İlk Darbeye Yol Açan Lozan Sürecinde Ali Şükrü Bey Cinayeti

Bahadır Kurbanoğlu

Ali Şükrü'yü öldüren bilekleri kıracağız.

O bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun.”1

 

Ali Şükrü Bey, 1884 yılında Trabzon’un Vakfıkebir ilçesine bağlı Şarli köyünde doğdu. Bahriye Kolağası Hacı Hafız Ahmed’in oğlu olup Heybeliada Bahriye Mektebini 1904 yılında bitirdi. Deniz Kurmay Subayı olarak orduya katıldı.

Genç yaşta siyasi faaliyetlere atılan Ali Şükrü Bey, 1909 yılında kurulan ve zayıflayan donanmayı halktan toplanan paralarla güçlendirme amacı taşıyan Donanma-yı Osmanî Muâvenet-i Milliye Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı ve ikinci başkanlık görevini yürüttü.

İttihatçılardan gelen siyasi teklifleri reddeden Ali Şükrü Bey, ordu ile birlikte fiilen siyasetin içinde olmalarından ve masonlarla teşrik-i mesailerinin bulunmasından dolayı onlara mesafeli olmakla birlikte, aynı zamanda bu konularda eleştiriler de yöneltiyordu. Bir süre sonra ordudan da istifa ederek, Donanma Cemiyeti tarafından alınmak istenen nakliye gemileri için Liverpool’a gönderilmiş olmasından da istifadeyle İngiltere’de deniz hukuku tahsili ile meşgul oldu.

İtalyanların Trablusgarp’a çıkarma yaptıkları bu dönemde Ali Şükrü Bey de özellikle Liverpool Times’a yazdığı makalelerle İtalyan iddia ve iftiralarına yönelik olarak kamuoyunu bilgilendirmiş, hatta bu yüzden İtalyanlardan imzasız tehdit mektupları da almıştır.

Ali Şükrü Bey bilahare “Donanma” adlı bir dergi çıkarıp Cağaloğlu’nda Ali Şükrü Matbaasını açmış, “Ayyıldız Pazarı” adlı bir yayınevi de kurmuştu.

Bu dönemin ardından 12 Ocak 1920 günü açılan ve 16 Mart 1920 günü kapanarak sadece 64 gün varlığını sürdürülebilen son Osmanlı Meclis-i Mebusanında Trabzon milletvekili olan Ali Şükrü Bey, daha sonra yakın arkadaşı Mehmed Akif’le birlikte Anadolu’ya geçerek 23 Nisan 1920 günü açılan I. Büyük Millet Meclisine gene Trabzon milletvekili olarak katıldı.

Araştırmacı yazar D.Mehmet Doğan, bu süreci aktarırken, bir yandan dönemin siyasi hissiyatına yönelik M. Kemal’e ilişkin bakış açısına, diğer yandan Ali Şükrü Bey’in Eşref Edip Fergân ve Mehmet Akif Ersoy ile olan fikrî ve ferdî yakınlığına dair şu bilgileri veriyor:

“İstanbul Meclisi çalışamaz hale gelince, Ankara’da açılacak olan Meclisin yolunu tutmuş. Ali Şükrü Bey bu seyahatte yalnız değil. Nisan başlarında Ali Şükrü Bey Sebilürreşad idarehanesinde, Eşref Edib ve Mehmed Âkif’e, ‘Hazırlanın gidiyoruz. Paşa sizi istiyor, Sebilürreşad’ın Ankara’da neşrini istiyor. Sebilürreşad’ın Ankara’da yayınlanması millî hareketin manevî cephesini kuvvetlendirecektir.’ diyerek Mustafa Kemal Paşa’nın davetini Mehmed Akif’e duyuruyor. Bir vazife adamı olan Mehmed Âkif de ülkesinin içinde bulunduğu zor durumu dikkate alarak tereddütsüz kabul ediyor. Eşref Edib’e derginin işlerini toparlayarak arkadan gelmesini söyleyerek yola çıkıyor. 10 Nisan’da İstanbul’dan Ali Şükrü Bey ve oğlu Emin’le ayrılıyorlar. Adapazarı, Eskişehir Ankara güzergâhını takip ediyorlar. Önce araba, sonra at, dekovil ve Eskişehir’den sonra trenle yolculuktan sonra 24 Nisan’da Ankara’ya ulaşıyorlar.

Mehmed Âkif’in Ali Şükrü Bey’e itimat etmesi önemli. Onun getirdiği haber üzerine ve onunla beraber yola çıkıyor. Meclis çalışmaları sırasında da görüş ve mizaç yakınlıkları onları aynı grup içinde tutuyor.”

Ali Şükrü Bey siyasi faaliyetlerin içerisine iyiden iyiye girmeye başlamıştı. İstanbul’un İngilizler tarafından işgaliyle birlikte sürekli dağılıp toplanan Meclis’in fesih kararının alınmaya çalışılıp vekillerin Ankara’ya intikalinin sağlanmaya çalışıldığı günlerde de onu feshi engellemeye çalışanların başında görmekteyiz. Defalarca kürsüden yaptığı konuşmalara 19 Ocak 1923’te Ankara’nın en önemli muhalif yayın organı olacak olan Tan gazetesinin2 kuruluşu eklenecek, bu gelişme Meclis’teki hararetli çalışma ve konuşmalara bu gazete yazılarının da eklenmesini beraberinde getirecekti. Siyaseten katline giden yolda bütün bu çabalarla birlikte hiç şüphesiz kişiliğinin ve siyasi kimliğinin de rolü büyük olacaktı. Bu siyaseten katilde en önemli sebepleri oluşturan dönemin genel siyasi anatomisine geçmezden evvel, onun kimlik ve kişiliğine ilişkin şahitliklere değinmekte fayda var.

Ali Şükrü Bey’in Kişiliği ve Siyasi Kimliği

Kadir Mısıroğlu, Hasan Mezarcı gibi onun hakkında araştırmalarda bulunmuş farklı şahsiyetlerin de ortak aktarımlarına yansıdığı üzere Ali Şükrü Bey’in kimliğini tanımlayan en veciz ifade “İslam”dır. Hassasiyetlerini, atılganlığını, mücadeleci ruhunu, cüretkârlıklarını ve muhalif duruşunu besleyen yegâne kaynak İslam’dır. Meclis’te kanun teklifi sunarak müzakereye açılmasını sağladığı “Men-i Müskirat Hakkında Kanun Tasarısı” (İçkinin Yasaklanması) gibi konular ya da “Umumi Sağlık” konulu tartışmalarda “Kadınlarımızın yüzlerinden ne ister bunlar? Yüzlerini açtırmayacağız!” şeklindeki yorumlarından da onun kimliği hakkında fikir edinebilmek mümkündür.

İnsanların en temel haklarından olan ve “ismet” olarak adlandırılan konular başta olmak üzere, kişi hak ve özgürlükleri, fikir ve düşünce özgürlüğü, halkın emanetini temsil eden Meclis’in şahs-ı manevisinin despot ve baskıcı gelenekten gelen çevrelere karşı korunması hususunda gösterilen hassasiyetler de aslında dönemin İslamcılarının alâmetifarikalarındandır.3

Buna dair en veciz örnekler Ali Şükrü Bey’in Meclis’te ve yazılarında kullandığı literatürde mevcuttur. Buna bir örnek olması hasebiyle, vekillerin seçilme yöntemine ilişkin kanunla ilgili 6 Temmuz 1922’de yaptığı konuşma verilebilir. Vekillerin sadece Meclis başkanının gösterdiği adaylar arasından seçilebilmesi yöntemini, Meclis’in hiçbir şekilde sınırlanamayacak haklarından biri olan “serbest seçim hakkı”nın sınırlanması olarak görüp eleştirir. Bu konuşmasında “hâkimiyet-i milliye” ilkesi üzerinde durur ve “Hâkimiyet-i milliyenin gerçek kavramını şu heyet bile tamamıyla uygulayamazken, nerede kaldı ki bu heyetin içinden seçilmiş beş on kişiden oluşan ve daha ufak bir zümreye bu bahşedilsin…” der.

17 Ocak 1923’te Hürriyet-i Şahsiye Kanunu ile ilgili sarf ettiği sözler ise ne demek istediğimizi daha sarih olarak izah edecektir. Kendisinden önce söz alan Heyet-i Vekile Reisi Rauf Orbay’ın “hür doğan insanların hürriyetini sağlayacak bir kanunun uygulanmasının zamana bağlı olduğunu” söylemesini hayretle karşılayan Ali Şükrü Bey, “kanunun üstüne çıkıp halkın en doğal, en temel hakkını, hürriyetini iptal etmek gücünü kendinde görenler cezalandırılmadıkça, bu şeklin sonsuza kadar süreceği”nden yakınmıştır. Özetle, alâmetifarika olarak altını çizdiğimiz ve kişi dokunulmazlığı sağlanmadıkça diğer kanunların havada kalacağını vurgulayan şu önemli hususlara değinmiştir:

“…Hâkimiyet-i milliyenin esası kişi dokunulmazlığıdır. Bunu sağlayacak şu kanun buradan çıkmadıkça bendenizce diğer kanunların hiçbirinin değeri yoktur; çünkü hepsinin temelini bu kanun oluşturur. Bir halk hakkını muhafaza edeceğini bilmezse ve saldırganların saldırısına karşı kendini savunacak bir kuvvet ve kudret görmezse, yani o halk hürriyet ve serbestîsine sahip olmazsa, mutlaka müstebitlerin, mütegallibenin esiri olacaktır. Efendiler! Biz halka benliğini vermeliyiz, halk hür olduğunu bilmeli ki kendi vicdanı doğrultusunda iş görsün. Hâkimiyet-i milliye tecellisini göstermek için önce halkın hürriyetini sağlamak gerekir.”

