çekmegil, İsmail Hatip Erzen, Said Ertürk, Bahaeddin Bilhan gibi hocalarımızın muhitinden edindiklerimizle mümkün olduğu kadar sahih bir biçimde, doğru bir istikamette, doğrudan doğruya Allah’ın kelamına muhatap oluyorduk. Kelamullah’ı korkmadan, elimize rahatça alıyor, okuyor anlamaya çalışıyorduk. Günün birisinde Milli Türk Talebe Birliği’nde insanların dikkatini çekmişim. Kur’an-ı Kerim’e böyle pervasız yaklaşımım, rahat tavırlarımla sanki hakaret ediyormuşum izlenimi doğmuş. MTTB Genel Başkanı beni çağırdı. “Sen nerden geldin?” dedi. “Malatya’dan” dedim. “Hııı!” dedi. “Sen neden Kur’an’a hürmetsizce bakıyorsun?” dedi. “Nasıl?” dedim. “Sizin memlekette bir hoca varmış!” dedi. “Ayak ayaküstüne atarmış, ağzında sigara, Kur’an-ı Kerim’i eline alır hem anlamını söyler hem de sigarasını içermiş. Adı da M. Said Çekmegil’miş.” dedi. Hâlbuki iki Said’i karıştırıyordu. Çekmegil sigara içmez. Ertürk sigara içerdi. Mealini verebilecek kadar Arapçası olan da Said Ertürk’tü. Yine ayak ayaküstüne atan da Ertürk’tü. Çünkü çocukluğunda geçirdiği felç yüzünden, bu şekilde oturmak durumundaydı. Bir ayağı felçliydi. Her neyse insanlar o kadar yanlış düşünüyor ve öylesine önyargılı davranıyorlardı ki neresini düzeltecektiniz?
Önce Kelime Dergisi Yayınları
60’lı yıllarda ve o tarihe kadar düşünen ve üreten herkes kumpas altındaydı. Kemalist olmayan ama daha ılımlı düşünenler, orta yolda yürüyenler de sıkıntıdaydı. Düşünün ki bir zamanlar memleketin radyolarında Anadolu Türküleri çalınması yasaktı. Batılılaşan ülkede devlet radyoları ancak Batı müziği çalmalıydı. Bu aptalca değişimin en komik uygulamalarından birisi de Ankara’nın Kızılay Caddesi’ne köylü kılıklı insanların sokulmaması değil miydi? Bu raddeye varan yasaklardan kurtulmak için 50’li 60’lı yılları beklemek gerekmişti. 61 Anayasası’nın sağladığı kısmi hürriyet, birdenbire insanları basın yayın hayatına yöneltti. Herkes meramını yine çok açıktan olmaksızın daha ziyade edebiyatın imkânlarını kullanarak dile getirmeye başladı. Gazete ve dergilerde şiirler, hikâyeler, denemeler boy gösterdi. Bu arada bütün dünyada iletişim bilişim teknolojileri de yavaş yavaş gelişmekteydi. Entertip çıktı mesela. Daha gelişmiş basın yayın araçları, makineleri çoğaldı. Bu makineler hür nefes almaya başlayan insanların en büyük yardımcısı oluyordu. Süreç 70’li yıllara ulaştığında Türkiye’de sahih düşünen Müslümanların sesi de çıkmaya başladı.
İnananlar, düşünenler çok büyük kitlesel hareketler yerine küçük kolektif oluşumlar şeklinde örgütlenerek değil de sanki gönüllü beraberlikler şeklinde okuyup yazıyor ve yayınlıyorlardı. Çok uzun vadeli hesaplar yapılıyor olmasa da kimi hürriyetlerin önünü açması bakımından önemsenmeliydi bu çabalar. Bunlardan birisi Kriter dergisiydi. Yetmişli yıllarda kararı verilip yayın hayatına atılmıştı. Dergide ağırlıklı isim olarak Mehmed Said Çekmegil vardı. Kendisi Malatya’da yaşıyordu. Kriter’in yayın editörlüğünü Ankara’daki oğlu M. Selami Çekmegil üstlenmişti. Ben de orada yazılar yazıyordum. Kriter dergisi üzerine geçen yıl yine bu mekânda konuşmuştum. “Bilge Terzi” adlı kitabımda bu hususta bazı bilgiler vardır.