Tan gazetesinin ilk sayısında yer alan “Yolumuz” adlı başyazı da aslında hangi ilkeler üzerinde yüründüğünün bildirisi şeklinde okunmalıdır. Yazıda, ülkede “inkılâp” kelimesine bambaşka anlamlar yüklendiğinden şikâyet edilmekte, yüzyıldır süregelen “yenilik” ve “inkılâp hareketleri” sırasında, bir yandan “yenilik ve ilerleme” diye feryat edilirken, diğer yandan ülkenin kapılarının her türlü yeni fikirlere, serbest düşüncelere ve anlayışlara kapalı tutulduğu belirtilmektedir. Gelişmenin ilk etkeninin, aslında “fikir” ve “içtihat” özgürlüğü olduğunu vurgulayan yazı, gerçekleşen yenilik ve inkılâp hareketlerinin toplumsal çevrelerde yerleşmemesini, bu özgürlüğün eksikliğine bağlamaktadır. Gazetenin 3. sayısındaki başyazının başlığı da “Fikri inkılâp emelleri neden serâba müntehi oluyor”dur. 4. sayıda ise “yenileşme ve canlanma arzu eden mütefekkirlerin düşüncede özgürlüğü, azim ve iradede kuvvet ile donatılmış olmayı görmeleri gerektiğinden” bahseder.

Fikirler üzerindeki baskıları “üç başlı ejderha”ya benzeten Ali Şükrü Bey bunları; “kötü idare”, “göreneğe bağlı eski düşünceler” ve “cehalet” olarak nitelendirir. Bu üç başa birden hücum edilmesinin gerektiğinden bahisle “…Fikrinden, kanaatinden dolayı ne kimse hapsedilsin ve baskı görsün ve ne de küfür ve lânete layık görülsün… Her açılan ağza kilit vurulup, her düşünen kafaya darbe indirilip, düşünmek ve söylemek hakları tekelleştirilirse ortaya çıkacak sonucun hepimiz için hayal kırıklığından ibaret olacağı”nın altını kalınca çizer.

Hürriyet-i Şahsiye Kanunu’nun Meclis’te kabul edilmesinin ardından Tan’da yazdığı yazıda sevincini ortaya koyan Ali Şükrü Bey; “Bu kanunun, kendilerinde sınırsız yetkiler olduğunu sanarak, kişi haklarına tecavüz etmeyi alışkanlık haline getirmiş olanlara, insanların bazı kutsal ve dokunulmaz haklara sahip olduğu gerçeğini anlatacağını” vurgulamıştır.

Hükümetin, daha kanun yayınlanmadan, bu kanunun hükümlerini sınırlamak için Meclis’e yeni bir kanun teklifi göndermesinin, bazı hükümet üyelerinin halkın ruh halini henüz anlayamadığını gösterdiğini düşünen Ali Şükrü Bey, bu girişimi sert bir dille eleştirmiş ve mezkûr adım Meclis tarafından reddedilmiştir.

Ali Şükrü Bey bu yazılarında elbette boşluğa konuşmamakta ya da felsefe yapmamaktadır. Yazdıklarının somut karşılıkları vardır. Bu ilkeleri çiğneyenler ve çiğnenmesi için sınırsız yetkilerle donanmak arzusunda olanlar vardır. Mücadele onlarladır ve ne hazindir ki, bu ilkeleri hiçe sayanlar tarafından en temel dokunulmaz olan canına kastedilecektir. Lakin bu yazı ve konuşmalardan aynı zamanda dönemin bazı Müslümanlarının/İslamcılarının hassasiyetlerini de doğru okuma çabası da gütmekteyiz.4

Bu noktada, siyasi tartışma literatürünün hedeflerini ve meşruiyet zeminini kavrama açısından küçük bir parantez açmakta fayda var:

Ali Şükrü Bey ve Hüseyin Avni Ulaş gibilerin sıklıkla altını çizdiği ve dönemin siyasi meşruiyetini felsefi anlamda da inşa etmeye çalışan bu kavramlardan herkes aynı şeyi anlamamaktadır. “Milletin iradesi”, “Millet emrediyor”, “Millet böyle istiyor”, “Millet kararını vermiştir” gibi ifadelerin mezkûr dönemde Yunus Nadi vb. M. Kemal’e yakın mebus ve gazeteciler tarafından kullanıldığında (ve hassaten M. Kemal tarafından) bu sözlerde bazen Meclis egemenliğine karşı İnkılabın koruyucu gücünü oluşturan “Ordu”nun, bazen de direkt olarak M. Kemal’in kendisinin kastedildiğini hatırlatmak gerekiyor. Kişi sultasına karşı Meclis egemenliği anlamında kullanılmakla birlikte, mezkûr dönemde otoriter yetkilerle donanan ve buna göre siyasi hareket mekanizmasını geliştiren M. Kemal iktidarına yönelik kullanıldığını da belirtmek gerek. Bu kesim artık “Meclis’in şekilden ibaret olduğu”, “Milli iradenin Meclis’in de üstünde olduğu”; “Gerektiğinde Milli iradeyi koruma adına Meclis’in de dağıtılabileceği” gibi vurgularla, yeni bir dönemin kapısını aralamakta ve bu bapta Meclis’te ciddi tartışmalar yaşanmaktadır.

Ali Şükrü Bey’in nevi şahsına münhasır kişiliğine dönersek, dürüstlüğü, gözü pekliği, kalenderliği, pervasızlık derecesinde açık sözlülüğü gibi sıfatlarla anılmasını beraberinde getirmiştir. Hatta bu konularda sadece dostları değil, muarızları ve düşmanları da benzer kanaatlerini bildirmişlerdir.

Dönemin Meclis Matbaası Müdürü Feridun Kandemir onu anlatırken şu ifadelerle tanımlamaktadır:

“Henüz muhalefet diye bir şeyi bulunmayan Meclis’te adeta tek başına muhalefet bayrağını açmış, hırçın ve sert muhalefetiyle de epeyce kimseyi canından bezdirmiş bir kişiydi…”

İstiklal Mahkemelerinin en meşhur simalarından Kılıç Ali onun hakkında “Ruhen menfi yaratılışlı, dini taassup sahibi bir kimse idi.” derken Falih Rıfkı Atay “Çankaya” kitabında “Meclis’te Mustafa Kemal’e düşmanlığı ile bilinen grupla ilişki içindeydi.” dedikten sonra şu tespitlerde bulunuyordu:

“Meclis’te Mustafa Kemal’den kuşkulanan en tehlikeli ve azgın grup muhafazakâr takımı idi. Mütareke yıllarında Osmanlıca irtica dediğimiz gericilik İstanbul’da da Anadolu’da da alıp yürümüştü. Anadolu’da Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı. Şair Akif, sarıklı hocalardan çoğu, Trabzon milletvekili Ali Şükrü bu grupta idiler. Ali Şükrü bir deniz kurmayı olduğu halde en azılı olanlarından biri idi. 36 yaşında Meclis’e girmişti. Cüretli ve atılgandı.”

Dr. Rıza Nur, Ali Şükrü Bey’in Ankara günlerini anlatırken onu “Heyet-i İcraiyyenin (Hükümet) teşkilinden vekillerin seçimine kadar pek çok konuda muhalefet yapan ve yapılan usulsüzlükleri de eleştiren düzgün ifadeli, hatip, iyi konuşan, sözünü dinleten, kendi bildiğinden şaşmayan biri” olarak nitelerken, aynı zamanda tez canlılığı, hissiyatı ve akidesiyle ilgili şu anekdotu aktarır:

“Bizim odada 25 kişi yatıyoruz. Trabzon mebusu Ali Şükrü de kaçıp gelmiş, yataklarımız yan yana, karşıda Tunalı Hilmi… Yusuf Kemal yanımda. Biraz ötede Yunus Nadi ve İzmit Mebusu Süreyya (Abazadır) yan yana. Geceleri Yunus Nadi ve Süreyya içiyorlar ve kumar oynuyorlar. Tunalı Hilmi esasen sarhoş geliyor, koltuğunda bir şişe, sabaha kadar yine içiyor, uyuduğu yok. Ekseri gece rakısı bitiyor, ‘Rakın var mı?’ diye şunu bunu da uyandırıyor… Ali Şükrü Bey orta boylu, güzel yüzlü, miyop olup gözlüklü, namuslu bir adam. Hayatı muntazam. Vaktinde yatıyor, vaktinde kalkıyor. Asla rakı içmiyor. Bahriye zabiti imiş ve İngiltere’de bulunmuş. Fakat pek fazla taassup halinde dindarlığı var. Çok da asabi bir adam. Bir gece yarısında bir gürültü, bir kıyamettir koptu, dayak patırtısından yataktan sıçradım, gözlerimi açtım. Ne göreyim! Ali Şükrü, Hilmi’yi almış eline, eşek sudan gelinceye kadar dövüyor. Hilmi öyle sarhoş ki; mukavemet değil, belki rakıdan hissi iptal olmuş, yediği dayakları bile duymuyor. Acıdım, araya girip adi herifi kurtardım. Şükrü yatağında oturmuş hala öfkesini alamamış…

‘Yahu ne oldu?’ dedim.