1973 yılında İstanbul’da beni artık MTTB tatmin etmiyordu. Arkadaşlarla aramızda kendilerine “ecma-in” dediğimiz bu insanlarla daha fazla barışık yaşayamayacağımı anladım. Zaten onlar da benden çok fazla hazzetmiyorlardı. Karşılıklı dile getirmesek de durum buydu. Ancak MTTB’de bulunuşum benim iki güzel insanla tanışmama vesiledir. Eskişehir’de Atasoy Müftüoğlu ve ekibinin çıkardığı Deneme dergisinde “Susan Adam” adlı bir şiirim yayınlanmıştı. Şakir Kocabaş ve Cahit Koytak şiiri çok sevmiş ve benimle tanışmak istemişler. Etrafa sorunca beni MTTB’de bulabileceklerini öğrenip gelmişlerdi. Tanıştık ve onlarla gönül beraberliğimiz kısa sürede en yüksek düzeye çıktı. Artık yalnız sayılmazdım ve MTTB’ye ihtiyacım kalmamıştı. Hemen her gün beraber oluyoruz. Hepimiz öğrenciyiz. Bu arada belirteyim ben dört yıllık fakülteyi dokuz yılda bitirdim. Dolayısıyla her üniversiteliyle ve her yeni kuşakla bir biçimde tanışıyorduk. Mesela Abdullah Gül de bunlardan biriydi.
Önceleri İstanbul’da Marmara Kıraathanesi diye bir yer vardı. Necip Fazıl, Sezai Karakoç gider orada sohbet ederlerdi. Bir vakit ben de dinleyicileri olarak bulunmuştum aralarında. Buralardan çok insan yetişmiştir. Marmara Kıraathanesi oyun da oynanan bir yerdi. Ancak bir kenarı gösterişli bir kordon çekilerek aydınlara ayrılmıştı. Sohbetler orada sürdürülürdü. Günün birinde Malatyalı bir külhanbeyi Beyazıt’ta bir kahvehane açtı. Adı Platin Bilardo’ydu. Benzer bir yeri biz de Platin Bilardo salonunda oluşturduk. Müdavimleri arasında Süleyman Akdemir, Hayati Yazıcı, Ahmet Şişman, Aziz Torun, Nevzat Er, Ali Bardakoğlu gibi arkadaşlar vardı. Merkezde herkesten yaşlı ağabey sıfatıyla ben vardım. Ben Malatya’dan taşıyıp buralara getirdiğim bir nevi diyalektiği onlara aktarıyorum. İlginç ve yeni geldiği için ilgi çekiyor anlattıklarım. Ben ilim tahsil etmiş birisi değilim. Sadece bir aktarıcıyım. Muhtemelen iyi bir sunum yapmaktayım ki izleyicilerim, dinleyicilerim, seyircilerim vardı. Hayatım boyunca da hep böyle kalacağımı nereden bileyim; her zaman öğrenciydim. Okul durumum ortadaydı; sürekli sınıfta kalıyordum. Bu arada her zaman uykusuz ve çoğu kere aç biilaç bir kimseydim. Biteviye okuyor ve anlatıyordum. Hâlâ birçok genç insandan daha fazla okuduğumu gözlüyorum. Gelelim konumuza; Platin Bilardo’daki oturumlarda bir gün şöyle bir karar aldık: Bir yayınevi kuracağız; bunun için bir mekân tutacağız. Benim yazı ve şiirlerimi bastıracağız. Elbet ben hâlâ öğrenciyim üstelik ailem beni yakında evlendirmek istiyor. Ve beş parasızım.
O zamanlar, Beyazıt’taki Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı İslamcı denilen kitapçıların yoğun olarak bulunduğu bir yerdi. Oradaki 33 numaralı dükkânı kiraladık. Kelime Dergisi Yayınları işte böyle başladı. Kelime benim ilk göz ağrımdır. Kelime’nin isim babası benim. Dükkânı açtık ama ticaret hayatında acemiyiz, çünkü ben memur çocuğuyum. Hayatımda ticaret yapmış değilim. Beyazsaray Kitapçılar Çarşısı’nın sahibi, Mesut Yılmaz’ın babasıymış. Arkadaşlarımın hepsi iş ehli kimselerin çocuklarıydılar. Buna rağmen yaptığımız acemiliği anlatacağım. 33 numaralı dükkânımızda ilk faaliyet olarak benim ilk hikâye kitabım “Gâvur Kayırıcılar”ı yayınladık. Kitaba harika bir kapak yaptı Cahit’in küçük kardeşi Mehmet Koytak. Cahit’le ben bir ay kitabı Mehmet’e anlattık. Biz anlattık o çizdi. O tarihlerde camianın yayınları arasında en iyi kitap kapağı kesinlikle bizimkiydi. Son derece sükse yaptı bu kapak. Mehmet başarılı bir biçimde kitabın hemen bütün muhtevasını kapağa yansıttı. Anadolu’da geçen hikâyelerden mürekkep bir kitaptı bu. Anadolu insanının din telakkisini, menkıbe anlayışını, saplantılarını anlatıyor, satır aralarında tartışıyordu. Mesela mavi boncuklar, at nalları, nazarla alakalı birtakım fetişist şeyler kapağa yansıtıldı. Ki o Mehmet Koytak niye kitap kapağı yapmayı bıraktı, niye bugün Türkiye’nin belli başlı ressamları arasında değil, yakalasam sorardım kendisine.