Ne olacak!... Eşek gibi içmiş, bu yetmemiş beni de uykudan uyandırdı. Ne o dedim, rakın var mı dedi. Eh artık, illallah. Edepsizi iyice dövdüm. Sen yetişmeseydin gebertecektim, dedi… Eşek diyesin, bari rakı isteyeceksen, rakı içen adamdan iste…”

Birinci Meclis’te Trabzon mebusu olarak bulunmuş Zamir Bey (Damar Arıkoğlu) da onun hakkında, pek çoğunun ortak tespitleri olan şu aktarımlarda bulunmaktadır:

“İyi İngilizce bilir, ifadesi düzgün, sözünü dinletir, bildiğinden şaşmayan bir hatip… Sosyal durumuna gelince… Muhafazakâr, hatta mutaassıptı. Cemiyet hayatımızda değişikliğe mütehammil olmayıp kadınlarımızın cemiyet içinde vazife almalarına taraftar değildi… Bu hususta ileri fikirli olan Hamdullah Suphi’nin fikirlerini daima tenkit ve muaheze ederdi… Hocalar ve muhafazakâr mebuslar üzerinde itibarı büyüktü… Nefsine itimadı vardı… Meclis’te Men-i Müskirat Kanunu bu zatın teklifiyle kabul edilmiştir… Hükümeti tenkit etmekte daima en ön safta gelir, kanaatlerini çekinmeden söylerdi. Times gazetesinden tercümeler yapar, bize taalluk edenleri kürsüde anlatırdı… Hükümet lehinde konuşanları dalkavuklukla itham ederdi…”

Yine Feridun Kandemir’in aktarımlarına göre o, Bursa’nın işgalinden başlayarak, Meclis’in Kayseri’ye taşınması olayının gündeme geldiği tarihe kadar hükümeti sürekli korkaklıkla ve ataletle suçlamış, hatta hükümetin Kayseri’ye nakledilmesi konusunda Mustafa Kemal ile sert bir tartışmaya da girmişti.

Samed Ağaoğlu da onu “Gerçekten kuvvetli bir tenkitçiydi…” diye tanımlayarak şu örneği verir:

“Gensoru yaptığı bütün meselelerle ilgili bakanları ağır bir şekilde hırpalamaya muvaffak olmuş ve hemen her zaman tenkidlerini müspet bir sonuç ile bitirmiştir… Bakanların gensoru ve sorularından en çok çekindikleri mebuslardan biri de Ali Şükrü oldu…”

Dönemin bütün mebuslarının ortak anlatısına göre Ali Şükrü Bey “Ben bir haksızlığa isyan için buraya çıkıyorum!” diye bağırdığında bütün sesler kesilir, bütün nazarı dikkatler bir anda kendisine yönelirdi.

Meclis’teki bir tartışmada birbirlerinin üzerine yürüdükleri iddia edilen M. Kemal bile Recep Peker’in aktarımlarında dile geldiği üzere onun hakkında şu sözleri söylüyordu:

“Herkes Şükrü Bey gibi düşüncelerini, fikirlerini böyle pervasızca söylese kimseden şüphe edilemezdi.”

Bunlarla birlikte, aşağıdaki meşhur tarihi anekdot, o tarihlerde nasıl bir ağırlığa sahip olduğunun bir başka veciz örneğini oluşturmaktadır:

14 Ocak 1923’te M. Kemal, İzmit yolunda Fevzi ve Karabekir paşalarla birlikte seyahat ederken yaveri Cevat Abbas Gürer'e “Muhaliflerden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Ankara'ya matbaa makinesi getirmiş. Tan adında bir gazete çıkaracakmış, siz hâlâ uyuyorsunuz.” diye çıkışıyor. Karabekir onun “Yakın, yıkın!” diye şiddet gösterdiğini, bu beyanlarının dışarıya yansıyabileceğini kendisine söylediğini yazıyor.

Hilafetin Kaldırılması Tartışmaları ve

“Ben Bu İşin Fedaisiyim” Sözü

Birinci Meclis’in çalışmaya başlamasıyla birlikte üyeler arasında baş gösteren fikir ayrılıklarının başında gelenler arasında Anayasa’nın kabulü, M. Kemal’in Meclis başkanlığı ve başkomutanlığı ve bilahare hilafetin kaldırılması ve Lozan Antlaşması gibi konular gelmekteydi. Selahattin Selek Ali Şükrü Bey’in de içinde yer aldığı ikinci grubun İstiklal Grubu, Halk Zümresi, Tesanüd Grubu, Islahat Grubu ve Müdafaa-i Hukuk Zümresi gibi gruplardan teşekkül ettiklerinden bahisle en etkili mebusların Ali Şükrü Bey (Trabzon), Hüseyin Avni Bey (Erzurum), Albay Selahattin (Mersin), Müfit Hoca (Kırşehir), Şükrü Bey (Afyon) olduklarını belirtir.

Mustafa Kemal de “Nutuk”unda gruplar konusundaki görüşlerine şu şekilde yer verir:

“Misak-ı Milli’nin tespit ettiği esaslarda kayıtsız ve şartsız birlik ve müttefik olan fikirler ve emeller, Anayasa’nın getirdiği görüşlerde tamamen iştirak etmiş manzarasını arz etmiyordu. Mevcut hizipleri birleştirmek veyahut mevcut hiziplerden birini takviye ederek iş görmek için dolaylı olarak çok çalıştım. Fakat bu suretle hâsıl olan neticelerin payidar olmadıkları görüldü. İşte bizzat müdahale zaruri olmaya başladı…”

M. Kemal’in sözünü ettiği “müdahale”, önce Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubunu oluşturup muhalefetin sesini kısmak, sonra da Birinci Meclis’i feshederek, bir tür merkez atamasıyla sadece kendisinin seçeceği üyelerden oluşma bir meclis kurmaktı.

“Müdahale” Ali Şükrü Bey’in katlini müteakip devreye girmiş; üstelik Ali Şükrü Bey’in başını çektiği Lozan tartışmalarını bitirmekle kalmamış, aynı zamanda bu tartışmaları yürüten, Lozan müzakerelerini eleştiren Meclis de feshedilmiştir.

İkinci Meclis ancak Lozan Antlaşmasının imzalanmasının ardından toplanabilmiş, ardından da inkılâplar ve hilafetin kaldırılması gündeme gelmiştir.

İşte hilafetin lağvı lüzumuna dair teklifin gizli celse müzakereleri esnasında teklif sahiplerinin tümünün görüş belirtmelerinin ardından söz alan ve zabıtlarda belki on beş kez kürsüye çıktığı ifade edilen Ali Şükrü Bey’e artık müdahale etme gereği duyan Rauf Bey’in “Şükrü! Şükrü yeter artık söz alma!” diye yalvardığı bir esnada, Ali Şükrü Bey aniden Rauf Bey’e dönerek:

“Rauf! Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?” diyerek tekrar kürsüye çıkmıştı.

Bu anekdotun şahidi ve kitabında da aktaran Mahir İz de o esnada zabıt müdürü Zeki Bey’e dönerek kanaatini şu sözlerle ifade ediyordu:

“Zeki Bey’e Ali Şükrü Bey bu gece idam fermanını eliyle imza etti, dedim. Nitekim o sözüm de çıktı…”

Mahir İz, bu hilafet tartışmalarıyla alakalı olarak gizli celselerde yapılan tartışmaları ve Ali Şükrü Bey’in sözlerinden edindiği intibalarını şu sözlerle aktarıyor:

“Bütün dünyadaki İslam âlemi tekmil ruhuyla, vicdanıyla Makam-ı Hilafet’e bağlıydı. Bu kuvveti ihmal etmek adeta bir hıyanet-i vataniye idi. Hafi celsede Ali Şükrü Bey’in Rauf Bey’e dönerek ‘Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?’ demesi, bu büyük kuvvetin âlem-şümul tesirine inandığı içindir. İngilizlerin de yıpratmak istedikleri kuvvet bu idi. Bu parçalanınca, kavmiyet üzerine kurulan milliyet mefhumu, dinleri müşterek olan milletler üzerinde yavaş yavaş tesirini gösterecek ve istenen parçalanma hâsıl olacaktı…”   

“Müdahale”, ancak ve öncelikle önündeki engellerin defi ile mümkün olabilmiştir ki, Ali Şükrü Bey de bunların başında gelmektedir. Siyaseten katlin ardından yapılanlara baktığımızda da “müdahale” hedeflerinin neler olduğunu gözlemlemek mümkündür.

Bunlara geçmezden evvel, Ali Şükrü Bey’in katli ile alakalı gerek kriminal, gerekse M. Kemal ve çevresini temize çıkarmaya çalışan tartışmalara kısmen değinmekte fayda var. Aslında dönemin kuşbakışı siyasi atmosferini gölgede bırakmaktan başka bir işe yaramayan, kişiler ve yerel kahramanlık hikâyeleri üzerinden zihinlerin farklı mecralara savrulmasına sebebiyet veren bu tartışmalardaki yol işaretleri bize sadece gerçek faillerin kim olduklarının bir kez daha tescillenmesi konusunda yardımcı olmaktadır.

Tetikçinin Kim Olduğu Önemli mi?

Faillerle ilgili tartışmada iki farklı ana görüş söz konusudur. Mesela Topal Osman hakkında müstakil bir çalışma kaleme almış olan Teoman Alpaslan gerçek katilin Topal Osman değil, yine Çankaya muhafızlarından İsmail Hakkı Tekçe ve ekibi olduğunu, Topal Osman’ın günah keçisi ilan edilmekle birlikte, M. Kemal’in de yanıltıldığını belirtmektedir. Bu iddialara İngilizler de dâhil edilmekte, olayların arkasında “Black Jumbo” denilen gizli servisin olduğu; M. Kemal Paşa’nın en gizli kararlarını yakınındakileri elde etmek suretiyle öğrendikleri ve sonrasında da bu Ali Şükrü Bey cinayetini planlayıp harekete geçtikleri ifade edilmektedir. Böylelikle hem Musul’u Türkiye’den koparmayı hem de korkulu rüyaları haline gelen Giresun uşakları engelini(!) de Osman Ağa’yı ortadan kaldırtarak başardıklarını iddia etmektedirler ki, ciddiye alınmaktan ziyade gülüp geçilecek cinsten iddialardır. 

İsmail Hakkı Tekçe üzerinden Rauf Orbay’ın işin içinde olduğunu belirten yaklaşımlar ise ya hadisenin gerçekleşme sebepleri üzerinde ortaklaşmış değillerdir ya da delilleri oldukça zayıftır. Olayın bir siyaseten katl olmadığını, muhaliflerin bu olayı abarttıklarını, konunun Topal Osman ile Ali Şükrü Bey arasındaki kişisel husumetten kaynaklandığını belirtmektedirler ki, bu iddiaların hem ciddiye alınması muhtemel yönleri zayıftır hem de hadisenin sebepleri ile ilgili olarak öne sürdükleri argümanlar asılsızdır. Bunlardan sadece bir tanesi üzerinde durarak ne demek istediğimizi anlatmaya çalışalım.