Ve kitap piyasaya çıktı. Beş bin adet basılmıştı. Cumhuriyet gazetesinde Rauf Mutluay, Oktay Akbal kitap hakkında yazılar yazdılar. Birisi: “Türk Dil Kurumu hikâye yarışmasına katılmadığına üzüldüğüm kitap.” dedi. O yıllarda kitaplar genellikle beş bin adet basılıyordu. Hemen ilk etapta bin tanesi bitti. Fakat dükkânı mali polis bastı. O sırada ben de evlenmeye gitmiştim. Polis siz kimsiniz, nasıl yayıncılık yaparsınız diyerek kitaplara el koymuş. Meğer biz, tabela asmak dışında resmi hiçbir işlem yapmamışız. Elde kalan kitaplara polis el koyduktan sonra, bizden zaten hazzetmeyen “İslâmcı” diğer komşularımız Mesut Yılmaz’ın babasına bizi ihbar etmişler. Ne idüğümüz belli değilmiş. Aramıza uzun saçlı komünist kılıklı kimseler de giriyormuş vb. Esnafın bir kısmı “Gâvur Kayırıcılar”ı okuyunca ortalığı velveleye vermiş. Hülasa ben evlenip üç beş ay sonra İstanbul’a döndüğümde dükkândan kovulmak üzereydik. Polis gasp ettiği kitapları Düşünce Yayınları’na yed’i emin olarak teslim etmişti. Onlar da ikinci katta bir yere balkona yığmışlardı kitapları. Balkonda birçok kitap zayi olmuş. Ara sıra Düşünce Yayınları’na uğrar, brandanın altındaki kitaplardan bir kısmını güya gizlice alır dağıtırdık. Böyle başladı Kelime macerası; hevesim kursağımda kaldı.
Kelime’deki ortaklarım düğünüme Malatya’ya gelmişlerdi. Cahit Koytak da vardı elbette. Evlilik sonrası dönünce İstanbul’da Koytak ailesinin desteği ile bir ev bulduk. Çok yoksuluz. Mesela babam artık beni yanında barındıramayacağını söylemişti. Haklıydı zira tam yedi kardeştik. O ise neticede bir devlet memuruydu. İşin zor tarafı kızlar hariç diğer beş erkek çocuğu da okuyordu. Babamın demir yolculuğundan yararlanarak eşyamı bir vagona doldurup hanımla ben geldik Haydarpaşa’ya. Eşyalar vagonda bekliyorken ev aramaya koyulduk. Pek bir paramız da yok. Hanımı Cahit Koytaklara bıraktım. Sonunda evi bulduk ve yerleştik. Anlattığım gibi kitapçılık tez bitti. Ardından başka bir ticaret işinde çalışmaya başladım. Bir oğlum olmuştu. Okulu bitirdim. Gecikmeli olarak okulu bitirince asker kaçağı durumuna düştüm. Beni yakaladılar. Asker kaçağı olmama rağmen hukuk fakültesini bitirmişliğin imtiyazıyla askeri savcı yaptılar. Gittim paşaya anlattım bu durumu. Bana “Git ulan işine bak!” dedi. Askeri savcılık için Bursa’ya gittim. Bursa’ya daha önce yerleşmiş ve ticaretle uğraşan ve bizim gibi düşünen bir ağabeyimiz vardı; Ahmet Gevaşlı. Beni yerde ararken gökte bulmuş gibiydi. O da yalnızlık çekiyordu. Askerlik sonrası için şimdiden adeta bana el koydu ve seni bırakmam; birlikte çalışacağız dedi.
Daha askerken işe başladım. Hafta sonları gidip ona yardım ediyordum. Askerlik bitince diplomamı yırtarak orada ticaret hayatına başladım. Ahmet Gevaşlı samimi, mümin bir ağabeyimizdi. Şimdi Aydın’da yaşıyor. Oturup konuştuk. Onun ticari ufku çok genişti. Büyük ticaret yapacaktık birlikte. En önemlisi ticari kazancın oldukça yüklü bir kısmını da hayırlı işlere harcayacaktık. Bu rakamın tasarrufu benim elimdeydi. Böylece Kriter dergisinin seksen sonrasındaki sayılarını şirket finanse etti. Hatta Konya’da Murat Kapkıner’in çıkardığı bir iki geçici dergi oldu. Onlara yardım edildi. Öğrencilere burslar verildi. Askerlik bitince söz verdiğim gibi Bursa’ya yerleşmiş ve işi ele almıştım artık. Patronumuz Gevaşlı sürekli projeler üreten, kanı sürekli kaynayan birisiydi. Israrla ille de Bursa’da kültürel anlamda bir şeyler yapmamızı istiyordu. Benim okuyup yazıyor olmamı, konuşmalarımı yeterli bulmuyor, bunların daha da yaygınlaştırılmasını istiyordu. Murat Kapkıner ara sıra Konya’dan gelip aramıza katılıyor, misafirimiz oluyordu. Onun çalışmalarına mali destek veriyorduk. Bu ara Hikmet Zeyveli’nin tayini Eskişehir’e çıkmıştı. Orada bir inşaat yolsuzluğunu ortaya çıkartınca kendisine yanaşık düzen cezası verip İzmir’e yollamışlardı. Hülasa askeriyeden rahatsızdı. İzmir’deki er eğitiminden dönerken rahatsızlığını bize aktarmıştı. Kendisine, istifa et gel dedik. Ankara’daki Kriter dergisi ise kapanmıştı. Sene 1984 idi sanırım. Zeyveli baskılara daha fazla dayanamadı ve istifa edip geldi. Böylece Kelime’nin ikinci doğuş fikri için elverişli bir zemin oluşmuştu.
Kelime Dergisinin Gerçek Doğuşu
İlk teşebbüs İstanbul’da yalnızca benim ilk kitabımın yayınlanması ile sonuçlanmıştı. Bu ise Kelime’nin ikinci kez hayata geçiriliş teşebbüsü idi. Nasıl yaparız nasıl ederiz diye düşünürken, Konya’dan Kapkıner’in bizi tanıştırdığı Muttalip adlı matbaacı bir arkadaş, dergiyi uygun fiyata basacağını söyledi. Murat Kapkıner Konya’da yaşadığı için işin mutfağına bakmayı üstlendi. İlmî alanda Hikmet Zeyveli, sanat edebiyat bahsinde İzzettin Hanifi görev yapacaktı. Böylece Kelime dergisinin ikinci doğumu gerçekleşti.
Burada biraz Kapkıner’den söz etmek gerekecek. Kapkıner benim çok yakın eski bir arkadaşım. Malatya Sanat Enstitüsü’nde okudu. Ardından o yıllarda bir yıl mı iki yıl mı hatırlamıyorum kısa bir eğitim sonrası astsubay olunuyordu. Gitti bu yolu seçti. Ancak rahat duran birisi değildi. Huzursuz bir ruhu vardı. Yanlışları görmezden gelecek bir yapıda değildi. Her yanlışın üzerine gitmek istiyordu. Gücünün yetmedikleriyle bile savaşmaktan çekinmiyordu. Askerdeyken bir erin namazına karışan üsteğmeni tekme tokat sokak ortasında dövdüğü söyleniyordu. Elbette tutuklandı. Malatya ve Diyarbakır’da hapis yattı. Hapishane sonrasında hiçbir işte tutunamadı.
Bir süre sonra böbreğindeki bir sorundan dolayı malulen emekli oldu. Malatya’da lise yıllarında aramıza katılmıştı. Nasıl gelmişti? O konuda fazla bir şey söyleyemem ama çok farklı bir hayattan gelmişti. Fazla okumazdı Kapkıner. Ama son derece keskin bir zekâsı vardı. Zekâsı ile bugüne kadar idare etmeyi başardı. Çok iyi bağlama çalar ve söylerdi. O, Harput türkülerini söylediğinde ben kendimden geçerdim. Mahalli bir sahne hayatı bile oldu. Birlikte o yıllarda ilkel imkânlarla kasetler doldururduk. O bağlama çalar ben şiir okurdum. Malatya Fikir Kulübü’ne çok fazla devam etmemiştir. Zaten bütünüyle bu çalışmayı desteklemiyordu. Kimi çekinceleri vardı. Kendine mahsus bir sufizm geliştirmişti. Çekincelerinin kaynağını o mistik görüşleri oluşturmaktaydı. Ancak asla düzenbaz birisi değildi. İnancında ve iddialarında gerçekten samimi idi. Yanlış düşünüyordu bize göre. Ancak dostluğumuza ziyan getirecek asla bir yanlışı olmamıştı. Ona bu yanlışını ömür boyu anlatamadım. Nasıl anlatabilirdim ki o da tıpkı babam gibi birisiydi. Samimi ama yanılıyordu. Bir aralık babamın müritliğine de soyundu. Hatta o zaman ben demiştim ki eyvah, Murat artık tasavvufu bırakmaz. Çünkü babamın müridi oldu; babamsa asla müritlerini aldatmaz ve kazıklamaz. Böylece Murat, davasından bir ömür boyu vazgeçmez. Öyle de oldu.
Her şeye rağmen Kapkıner’le bizim arkadaşlığımız, dostluğumuz, hukukumuz son yıllara kadar eksilmeden devam etti. Kelime dergisinin mutfağında yer alması yadırganmamalıdır.