“Topal Osman” başlıklı bir incelemeye imza atmış olan ve olayın siyasi bir veçhesi bulunmadığını, Tan gazetesinde Topal Osman’ın şahsına Ali Şükrü tarafından ağır hakaretlerde bulunulduğunu iddia eden Ömer Sami Coşar bile konuyu aktarırken, meselenin M. Kemal ile ilgili siyasi boyutları üzerinde durmaktadır:

“M. Kemal’i devirmek isteyen küçük grup hemen fırsatı yakalamıştı. Ankara’da sinsi sinsi dolaştırılan laf şuydu: Ali Şükrü’yü Mustafa Kemal öldürttü. Hâlbuki onlar da gayet iyi biliyorlardı ki Ali Şükrü tarafından o günlerde ‘İkinci Grup’un sözcülüğünü yapmak üzere çıkarılmakta olan TAN adlı gazetede Osman Ağa’nın şahsına ağır hücumlar yapılmıştı.”

Oysa Kadir Mısıroğlu bu iddiayı şu şekilde nakzetmektedir:

“TAN gazetesi nihayet 67 sayıdan ibarettir. Bu baştanbaşa tedkik edildiğinde Ömer Sami Coşar Bey’in söylediği gibi Topal Osman Ağa aleyhine sayılabilecek hiçbir neşriyata rastlanılmaz.”

Tabii Ali Şükrü ile Osman Ağa arasında hiç husumet olmadığını söylemek doğru olmaz. Trabzon’daki Yahya Kahya’nın öldürülmesiyle alakalı tartışmalarda, Topal Osman’ın suçlanması ve Ali Şükrü Bey’in de bu konunun üzerine Osman Ağa aleyhine şiddetle gitmesi hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Ancak sırf bu sebepten ötürü Topal Osman’ın böyle bir işe kalkışabileceğini düşünmek, siyasi tarihçilik açısından tam anlamıyla bir zafiyet, hadiselerin gelişimini okuyamamak ya da tarafgir bir mantıkla bazı iddiaların üzerini örtme çabasıyla alakalı görülebilir ancak. Ki, tarihçi Mahmut Goloğlu da bu türden kişisel husumet anlatılarının delilsiz, mesnetsiz olduklarının altını çizmektedir.

Bu yaklaşım, katilin illa ki Osman Ağa olduğu üzerinde odaklanmak değil, aksine o ya da onu ve Giresun Uşakları namlı arkadaşlarını şaibeli bir şekilde ortadan kaldıran (ki, Topal Osman başı kesilerek öldürüldü ve muhakeme edilemedi) İsmail H. Tekçe’nin aynı adrese bağlılıklarının, hadiseden amaçlananın ne olduğuna ilişkin gereken şüphelerin tarihe sunulduğunun bir göstergesidir. Üstelik o adres üzerindeki şüphelerin dün, bugünden çok daha fazla bir biçimde gündeme getirildiğini de unutmamak gerekir. Yani ha Topal Osman ha değil -ki, onun kullanılıp harcandığı üzerinde kuvvetli karineler mevcuttur- netice itibariyle emrin geldiği merkez değişmemekte, gereksiz, detay tartışmalar da kendi kahramanlarını korumayı -milliyetçi/ulusalcı reflekslerle- görev addeden yerel halkların malumatfuruşluklarından öteye geçmemektedir. Nitekim detaylara girdiğimizde farklı anlatılar bizi sadece ayrıntılar içerisinde boğmakta, birbirleri hakkında şüphelerin çeşitli karinelerle güçlenmesini arzu edenler, bu karineleri büyüterek öne çıkartmaktadırlar.

Mesela bunlardan biri Ali Şükrü Bey’in en son Karaoğlan çarşısında Kuyulu kahvede nargile içerken görüldüğü, Topal Osman’ın adamlarından Mustafa Kaptan’ın yanına geldiği ve birlikte kalkıp gittikleridir. Öldürüldüğü gece Topal Osman’ın evinde yemek yedikleri ortak kabuldür. Ancak bir görüşe göre o yemek esnasında, diğer bir görüşe göre Topal Osman’ın evinden ayrıldıktan sonra öldürülmüştür. Osman Ağa’nın evinde “kahve lekesi vardı ama kan lekesi yoktu” gibi kriminal konular üzerinde tartışanlar, bir yandan da M. Kemal’in de aldatıldığını ve yönlendirildiğini ispata çalışmaktadırlar ki, yukarıda belirttiğimiz gibi bu tartışmaların üzerinde daha fazla durmak yersizdir. Ancak gerek muhaliflerden gerekse Salih Bozok, Rauf Bey vb. M. Kemal’in de etrafında bulunan şahsiyetler üzerinden yönlendirmeli bir “anlatı furyası” oluştuğu da bir vakıadır. Bunlardan daha önemli olan husus, bizatihi hadise öncesi şikâyet edilen konuların neler olduğu, şikâyet konusu edilen hangi alanlarda güç gösterisinin devam ettiği ve hadiselerin gelişiminden istifadeyle -cumhuriyet tarihinden aşina olduğumuz- süreç içerisinde ortaya konan politikaların varlığıdır.

İllaki detaylara odaklanılacaksa mesela Osman Ağa’nın üzerine gelindiğinde Çankaya’ya hücum etme çabası üzerinde durulmalıdır. Bu tavır, hadiseyi tek başına planlayıp yapacak bir adamın tavrı değildir. Hakeza M. Kemal’in Muhafız Taburunu Topal Osman’ın üzerine gönderdikten sonra köşkü boşaltıp istasyondaki eve yerleşmesi, Osman Ağa’nın köşkte kimseyi bulamayınca kapıları kırıp girmesi, etrafta ne bulduysa tahrip etmesi gayet manidardır. Askerlerin de Osman Ağa’yı sağ yakalamak gibi bir dertlerinin olmaması ve hatta yaralı olarak yakalandığı halde -muhtemelen konuşmasından korkulduğu için- öldürülmesi ve öldürülme biçimi de bir o kadar, üzeri örtülmeye çalışılan soruların işaretleriyle doludur.

Konu ile alakalı özellikle Dr. Rıza Nur’un “Hayat ve Hatıratım” kitabında net olarak yazdıkları başkaca kaynaklarla da desteklenmektedir ki; Topal Osman’ın ölümü ile Mustafa Kemal ilişkisi Falih Rıfkı Atay’ca da onaylanmaktadır. O da “Çankaya” kitabında bu konuda şunları söylemektedir:

“Karadeniz kıyılarının bu destan kahramanı, sonuna kadar M. Kemal’e bağlı kalan … Topal Osman da nizamlı ordunun kıta kumandanlarından İsmail Hakkı Tekçe tarafından ve M. Kemal’in emriyle Çankaya sırtlarında vurulmuştur.”

“Din, Vatan ve İstiklâl Müdafii Ali Şükrü Bey Kardeşimiz”

Cenazenin hangi yolla Trabzon’a götürüleceği siyasi tartışmalara konu oluyor; muhalefet Kastamonu-İnebolu üzerinden Trabzon’a giden yolun karla örtülü olduğunu ileri sürerek önce İstanbul’a oradan deniz yoluyla Trabzon’a götürülmesini isterken M. Kemal, Başbakan Rauf Orbay’a yazdığı tezkere ile buna mani oluyordu. Endişelerinde haklıydı; çünkü cenazenin geçtiği yerlerde ve Trabzon’da gösteriler yapılmıştı. Halk arasında “Mustafa Kemal’in cinayeti” olarak nam salması istenmiş, muhalifler iktidara ateş püsküren konuşmalar yapmışlardı.

Gerek cesedinin bulunmasından önce gerekse sonrasında Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey başta olmak üzere, Meclis şiddetli tartışmalarla sarsılmıştı. Hem hadise ile ilgili çeşitli sorular gündemleştirilmiş hem de “Ali Şükrü’yü boğan eller sırmalı paşa bileği bile olsa kırılacaktır.” tarzında M. Kemal’i hedef gösteren ateşli konuşmalar yapılmıştı.

Özellikle Hüseyin Avni Bey, gaybubetinin kesinleşmesinin ardından, henüz naşının bulunamadığı ara dönemde gayet ateşli konuşmalar yapmıştı. Hüseyin Avni konuşmalarında sadece şahıs olarak Ali Şükrü’nün değil, bizatihi Meclis’in ve halkın iradesinin hedefe konduğunun altını çiziyor; katillerin gerçek amaçlarının ne olduğuna işaret ediyor ve aynı zamanda bütün mebusların korkutulup sindirilmeye çalışıldığının amaçlandığını vurguluyordu:

“Ey Kâbe-i millet! Sana da mı taarruz! Ey milletin iradesi! Sana da mı taarruz? Ey milletin mukaddesatı! Sana da mı taarruz? Arkadaşlar! Asırlardan beri bu memleketi inim inim inleten saltanatların ve onun etrafındaki yaldızlı üniformalı kahrolası haşeratın imhası ve büyük Türk milletinin kurtuluşu için bayrak çektik! … Efendiler! Muvaffak oldu demek hâkimiyetini kazandı demektir. Kendi reyiyle dilediğini seçip işlerini ellerine tevdi ettiği vekilleri vasıtasıyla hâkimiyet ve iradesini izhar etmesi demektir. Bu hâkimiyet mukaddestir, bu milletin ismetidir… Hüseyin Avni bir katre murdar kan değildir, Ali Şükrü arkadaşımız da öyle değildi. Ali Şükrü’ye tecavüz eden, milletin namusuna tecavüz etmiştir… Efendiler bu ağız kapatılamaz; bu kalem kırılamaz; bu fikir öldürülemez!... Efendiler! Hepinizin boyunlarında idam fermanları var! Altı yüz senelik bir tahtın heyulalarıyla mücadele edişinizin onların zulmüne boyun eğmeyişinizin verdiği bu idam fermanlarına rağmen metanetle mücadeleye devam ederken, şimdi bir de meçhul ellerin taarruzuna uğrayarak yıldırılmak isteniyorsunuz…”