Karar verdik Kapkıner Konya’dan her hafta veya iki haftada bir Bursa’ya gelecekti. Onun giderleri de dergi tarafından karşılanacaktı. Ayrıca dergi satılır ve para kazandırırsa bu para da Kapkıner ve Zeyveli arasında paylaşılacaktı, niyet böyleydi. Oysa dergi para kazandırmazdı. Bunu dergi çıkaranlar çok iyi bilirler. Rahmetli Ercümend Özkan kardeşimiz derdini anlatmak için “Dergi benim yan giderim!” derdi.
Kelime’nin hem isim hem de fikir babası bendim. Dergide ne olsun, hangi konulara yer verilsin diye düşünürken Murat ile benim fikirlerim belirleyici olurdu. Hikmet bey kendine düşeni zaten fazlasıyla yapmaktaydı. Birbirimizi başlangıçta anlayışla karşılıyorduk. Gerçi Konya’da derginin bizzat başında bulunması hasebiyle Kapkıner’in toparladığı yazılar da azımsanmayacak boyuttaydı. Burada Zeyveli ile ilgili bir değerlendirmede yapmam gerekirse diyebilirim ki, Zeyveli ile beraber Malatya Fikir Kulübü’nde yetişenler, ilimle, araştırmayla tanıştı. Özellikle Arapçadan birinci el kaynaklar onunla birlikte gündemimize girdi. Bunun öncesinde Malatya’da daha ziyade fikri bir mücadele vardı. Bunun ilim cephesi eksikti. Said Ertürk hoca her ne kadar ilim tahsil etmiş olsa da kendisi Zaza olduğu için meramını anlatabilecek Türkçesi pek gelişkin değildi; deyim yerindeyse nutku ve üslubu yoktu. Buna bağlı olarak kalemi de yoktu. Onun düşüncelerini çoğu kere yanında/yakınında bulunanlar anlattılar kısmen. O nedenle Hikmet Zeyveli’nin çalışmaları çok önemliydi. O hem ilmi birikimi hem de bildiği diller sayesinde bambaşka bir ufuk kattı Malatya ekolüne. Yalnız onun da çok temel bir sıkıntısı vardı. Zeyveli yazmıyordu. Şunu rahatlıkla ifade edebilirim ki, ilk kez Kelime dergisi başarmış ve onu yazar yapmıştır. Bugün bir Hikmet Zeyveli’den söz edebiliyorsak bu Kelime dergisindeki yazıları sayesindedir. Dolayısıyla Zeyveli’yi Türkçe kültür dünyasına kazandıran Kelime’dir. Tabii onun düşünceleri daha sonra başka isimlerce geliştirilerek daha akademik bir dile kavuştu. Zeyveli kendi alanında ve döneminde ilk adımdır. O ilk makalelerini Kelime’de yazarken biraz çekine çekine yazdı. Kelime macerası öncesinde Kriter dergisinde benim Ebu Yasir müstear imzasıyla yazılarım çıkmıştı. Sanki buradan mülhem olarak Zeyveli de Ebu Kevser müstearıyla Kriter’de belki biraz da kerhen yazılar kaleme almıştı. Ama bu yazılar süreklilik kazanmamıştı. Bir süre önemli tercümeler de yaptı Zeyveli. Kelime dergisinde yayınladığımız çevirilerle, İslam dünyasında bu tarz bakışlar da var, anlayışını gündeme getirerek, böyle de bakılabilir demek istiyorduk. Mahmud Ebu Reyye, Muhammed Tevhiq Sıdki, Muhammed el Behiy, Muhsin Abdülhamid ve elbette Muhammed Esed’den yapılan çok önemli çeviriler gerçekleştirildi. Bu yazarların daha önce kısmen çevrildiği söylenebilir ama Muhammed Esed ilk defa Kelime dergisinde okurla buluştu. Bu çok önemliydi. Hepimiz Esed mealinin İngilizcesini edinmiştik. Onu fotokopi ile çoğaltarak okuyup anlamaya çalıştık. Esed mealinin arka kısmında yer alan üç yazı tercüme edilip yayımlandı. Eski arkadaşımız, Said hocamızın oğlu Ahmet Ertürk mealin giriş kısmını çevirdi onu da yayınlayıp böylece mealin topyekûn çevirisinin ilk adımı atılmış oldu.
Kelime dergisinde bir şey dikkatinizi çekmiş olmalı. Dergi yazarları arasında Mehmed Said Çekmegil adı yoktur. Derginin Kriter’den en önemli farkı budur. Niçin yoktur bu dergide Çekmegil? Üstelik yazarlarının tamamı onun yanında yetişmiş isimlerden oluşmasına rağmen yok. Biri İzzettin Hanifi ki, Çekmegil’in “manevi oğlu” sayılacak kadar ona yakındı. Zeyveli ise damadıydı. En uzak sanılan Kapkıner bile esasen Malatyalı olması sebebiyle yine bir Çekmegil tilmiziydi. Her üçü de Çekmegil ekolünden geliyordu denebilir. Toplam on altı sayı çıkan bir dergide Çekmegil adının yalnızca bir kez İzzettin Hanifi röportajıyla gündeme gelmesinin sağlam bir açıklaması olmalıdır. Şöyle açıklanabilir: Biz dergiyi çıkarmaya karar verdiğimizde Said ağabeye bir mektup yazdık. Dergiye katkılarını beklediğimizi belirten bir yazıydı bu. Said ağabey bize bir mektupla cevap verdi. Bizim çocuklar güzel işler yapıyor kabilinden bir mektuptu bu. Ve yayınlanmak üzere göndermişti. Bu mektubu yayınlayıp yayınlamama kararını almak üzere toplandık. Ben itiraz ettim. İtirazım kabul gördü. Ve bu mektup yazıyı yayınlamadık. Said ağabey ile de meseleyi telefon ve yazışmayla görüştüm. Kendisine hadiseyi bir türlü doğru dürüst izah edemedim. Oysa biz ondan dört başı mamur fikri yazılar bekliyorduk. Alınganlık gösterdi ve başka bir yazı göndermedi. Ayrıca her karşılaşmamızda olayı gündeme getirdi. Yarı şaka yarı ciddi her yerde, Kelime dergisi yönetiminin kendi yazılarını yayınlamadığını söyleyip durdu.
Bir de şu vardı Çekmegil’in bu dergide olmayışı ile ilgili olarak. Galiba artık rüştümüzü ispat etmek istiyorduk. Olgunlaştığımızı herkes görmeliydi. Kendi başımıza bir şeyler yapabilirdik. Derginin sahiden dergi olmasını önemsiyorduk. Mecmua kelimesi, cem eden, dergi ise derleyen demek değil miydi? Fikri, sanatı, ilmi kuşatan ve hepsinden en üst düzey ürünler yayınlayan bir dergi olsun düşüncesindeydik. Bize göre Çekmegil, ömrü taşrada geçmiş birisiydi. Bir dergi konusunda aynı beğeni anlayışımız olamazdı. Onun dergi tasavvuru şöyleydi: Biliyorsunuz 60’lı yıllara kadar çıkan dergilerin hemen hepsinde her kesimden okura hitap eden ürünler ve sayfalar vardı. Böyle dergiler hâlâ da varlar. Oysa 80’li yıllardan sonra basın yayın hayatında ciddi değişimler, farklılaşmalar olmuştu. Her ilgi alanı ve her türden ve yaştan okuyucu için ayrı dergiler çıkıyordu. Ben ise sadece Müslüman münevverlerin okuyup izleyebileceği bir dergi olsun istiyordum. Üstelik bu çabayı önemsiyordum da. Tahminin odur ki Çekmegil Kelime’ye dâhil olsaydı, Kelime dergisine bahsettiğim dergilerde görülen kadın, çocuk, bulmaca vb. sayfalarını bir biçimde eklemek zorunda kalabilirdik. O, bir dergi eve girince, dergiyi herkes okusun istiyordu. Hâlbuki bence 80’li yıllardan itibaren bu işler detaylanmıştı. Böyle dergiler çıkarırsanız münevverler arasında ilgilisini bulabilmeniz mümkün değildi. Biraz da bu sebeple Çekmegil’i dışarıda bırakır gibi hareket etmeyi uygun bulmuştuk. Bu durumda Kelime’nin eli de biraz rahatlamış oldu. Ayrıca Çekmegil’in katılmaması Zeyveli’nin öne çıkmasını da sağladı. Eğer Çekmegil Kelime’de olagelseydi, Zeyveli’nin Çekmegil’in gölgesinde kalması mukadderdi. Hikmet Zeyveli, Çekmegil’in damadı olmasına rağmen ona bazı hususlarda ve tutumlarda fikren mesafeliydi. Fıkhen de ona bu kadar yakın değildi. Ruhsal açıdan ise deyim yerindeyse yıldızları pek barışık görünmüyordu. O yüzden, Çekmegil’in de aralarında bulunduğu dergide Zeyveli aynı rahatlıkla, aynı coşkuyla bulunamayacaktı diye düşünüyordum. Bu tercihin iyi, doğru ve hakkaniyetli olduğu kanaatindeyim. Niye? Yeni bir imza kazandı kültür dünyamız. Hikmet Zeyveli’yi kazandı.