Hüseyin Avni Bey’in Ali Şükrü Bey’in naşının bulunuşunun ardından Meclis’te yaptığı konuşmalar, siyasi tansiyonu ve Meclis’in psikolojisini yansıtması açısından önemlidir:  

“Bu kürsü artık onun sağlam mantığından, talâkatı beyanından, vatanperverane sözlerinden mahrum kalmıştır. Fakat ruhu bizimledir. Kendisinin âşıkı bulunduğu hürriyet ve milli hâkimiyeti biz ve bizden sonra gelecek şerefli Türk milletinin mümessilleri yerine getirmekle daima onun ruhunu şad edeceğiz. Efendiler! Gittim hastanede onu gördüm. Vahşiler, canavarlar onu ezmişler, parçalamışlar, boğmuşlar, tanınmayacak hale getirmişler. Ey gaddar el! Ey hunhar pençe! Ne istiyordun bu vatanperverden? Ey zalim, ey alçak, ne istiyordun bu hürriyet kahramanından? Acımadın mı? Hiç mi insanlıktan nasibin yok? Onun yetim bıraktığın arkasından meleyen kuzularına olsun acımadın mı? (“Millet var! Onları yetim bırakmaz!” sesleri) Efendiler! Bilirim, biliriz, milletimiz kadirşinastır. Âlicenaptır. Ali Şükrü Bey’in çocukları evet babadan yetimdir. Fakat öz babaları olan milletten yetim değildir. Bu millet onun çocuklarını bağrına basacak, onun hayırlı halefleri olarak büyütecek, yetiştirecektir. Artık üzülmeyin arkadaşlar! Bu milletin istiklâli ve hürriyeti uğruna yüz bin Hüseyin Avni feda…”

Hüseyin Avni’nin bu duygusal konuşması aynı zamanda ikinci grupta bir endişe halinin de var olduğunu göstermektedir. Ali Şükrü Bey’in ardından konuşma yaparken “Yüz bin Hüseyin Avni feda olsun!” denmesi, aslında hem cinayetin amacını hedefliyor hem de sıranın kendilerine de gelebileceği endişelerini artırıyordu.  Topal Osman’ın ölü olarak da olsa yakalanmış olması bir nebze gerilimi azaltsa, Rauf Bey’e yönelik eleştiri oklarını zayıflatıp şükran duygularını harekete geçirse de asıl hedefe yönelik soruların dillendirilmesini engellememişti:

“…Bugün katillerden bir kısmının cezalarını gördükleri huzurunuzda tebşir eden Heyeti Vekile Reisi Rauf Bey’e müteşekkiriz. (‘Ötekiler de aynı akıbete uğrayacaklar! Ötekiler de cezalarını bulacaklar!’ sesleri…) Efendiler! Siz azimli, metin ve kararlı kaldıkça millet böyle müdrik oldukça, hiç kimsenin intikamı kalmaz. Ali Şükrü ölmedi efendiler… Milli hâkimiyetimize kuvvetli direkler verdi. Sarsılmaz temel verdi. Hükümetten tabii artık ricaya hacet yoktur. Vazifeleridir, bilirler, bu işin sonunu da getirmek vazifeleridir… Efendiler bu şakilere, bu canilere silah veren kimdir? Böyle mahlûklara silah verilir mi? O şerefli silah bu kirli ellere verilmez, verilmemeli idi. (‘Tam üstüne bastın Hüseyin Avni Bey. Mesele zaten budur!’ sesleri…)”

Hüseyin Avni Bey ve Lazistan mebusu Ziya Hurşid gibiler aslında aynı zamanda M. Kemal’in emrindeki muhafız bölüğünü de tartışmaya açmaktadırlar. Bazılarının asker olmadıkları halde rütbe almaları konu edilirken, Topal Osman ve avenesi gibilerin de muhafız bölüğü varken neden ve hangi salahiyetle hâlâ Çankaya’da tutuldukları tartışmaya açılmaktadır. Hüseyin Avni Bey “Bunu bir buçuk yıl önce de tartışmıştık.” diyerek hem buna göz yummuş olan mebusları suçlamış hem de Topal Osman ve avenesinin Meclis tarafından nasıl görüldüğüne ilişkin de tarihe not düşülen şu sözleri sarf etmiştir:

“…Efendiler, bugün bile ortada cürüm, mücrim varsa o da bizleriz. Hadise olmadan evvel bunu keşfetmeli idik. Böyle adamların eline silah verirken bunların bu silahları nasıl suiistimal edeceklerini düşünmeli idik. Ömrü dağlarda şekavetle geçmiş bir lâinin eline silah verdiğiniz için bugünkü cinayetlere sebep oldunuz! Günahkârsınız! Tarih bu günahı sizden soracak. Benden soracaktır...”

Bu sözlerin ardından Hüseyin Avni Bey, hem Ali Şükrü Bey’in şahsiyeti hem de birlikte verilen mücadelenin niteliğine ilişkin şu sözleri sarf etmiştir:

“Ali Şükrü’yü seviyorsanız onun yanından ayrılmayınız. Onun metin iradesinden ibret alınız, onun sağlam mantığından, isabetli fikirlerinden ders alınız… Onu son nefesinize kadar hayırla yâd ediniz! Zira o sizin hürriyetiniz, şerefiniz, istikbaliniz için kurban gitmiştir ve biz hepimiz bugünden itibaren onun yolunda giderken onunki gibi şerefli ölümlere de hazırlanmalıyız. Çünkü arkamızda on milyon ‘İstiklâl! İstiklâl!’ diye feryad ediyor. Böyle ölüme ben de kurbanım, siz de olun efendiler. Bu azim ve karar ve imanla Ali Şükrü Bey’in muazzez hatırası önünde kemali hürmetle eğiliyorum!(“Hepimiz! Hepimiz!” sesleri…)

Meclisçe Ali Şükrü Bey’in ailesine çekilen taziyet telgrafına ise şu sözler damgasını vuruyordu:

“Din, vatan ve istiklal müdafii olmasından dolayı şehid edilmiş olan Ali Şükrü Bey kardeşimiz…”

Dönemin Siyasi Anatomisi ve Siyaseten Katlin Ardından Hayata Geçirilenler

1923’ün 21-27 Şubat günleri Meclis’te yoğun tartışmalara sahne olmuştu. Lozan’a karşı Birinci Meclis ayaklanmış, İsmet ve M. Kemal paşaları ihanetle suçlayan kavgalar olmuştu. Lozan’ın ilk görüşmelerinin yapıldığı bu cafcaflı ortamda, 27 Mart 1923’te Ali Şükrü Bey kaybolmuş ve cesedi iki gün sonra Çankaya Köşkünün Papaz Bağı denilen mevkiinde bulunmuştu. Akabinde bu olay bahanesiyle cumhuriyet tarihinin ilk darbesi diyebileceğimiz, 1 Nisan 1923’te Meclis’in dağıtılıp tasfiye edilmesi gerçekleşmiş ve hangi hükümet ya da meclisin emri ve salahiyetiyle olduğu bilinmez, İsmet İnönü ve heyeti Lozan’a gönderilmişti.

Böylelikle Lozan’a ara verilmesinin ardından Lozan’a yönelik bazı celselerde ifade edilen ve Tan gazetesi üzerinden Ali Şükrü Bey’in de tartışmaya açtığı “Altı ay sonra görüşülecek meselelerin neler olduğu soruları”; “Adaların İtalyanlara verilmesi”; “Musul tartışmaları”; “Hariciye’den anlamayan İ.İnönü’nün Lozan’a gönderilmesi” tartışmaları da rafa kalkmış oluyordu. Yeni bir devlet kuruluyordu ve Lozan bunun küresel güçlerce sözleşmesinin yapıldığı, taahhütlerinin görüşüldüğü yerin ve dönemin adı idi. Hüseyin Avni Bey ve Ali Şükrü Bey gibilerin konuşmalarına ve yazıp çizdiklerine de yansıdığı üzere “hürriyet”, “bağımsızlık”, “milli irade/halkın iradesi ve tercihleri/reyi” gibi konularda hassas olan kimlik sahiplerinden müteşekkil geniş bir mebus kesimi varlığını ve niteliğini her daim hissettirmekte idi. Saltanata karşı olmakla birlikte hilafet taraftarı (ama itikaden ama siyaseten) adına genel anlamda muhalefet dense de 2. Grup taraftarlarından, (birinci ve ikinci gruplardan taraflar zaman zaman iç içe de geçmekteydi)6 içinde M. Kemal karşıtı İttihatçı, Türkçü, İslamcı ve muhafazakârların da yer aldığı görülen geniş bir yelpaze söz konusu idi.

Bunların karşısında da M. Kemal’in başını çektiği ve “radikaller” olarak niteleyebileceğimiz, küresel güçlere Lozan öncesinde ve Lozan’da uluslararası ve bölgesel politikalar gütmeyeceklerine dair söz verdikleri iddia edilen, İzmir İktisat Kongresinde aldıkları kararlarla devletin yönünü ve hedeflerini işaretleyen, İslamcılığın tasfiyesi ve hilafeti kaldırma sözünün de altında imzası olduğu vurgulanan, gücünü süreç içerisindeki birtakım siyasi-sosyal gelişmelerle pekiştirecek olan bir yapı bulunmakta idi. Bu gruplar da özellikle başkomutanlık yetkileri vs’nin yoğun olarak tartışıldığı 1921 Anayasası tartışmaları esnasında oluşmuştu.

M. Kemal’i Halka Şikâyet Etmek İstiyorlardı

Lozan Antlaşması Meclis’in üçte iki çoğunluğuyla hayata geçebilirdi ki, M. Kemal de hükümetin diğer üyeleri de bunun imkânsız olduğunun farkında idiler; muhalifler de kendilerinde var olan bu gücün. M. Kemal yangından mal kaçırma siyaseti güderken, muhalifler zaman kazanıp, il il dolaşarak hükümeti Lozan, hilafet ve benzeri izlediği siyasetler konusunda halka şikâyet etmek istiyorlardı.

Nitekim Ali Şükrü Bey cinayetinin ardından gerçekleştirilen yangından mal kaçırma seanslarından biri de 15 Nisan 1923’teki Hıyanet-i Vataniye Kanunundaki değişikliktir. Buna göre artık özetle saltanata geri dönme gibi ve özellikle Meclis’in aldığı kararlara dair itiraz ve anti propaganda suç sayılacaktır. Hükümet böylelikle muhalefetin elindeki en güçlü silah olan “halka şikâyet etme” avantajını ortadan kaldırmaktadır. Zaten 2. Grup da 15 Nisan’daki bu değişikliğe kadar aslında seçim istemektedir.

Bazılarının soru olarak ortaya koydukları mesele, 1 Kasım 1922’ye, yani saltanatın kaldırıldığı sürece geri dönülebileceği korkusu depreşmiş olabilir mi? ‘Kesinlikle hayır’, denebilir. 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasına karar verenlerin ve bu konuya ikna olanların aynı adamlar oldukları unutulmamalıdır. Sadece 2. Grup değil mesela Rauf Orbay gibiler de. “Saltanatın kaldırılmasına muhalefet eden Rauf Orbay gibiler acaba ne ile ikna edilmişti?” sorusu, “Halifenin zaten devlet başkanlığı sıfatı da taşıyacak oluşuyla olabilir mi?” diye cevaplanabilir. Yani zaten Birinci Meclis’in 2. Grubu da içine alan çoğunluğunca saltanatçılık artık zaten halkın iradesinin karşısında yer almak gibi görülmektedir. Yani ideolojik olarak da bu noktaya geri dönüş çok zordur. Ancak M. Kemal ve yanlıları bu retoriği ideolojik meşruiyet amacıyla yoğunlukla kullanmışlardır. Ancak hilafet konusu böyle değildir. Üstelik hilafet sadece itikaden ve manen tarihî kutsallığı olan bir makam oluşundan değil, kaldırılmamasını savunan pek çoklarınca aklen ve ilmen, hem İslam âleminin menfaatlerini koruyup kollayan bir yapı olması hasebiyle hem de M. Kemal’in muhtemel iktidarını sınırlayan bir yapı arz etmesi dolayısıyla siyaseten savunulmuştur. Yani devlet başkanlığı yetkilerini kendisinde toplayan ve başbakan ile bakanları tayin gücünü elinde bulunduran bir yapının (Aynı zamanda doğal olarak Osman ailesinden olacak olması da harcı güçlendirmekteydi.) karşısında siyaset edebilmek imkânsız olacağından güç mezkûr iktidarın ve kadroların elinde olmayacaktı! Böylelikle muhalifler ciddi bir gücü de ellerinde tutuyor olacaklardı. Buna samimiyetle inananlar dışında din dışı saiklarla ve siyaseten de bu konuyu bihakkın savunanlar vardı. İşin gerçeği birçokları için meşruti monarşi mi yoksa cumhuriyet mi tartışmasının idealize edilen yönleri dışında esas yönü gücün kimin elinde toplanacağı meselesiydi. Birilerine göre hilafetin savunulması aynı zamanda gücün halkın yani sosyolojik olarak Müslüman olan toplulukların ve onların temsilcilerinin elinde toplanması anlamına gelmekteydi.

“Halife Meclisindir, Meclis Halifenin”

Mesela Eşref Edip “Halife Meclisindir, Meclis Halifenindir!” diye bir söz sarf etmektedir ki7, bazılarına kafa karıştırıcı gibi gelen bu sözün meali “Halifeyi Meclis seçti.” demektir. Ancak bu aynı zamanda, “Halife bir devlet başkanı gibi Meclis’i dağıtabilir.” anlamına gelmektedir.

Yine mesela Ali Şükrü Bey “Birkaç kanun değişikliği ile altı yüz yıllık kurumları ortadan kaldıracağınızı mı sanıyorsunuz?” diye haykırırken, sadece duyarlılıklarını ya da akidesini konuşturmuyor, aynı zamanda malum kesime iktidarın kimin elinde olması gerektiğini haykırmaktadır.

Bu iddiamızı şu görüşlerle pekiştirelim: Birinci Meclis’i oluşturan çevrelerin tümü M. Kemal ve arkadaşlarının ana mefkûrelerinin ve arkalarındaki gücün farkındaydılar. Neleri amaçladıklarını, hangi siyasetleri güdeceklerini, nasıl bir devlet arzuladıklarını çok iyi biliyorlardı. Bunlar gizli saklı meseleler de değildi. Sadece -her iki taraf açısından da- siyaseten açık biçimde dillendirilmiyordu. Ancak tüm siyasi tartışmalarda -Anayasa, başkomutanlık, çeşitli yasalar, Musul, Lozan, Adalar, hilafet vb- amaçlananlar belliydi. Birbirlerini gayet iyi tanıyorlardı. Açık ve gizli celselerde bazen gizli niyetlerin izharı da söz konusu olabiliyordu. Dolayısıyla M. Kemal’in Meclis’i dağıtıp devletin resmi kuruluşu anlamına gelen Lozan’ın bir an evvel imzalanmasını istediği sır değildi. Nitekim Ali Şükrü Bey’in cesedinin bulunduğu gün Meclis seçim kararı almaya da adım atıyordu. 2. Grup buradan bir şikâyet siyaseti üretme amacı taşımakta idi. Şehir şehir dolaşılıp M. Kemal’in yaptıkları ve yapmayı amaçladıkları alenen halka ifşa edilecekti. Ancak hesaplanmayan bir şey oluyor ve seçim kanunu değişiyordu! Muhalefetin kendisini köşeye sıkıştıracaklarını bilen ve muhalefetin bu gücünden ciddi manada korkan hükümet, seçim kanununda değişikliğe gidecektir. (3 Nisan 1923’te genel oy hakkının sağlandığı gün olarak anlatılıp kendisiyle övünülen bu gelişmenin içi, sonrasında üretilen çeşitli seçim hileleriyle boşaltılmıştı.)

2. Grubun amacı M. Kemal’in bazı konulardaki ipliğini pazara çıkarmaktır ki, bunların başında da “Eline imkân geçse hilafeti de kaldıracak.” şikâyeti gelmektedir. Bunlar zaten gizli celseleri, oturumları yapılmış hususlardır. Mesela meşhur İzmit açıklamasında gazetecilerin “Peki hilafet de kalkacak mı?” sorusuna karşın “Yok ama daha zecri tedbirler alabiliriz!” demektedir. Ancak yukarıda ifade ettiğimiz gibi muhalefetin elinden propaganda imkânları 15 Nisan 1923’te çıkarılan kanunla alınmaktaydı.

M. Kemal Muhalifliği ‘Saltanatçılık’ Değil ‘Meclisçilik’ İdi

Tekrar hatırlatmak gerekirse buradan yola çıkarak 2. Grubun varoluş sebebini “saltanatçılık”a dayayan yaklaşımların zaaflı, eksik ve ideolojik retoriklerle kaim olduğunu belirtmek gerekiyor. Aslında “meclisçilik” diyebileceğimiz ve Meclis’in gücünün her şeyin üzerinde görülmesine vurgu yapan, bunu mistifike eden yaklaşım tarzları, tıpkı halkın reyi, hâkimiyet-i milliye ve milletin iradesi tabirlerine sıkça yapılan vurgulardan da anlaşılacağı üzere, daha önce saltanat yanlısı olanların bile (Mesela Başbakan olan ve 1. Grupta yer alan Rauf Orbay, “Saltanatın ekmeğine vefasızlık edemem, babamın vasiyetidir, bana, Âl-i Osman çökerse git başka ülkenin tebaası ol, demiştir.” diye aktarır.) Meclis’teki konuşmaları, artık 1 Kasım 1922 öncesine dönmenin mümkün olmadığını ortaya koymaktaydı.

Mesela Yunus Nadi’nin M. Kemal’den aldığı cesaretle karaladığı ve bazı mebusları da saltanatçılıkla suçlayıp kafalarının kesilmesiyle tehdit ettiği “Yeni Bir Cidal Devri” başlıklı yazısına cevaben, Hüseyin Avni Ulaş’ın yaptığı tarihi konuşmada şu vurgular yer almaktaydı:

“’Bugünkü inkılabı kavrayamayan insanlar için hayat hakkı yoktur’ demekle, ‘benim fikrim dışında söz söyletmem’ anlayışıyla istibdat yapılıyor! Kabadayı usulünü takip edersek, korkarım ki o zaman inkılaptan mahrum kalırız. Kanla değil, fikirle inkılap yapacağız…

Efendiler, Harekât-ı Milliye başlamadan yedi ay evvel o saraya hücum ve isyan edenlerdenim. Efendiler, hakk-ı hükümraniden dolayı karşıma değil o saray, herhangi bir adam çıkarsa, Yunanlı ve İngiliz kadar düşmanımdır. İster paşalar olsun, ister hocalar olsun, ister hacılar olsun. Kim olursa olsun düşmanımdır…”     

Bu minvalde M. Kemal karşıtı olanları nasıl ki “mürteciler, gericiler, yobazlar, hilafet ve saltanat yanlıları” gibi retoriklerle anmak Kemalist jargonun kendisine meşruiyeti sağlama amacını yansıtmakta ve tarihi anlamada saptırıcı ise “demokratlar, saltanatçılar, hilafetçiler, İttihatçılar” gibi sıfatlarla anmak da hem yetersiz/kifayetsiz ve yine tarihi anlama konusunda saptırıcı olmaktadır. Nasıl ki birtakım liberal-demokratların mesela bir Hüseyin Avni’den “ilk liberal ve demokrat” devşirmeye çalışmaları anakronik bir yaklaşımsa, Kemalizm’in ve Kemalistlerin karşısına yekpare bir muhafazakâr-İslamcı-Osmanlıcı/saltanatçı üçlemesini içinde barındıran kişilikler bulup çıkarmak anlamlı değildir.