Tabii Kelime dergisiyle birlikte biz de artık Malatyalı değildik. Merkezdeydik. Türkiye’nin pek çok yerinde yankı yaptı bizim dergi. 1000-1500 baskı yaptık ama yankısı daha yüksekti. Zeyveli’nin ilk yazısı Peygamber’in bıraktığı mirasın ne olduğunu kritik eden bir yazıydı. Yani Veda Hutbesi’nin son ifadelerini, Sünni ve Şii kaynaklarda yer alan biçimleriyle ayrı ayrı ele alıyordu. Yazdıkları alışılagelen bilgilere çok aykırı düşmekteydi. Bu kritik yepyeni bir ses, yeni bir soluk taşıyordu. Bu yazı, aynı zamanda Çekmegil ile Zeyveli arasındaki farkı da ortaya koyan, bir başka tartışmayı hatırlatır bize: Vahyin ikiye ayrılıp ayrılmayacağı. Peygamber’in söylediklerinin vahiy olup olmadığı, vahyi metluv, vahyi gayri metluv ayrımının yapılıp yapılamayacağı hususu ikisi arasındaki tartışma konularının başında geliyordu. Çekmegil doğrudan vahiy olmasa bile, mütevatir haberlerin vahiy gibi olduğunu belirten bir yorum yapıyordu. Hikmet Zeyveli ise bu parçalamayı doğru bulmuyordu.
Kelime dergisinin ilk yazısı İzzetin Hanifi’ye ait “Gündem Sorunu” başlıklı yazıydı. Özetle Müslümanların gündemlerini başkaları değil bizzat kendileri tayin etmelidir, deniliyordu bu yazıda. Kelime dergisinin misyonu da buydu zaten. Dergide çok iyi sanat eserleri yayınlandı. Cahit Koytak, Süleyman Çelik, İhsan Durdu, Mikail Bayram, Nurettin Durman ve Cevdet Karal’ın şiirleri yer aldı. Dücane Cündioğlu’nun o zamana kadarki bence en iyi ve önemli bir yazısı, mealleri kritik ettiği yazı yayınlandı. Onun dergiye katılımı Hikmet Zeyveli’ye muhabbetinden dolayı idi. Sadece Türkiye içinden değil Kelime dergisi Türkiye dışından da önemli isimleri gündeme taşıdı. Muhammed Esed mealinin yayınlanması bence bu derginin eseridir. Eser yayınevine teklif edildiği zaman yayınevinin redaktörü olarak Zeyveli çalışacaktı. Ertürk ve Koytak’ın çevirilerini Zeyveli birleştirecekti. Hatta ilk elli sayfasını ben de okumuştum. Zeyveli sonradan yayınevi ile oluşan bir anlaşmazlıktan ötürü çalışmadan ayrıldı. Ahmet Ertürk ve Cahit Koytak arkadaşlarımız çeviriyi tamamladılar. İyi de ettiler.
Esed meali gerçekten Türkiye’de bir inkılâp başlattı denilebilir. Düşünün ki benim öğrencilik yıllarımda elinizde okuyabileceğiniz tek meal Hasan Basri Çantay’ın mealiydi. Ömer Rıza Doğrul’un “Tanrı Buyruğu” elimizde yoktu. Okuyorduk lakin Hasan Basri Çantay’ın meali çok şaşırtıyordu bizi. Bu mealin tırnak içlerini okumazsanız dili, Türkçesi hayli başarılıdır. Eğer tırnak içleriyle birlikte okursanız işiniz zordur. Hasan Basri Çantay ilim adamıdır, iyi bir tercüme yapmıştır. Mehmet Akif’e yakınlığı vardır filan. Ne var ki mealinin tırnak içindeki tefsirleri büyük oranda ümmi mürşit Abdülaziz Debbağ’dan alıntılar şeklindedir. Bir kere bir Kur’an mealinde ümmi bir mürşidin ne işi var diye sormak geliyor insanın içinden. O güzelim Türkçeyi berbat etmişti söylediğim alıntılar. Ardından Ali Fikri Yavuz’un meali yayımlandı. O da maalesef faydalanamadığımız bir meal oldu. Sonra başka mealler yayınlandı. Ama hiçbiri Esed’in ortaya koyduğu etkiyi oluşturamadı. Onun takva kavramını açıklarken gündeme getirdiği “sorumluluk bilinci” ifadesi, alışıldık meallerin çok ötesindeydi.
Sait Şimşek, mucize ile ilgili çok önemli yazı yazdı örneğin. Beni kendisiyle Ali Bulaç tanıştırmıştı İstanbul’da. Sonraki yıllarda ilmi birikimini hayli geliştirmişti. Zaten eserleri onun bu alandaki birikiminin belgesi mahiyetindedir. “Kur’an Kıssalarına Giriş”, “Kur’an’ın “Anlaşılmasında İki Mesele”, “Günümüz Tefsir Problemleri” vs. Şimdilerde de bir tefsir çalışması yaptığından haberdarız. Sait Şimşek, Selçuk İlahiyat Fakültesi’nde önemli bir çevre oluşturmuştur. O çevreden İbrahim Sarmış hoca da Kelime’de yazmıştır. Hikmet Zeyveli ile ilgili bir hatıra anlatmak istiyorum burada. Zeyveli askeriyeden ayrıldıktan sonra Selçuk İlahiyat’ın sınavlarına katıldı. Öğretim görevlisi olmak istiyordu, geçimini sağlamak için. Ne var ki sınavı kazanamadığı söylendi kendisine. Kazanamayışının nedeni Arapça ve İngilizce birikiminin oradakilerden fazla olmasıymış. Biz bunu sonradan öğrendik tabii.