Bu bapta, somut olaylar, savunular, vakıalar üzerinden gitmek gerekir. Dönemsel koşulların dayattığı dönüşümleri de iyi okumak lazım gelir. Bu minvalde karşımızda duran tabloya göz attığımızda bugünkü gibi partilerin olmadığını, Meclis’in yekpare bir hükümet/parti çıkardığını, geride kalanların da yine partisiz fert fert muhalifler olduğunu gözlemlemekteyiz. Gruplar da bu yüzden oluşmakta, tıpkı birer parti gibi birlikte hareket edilebilecek güç yoğunlaşması sağlamaya çalıştıklarını gözlemlemekteyiz.

Yapılacak olan seçimlerde çoğunlukça seçilerek gelebilecek olan M. Kemal’in, o çoğunluk tarafından cumhurbaşkanı seçilecek olması ihtimaline karşı (ve başbakanı, bakanları, hükümeti belirleyecek olması) bunun gerçekleşmesini siyaseten nasıl engelleyebiliriz arayışları hâkimdir. Hangi siyasi-meşru zemine yaslanarak bu muhtemel gelişmenin önüne geçilebilir? “Osmanlı ailesine mensup Halife” siyasi çözümü o günkü şartlarda biçilmiş kaftandır! Hilafet zaten arkasında asırların birikiminin yer aldığı, halkın teveccühüne de ziyadesiyle kavuşmuş, meşruiyeti sorgulanamaz dinî bir kurumdur ve o günkü parlamentoda mesela Hüseyin Avni gibi, hem hâkimiyet-i milliyeye ziyadesiyle vurgu yapıp, hem de bunun gerçekleşmesi gerektiğine inanan ziyadesiyle mebus vardır.

Bazı siyasi tarihçilere göre parlamenter sistemle bunun yürümesi imkânsızdır! Bu yüzden Hüseyin Avni gibileri siyasi saflık ile suçlamaktadırlar. Onlara göre bu zaten 1913’te de kaimdi. Sultan, Halife, Meclis ve İttihatçı diktatörlük hep birlikte var idiler. Ancak güç, çoğunluk kimdeyse onda idi. Yani İttihatçılarda! Dolayısıyla 1923 şartlarında da durum aynıydı ve mesele meşrutiyet ya da cumhuriyet değil, çoğunluk olabilme sorunuydu! Bu tespitler kısmen doğru olmak kaydıyla, eleştirilen hususa katılmadığımızı belirtmek gerekir. Pekâlâ, tıpkı Batılı meşruti, parlamenter monarşinin hükümferma olduğu rejimlerde olduğu gibi bu mümkündü. Yani Ali Şükrü ya da Hüseyin Avni gibilerin hayal gördükleri ya da siyaseten saf olduklarını söylemek çok mümkün değil. Üstelik yalnız da değillerdir. Sadece onlar değil, dindar, ateist, İslamcı, İttihatçı, Türkçü hiç fark etmeden hilafetin önemine dair vurgular öne çıkmakta; elbette sadece İslam dünyası adına siyasi güç devşirme kurumu olarak değil, aynı zamanda diktatörlüğe hevesli grubun amaçlarını engelleme ve muktedirliğine son verme adına.

Öte yandan grupları da mutlaklaştırmamak gerekli. Mesela 1924’te Terakkiperver’i kuranların tümü 1. Gruptandı. Mezkûr seçimlerde Gümüşhane milletvekili Zeki Kadirbeyoğlu’nu dışarıda tutarsak 2. Grubun tümü tasfiye edilmiş ve tamamen intihap (tayin) yoluyla atanmışlardan bir yapı oluşturulmuştur. Böylelikle 2. Grubun hassasiyetlerini belli ölçüde özetleyen Meclis artı muhafazakârlık ve İslamcılık aritmetiği büyük ölçüde değişmiştir.

Ali Şükrü Bey’in katlinden ve Meclis’in feshinden yaklaşık dört ay sonra 23 Temmuz’da Lozan görüşmeleri muhalefetin tasfiye edildiği bir ortamda gerçekleşmiş; yaklaşık 7,5 ay sonra 4 Mart’ta hilafet ilga edilmiş/kaldırılmış ve sadece 2 gün sonra 6 Mart’ta da Lozan kabul edilmiş; dolayısıyla “Hilafet zaten kaldırılacaktır ama siz böyle direnirseniz çok başlar gidecektir!” diyen M. Kemal ve ekibi diğer vaatleri de yerine getirmek üzere, hedeflenen modern devlete geçişi gerçekleştirmişlerdir.

Gerek fikir özgürlüğü ve kişi haklarına ilişkin, gerekse Meclis’in temsil ettiği, asla hiçbir güç tarafından gasp edilemeyecek mukaddes değerlere yazı ve konuşmalarında yaptıkları yoğun vurgulardan ötürü Ahmet Demirel gibi araştırmacıların neredeyse liberal ilan ettikleri Hüseyin Avni ve Ali Şükrü Bey gibilerin olduğu bir Meclis’te, Atatürk, (28 Ekim 1923’te bir akşam yemeği esnasında, sofra başında) rejimin cumhuriyet olarak değiştirileceğini açıklayabilir miydi? Hele ki ertesi gün, Meclis’te, yasalara göre bulunması gereken çoğunluk bile yokken (334 mebustan, sadece 158'i Meclis’teydi) bu değişikliğe adım atabilir miydi? Herhalde Meclis’in duvarları Ali Şükrü Bey’in “hak, hukuk, ismet” naralarıyla çınlardı.

Sözün Özü

Ali Şükrü Bey’in Trabzon’a getirilen cenazesi müthiş bir kalabalık eşliğinde Boztepe’de defnedilirken dönemin hükümeti ve yöneticileri oldukça tedirgin olmuşlardı. Bu konudaki emektar araştırmacılardan İsmail Hacıfettahoğlu’nun aktarımına göre, Trabzon’da yayınlanan İstikbal gazetesi, olayı bütün boyutlarıyla ortaya koyarak, bir belgesel niteliğiyle o günün, bugünün ve yarının tarihçilerine önemli belgeler sunar. Ancak bugüne kadar olayın genişliğine “nasıl”ı üzerinde epey belgeler yayınlanmasına, yorumlar yapılmasına rağmen “niçin”i ve “azmettirici”lerine dair hâlâ esrarengiz suskunluk devam etmektedir. Ne yazık ki bu önemli şahsiyet, memleketi Trabzon’da ve üyesi olduğu ilk TBMM’nin devamı bugünkü TBMM’de de hatırlan(a)mıyor.

Evet, bu hadise bizleri Veli Küçük maneviyatındaki vatanperverliğin 90 yıl önceki günlerine götürmeli ve başta Meclis olmak üzere müslim-gayrimüslim bu ülke halklarının hafızaları tazelenmeli. Veli Küçüklerin İttihatçı Bahattin Şakir gibilerin heykelini diktirip altındaki plakete de “Burayı Rumlardan temizledi.” diye yazdırdığı günler geride kaldı ve bundan belki çok az kişi haberdardır. Ama daha 1925’te bu ülkenin 2. Anıtmezarı “vatana büyük emeği geçtiği” gerekçesiyle bizzat M. Kemal’in emriyle Giresun’un zirvesine, heykeliyle birlikte Topal Osman için inşa edilmişti. Günümüzde hakkında bir film de çevrilen “Topal Osman” ismi Giresun’un ve bazı şehirlerin cadde ve mekânlarına verilirken, Ali Şükrü Bey’in kabri uzun süre mezbelelik halinde bırakılmış, isminden de bir vebalı gibi kaçılmıştı. Ailesinin başına gelenler ise tıpkı İskilipli Atıf Hoca’nın kızına ya da Şeyh Said ailesine reva görülenler gibi artık maalesef bu rejimin tarihinin vakayı adiyelerinden sayılmakta.

Şunu kavrayabilmek önemli ki, bu tablo bize sadece rejimin gücünün süreç içerisinde nasıl tahkim edildiğini göstermekte. Yoksa karşılaştırılacak olan kişi ve olaylar cahilliği, gözü pek oluşuyla birlikte anılan binlerce insandan biri olan Topal Osman ve uşakları değil; onun gibileri de kurdukları tuzak, hile ve desiselere kurban eden M. Kemal ve çevresi ile Ali Şükrü Bey ve çevresinin temsil ettikleri misyon olmalıdır.  

Ali Şükrü Bey cinayetini aydınlatmak, üzerindeki esrar perdesini yırtmak bu dönemki Meclis’in üzerinde de tarihî bir sorumluluk olarak durmaktadır. Tıpkı Menemen gibi, Dersim, Zilan gibi, şark siyaseti, şapka hadiseleri gibi. Çocuklarımızın geleceğini sağlıklı temellerde inşa etmek istiyorsak, tarihî gerçekleri resmi ideolojinin keyfi tasarruflarına terk edemeyiz. Çocuklarımız tarihî gerçekleri despot ve zalim statükonun temsilcilerinden öğrenemez. Çünkü onların günah galerilerini örtmek, ziyadesiyle yalan uydurmayı beraberinde getirmiştir. Hakikate ancak adalet, özgürlük ve halkların ismeti adına mücadele edenlerin şahitlikleriyle ulaşılır.