Dergide yazılarını ve şiirlerini yayımladığımız Mikail Bayram tek başına bir fenomendir. Onu biz önce yazılarıyla tanıdık. Bir süre sonra Serayi mahlasıyla şiirler yazdığını da öğrendik. Kelime’ye yazılarıyla birlikte şiirlerini de gönderdi. Böylece Türkiye onun bu yönünü de tanımış oldu. Ayrıca Fil Olayı üzerine de bir çalışması yayınlandı. Kelime’de yayınlanan ilk şiiri “Gazel” bir münafığı anlatır. Hem de çok güzel anlatır.
Kelime dergisi kanımca okuyucusuna bir bilinç aşısı yaptı. 1973 ve 1986’daki her iki Kelime macerası da bu hesap içindeydi. Şimdi dönüp geriye baktığımda Müslümanların çoğunun okuryazarlık işinde maalesef amatör ve çocuk kaldıklarını fark ediyorum. Bu biraz adam kıtlığından kaynaklanan bir durumdur aslında. Her işe yetişmeye çalışmak gibi bir çaresizliği vardı bizim kuşağımızın. Üzerimize fazlasıyla yük almıştık. Bazen yanlışlar da yaptık diyorum. Bazen de iyi ki yanlışlarımız da var veya iyi ki bunların farkındayız diyorum. İyi ki Kelime vardı. Kelime’nin bünyesinde biz, Malatya ekolünden aldığımız o anlayışı, hayatı, eşyayı ve olayları künhüne vararak kavrama esprisini sürdürdük. Bilgi deposu, bilgi ambarı olmaktansa bilinç ve dinamizm sahibi olmayı önemsedik, önceledik. Ortalıkta düşünen insan yoktu çünkü. Bunu dergide yayımladığımız şiirlerde de göstermeye çalıştık
Bilgisiz olmaz elbet ama bilinçsiz hiç olmaz diye düşünüyorum. Muhakemesiz bilgi ise hiçbir işe yaramaz. Hocalardan birisi köşe yazısında şöyle bir şey söylüyordu: “Kur’an’ı doğru anlamak için önce iman etmek lazımdır.” Acaba iman etmek, gözünü kulağını kapatarak okumak anlamına mı geliyor? Bunu söyleyen bir ilim adamının zihni bence bilgi deposudur. Fakat muhakeme yoksunluğu çekmektedir. Bir şeye inanmak için önce anlamak gerek, muhakeme etmek gerek değil midir? Bu ve bunun gibi yaklaşımlar beni çok rahatsız ediyor. Biz Malatya’da bu tarz yanlışlıkların üzerine gitmeyi öğrenmiştik. Kelime dergisinde de aynı anlayışı sürdürmeye çalıştık. Bu yönde bir tavır sahibi olmayı önemsedik.
Yazılı Müslüman kültür tarihinde Kelime’nin şöyle bir rolü var: Bir cesaret aşısı yapmıştır. Şu cesaret aşısı sayesinde insanlar öğrendiler ki hiç kimse farkına varmadan kâfir olmaz, mümin de olmaz. Ancak farkına vararak mümin ya da kâfir olunabilir. Yazılarda, hikâyelerde, şiirlerde hatta film senaryolarında bile, bu farkına varma durumu işlendi. Bize göre, dinsiz ahlaksız, tarafsız insan yoktur. Herkesin bir dini vardır. Dinin hak yahut batıl oluşu ayrı bir meseledir. Ahlak da böyledir. Kişinin ahlakı iyi ya da kötüdür, mutlaka bir ahlakı vardır. Dergide yazılan yazılardan dolayı Mustafa Everdi bir tenkit göndermişti. Kısmen hakaretlerle dolu bir tenkit idi bu. İzzettin Hanifi’yi silip süpürüyor, sıfıra indiriyordu kendince. O yazı yayınlandı; cevabi bir yazıyla birlikte. Hikmet Zeyveli’nin yazılarına da Kapkıner eleştiriler yazdı. Onlar da yayınlandı. Böyle bir tutumu sonuna kadar izledik.
Derginin ilk on iki sayısını Kapkıner yönetti. Bir süre sonra Zeyveli’yle ikisi arasında bir kopukluk başladı. Bu kopukluğun sebebi mistik düşüncenin Kapkıner’de bir inanca dönüşmüş olmasıydı. Ondan sonraki dört sayıyı ise İstanbul’da Zeyveli çıkardı. On altıncı sayıdan itibaren dergi ömrünü tamamladı. Hayırlara vesile olmuştur umudu ve dileğiyle Kelime macerası son buldu, kültür tarihindeki yerini aldı.