***

EKLER:

1

Osmanlı Meclis-i Mebusanında zabıt kâtipliği,  I. Meclis’te Evrak ve Tahrirat Müdürlüğü ve daha sonraları milletvekilliği de yapan Trabzonlu hukukçu-gazeteci Necmettin Sahir (Sılan) Bey, 1921 yılında milletvekillerine yönelik tek sorulu bir anket düzenliyor. Ankette şu soruyu soruyor:

 “Kazanılacak olan Millî İstiklal Mücahedemizin feyizdâr ve semeredâr olması neye bağlıdır?”

Bu soruya Trabzon milletvekili şehid-i muazzez Ali Şükrü Bey, 27 Ekim 1921 tarihinde kendi el yazısıyla şu cevabı veriyor:

 “Cevap:

İstiklâl mücahedemizin feyizdar olması, halkta hissiyat-ı diniyenin tenmiye ve takviyesine mütevakkıftır. Çünkü feyizdar semereler, ancak ve ancak temiz yüreklerin ve faziletkâr ruhların mesaisinden doğabilir.  Safiyet ve faziletin temeli ise dinin pek ulvî olan ilhamat-ı kudsiyesidir. Tarih-i âlemin sahifelerine şöylece bir göz gezdirilecek olursa birçok milletlerin, hissiyat-ı diniyelerine ârız olan zaaf ve inhitat yüzünden ya tamamiyle inkıraza veyahut esarete giriftar oldukları görülür. Hulâsa, cemiyet makinesinin düzgün ve pürüzsüz bir şekilde işlemesini temin eden yegâne ve esas vasıta halkın rabıta-i diniyesidir.

Ankara; 27 Teşrinievvel 1337

Trabzon Mebusu

Ali Şükrü

 

2

Ali Şükrü Bey’in Ailesine Dair Trajik Bir Olay

Bugüne kadar yayınlanmamış, kamuoyunun ve tarihçilerin vicdanlarını kanatan bir olaya şahit olan (‘Ali Şükrü Bey’ isimli eserin sahibi) İsmail Hacıfettahoğlu’nun Ali Şükrü Bey’in ailesiyle ilgili olarak 7 Nisan 2013 günü bana ilk defa anlattığı olay, Ali Şükrü Bey’in katlinin tetikçileri ve tertipçilerinin “nelere sebep oldukları”nı gösteren bir trajedinin ifadesidir. Bilindiği gibi Ali Şükrü Bey’in iki kızı ve bir oğlu vardı. Bundan sonra Ali Şükrü Bey’le ilgili yazılacak araştırma ve eserlerde yer alması gerektiğine inandığım, dinlerken bile ürperdiğim hadiseyi İsmail Bey de teessürle anlatıyor:

“1997 yılının 13 Haziran’ıydı. Ankara Bayındır Hastanesinde bir yakınım kalp ameliyatı olmuştu. Eşimle birlikte sık sık ziyaretine gidiyordum. Bitişik odada yatan hastanın kızı eşimle tanışmış, dedesinin Trabzonlu Ali Şükrü Bey olduğunu söylemişti. Eşim, “Beyim, sürekli Ali Şükrü Bey’den bahseder” dediğinde,  benimle görüşmek istediler. Ziyaretlerine gittim. Meğerse bitişik odada yatan hasta merhum Ali Şükrü Bey’in küçük kızı Ayşe Suna Hanımefendinin beyi Necdet Pekcan’mış... Necdet Bey’in yatağının başucunda, rahatsızlığı sebebiyle Eskişehir’den gelemeyen Ayşe Suna Hanımın fotoğrafı duruyordu.

Aile ile uzun uzun görüştüm. Hem Necdet Beyle hem de kızı Gülay Hanımla. Benim Ali Şükrü Bey’i tanımamı hayretle karşıladılar. Necdet Bey, oğlu ve kızı Gülay Hanım, “Bu kadar teferruatlı nasıl bilebiliyorsunuz?” dediler.  Ben de kendilerine “Ali Şükrü Bey’den neden bu kadar uzak durdukları”nı sordum. Trabzon’a bir iki kez gelip gittiklerini biliyordum. Ondan da bahsettim. Kendilerine; “Ali Şükrü Bey’in ahfâdı olmak bir şereftir. Ali Şükrü Bey, Milli Mücadeleyi başlatan, hayatı boyunca yılmadan inandıklarının mücadelesini veren şerefli bir insandır. Bu kısa ömrünü şehidlikle tamamlamış, taçlandırmış, hepimizin medar-ı iftiharı olan bir büyük insan. Bizim onu tanımamız, tanıtmamızdan daha tabii bir şey olamaz. Sizin bu ilgisizliğiniz neden?” diye sorduğumda, Necdet Pekcan Beyefendi fotoğrafa bakarak eşi Ayşe Suna Hanımın (Ayşe Suna hanım o zaman hayattaydı) başından geçenleri anlatmaya başladı:

“Ali Şükrü Bey vefat ettiğinde, Ayşe Suna Hanım 3 yaşındaydı. Diğer çocuklarına da etraftakiler, komşuları sürekli “Babanız Kıbrıs’ta” derlermiş. Babalarının şehid olduğunu çocuklarına söylememişler, söyleyemiyorlar. Babalarını çok sevdiklerinden, yokluğuna dayanamıyorlar, babalarıyla çektirilmiş fotoğraflarına bakıyorlar.

Ayşe Suna Hanım, 3 yaşında sürekli babasını sayıklıyor, onu görmek istiyor. “Baban Kıbrıs’ta gelecek” diye çocuğu avutuyorlar. Yaşı 10 civarına geldiğinde bir gün İstanbul Kandilli’deki evlerinin çatı arasına çıkıyor. Orada bazı gazete ve kitaplar görüyor. Onları karıştırırken bir gazetede babasının (Ali Şükrü Bey’in) dili dışarıda, öldürülmüş halde fotoğrafını görüyor. O anda çocuğun dili tutuluyor. Aylarca konuşamıyor. Hastaneye yatırıyorlar, uzun süre tedavi ettiriyorlar. Yavaş yavaş konuşmaya başlıyor. Fakat devamlı babasını sayıklıyor. Babası her hatırına geldiğinde, ondan söz edilince tekrar aynı durum ileri yaşlarında da devam ediyor.  Ayşe Suna Hanım böyle müthiş bir travma geçiriyor.

Rahmetli Ali Şükrü Bey’in annesi ve babası da o sıralar sağ, hayatta. Onların da yaşadıkları, hanımının yaşadıkları müthiş… Bu acıların yanında maddi sıkıntılar da var.

Ali Şükrü Bey’in şehadetinden sonra Birinci Meclis yaptığı toplantıda devletin eşi ve çocuklarına aylık tahsis etmesi için kanun çıkartıyor. Fakat kanuni prosedür tamamlanmıyor. Birinci Meclis, Ali Şükrü Bey’in ölümünden birkaç gün sonra lağvediliyor. Kanun kadük oluyor, çıkmıyor.

Ali Şükrü Bey’in Ankara’da matbaası vardı. Ali Şükrü Bey’in hanımı Emine Kamer Hanım, Rauf Bey’den (Orbay) matbaayı satmasını ve parasını göndermesini istiyor. Rauf Bey, matbaayı satıyor ama o sırada İzmir Suikastı bahanesiyle yargılandığından yurt dışına kaçıyor. Matbaanın parası da onunla gidiyor.

Ailenin üst üste yaşadığı bu travmalar, depresyonlar devam ederken Ali Şükrü Bey’in tek oğlu Ahmet Hayrettin Nuha’yı Deniz Harp Okuluna alıyorlar. Ama babasından Men-i Müskirat Kanunu’nun intikamını almak için, bilhassa onu alkolik hale getiriyorlar. Teğmen iken ihraç ediyorlar.

Allah rahmet eylesin, Necdet Pekcan’ın anlattığı bir olay daha vardı. 1946’da Ali Şükrü Bey’in yakın arkadaşı o zamanın Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey’le particilik yapmışlar. Milli Kalkınma Partisinin yönetimindeler. Hüseyin Avni Bey, kendisine “Bu hakikatler bir gün ortaya çıkacak” dediğinde “Ben bir türlü inanmıyorum” demişti bana…

İsmail Hacıfettahoğlu, sözün burasında; ‘Katledilen, davası uğruna şehid olan insanların aile efradına uygulanan sistemli bir taarruz da vardı. Açlığa mahkûm etmek, değişik metodlarla onları sıkıntıya sokmak, korku salmak.’ diye ekliyor…”

(Araştırmacı-yazar İsmail Hacıfettahoğlu; Aktaran: Yahya Düzenli, Milat Gazetesi, 9 Nisan 2013)

 

3

M. Kemal, Ali Şükrü Bey’in Üzerine Yürüyor

4 Şubat 1923’te Lozan Konferansı anlaşmaya varılmadan dağılıyor. 21 Şubat’ta Meclis’te Lozan müzakereleri başlıyor. Ali Şükrü Bey, 5 Mart’ta ”Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan zafer Lozan’da heba edilmiştir!” diyor. “Bu delegelerin barış meseleleri üzerine sözlerinin kalmadığı”nı, “işlerinin bittiği”ni söylüyor. Ali Şükrü Bey’in konuşması Mustafa Kemal Paşa’yı çok sinirlendiriyor, itidali kaybedip üzerine yürüyor.

(Meclis Zabıtlarından)

 

4

M. Kemal: “Muhalifler matbaa kuruyor da siz hâlâ uyuyorsunuz! Yakmalı, yıkmalı!”

“Gazi Paşa, Fevzi Paşa, ben Ankara’dan trenle hareket. Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine getirmiş. Tan gazetesini çıkaracakmış. Gazi yanında Cevat Abbas’a dedi: ‘Muhalifler matbaa kuruyor da siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!’. Dedim: ‘Paşam bu tarzda mukabele doğru mudur?’”

(Kazım Karabekir’in Günlükleri, 14 Ocak 1923 günlü not)

 

Kaynakça:

- Ahmet Kekeç, Birinci Meclise Yapılan Darbe ve Faili Meşhur Bir Vak’a: Ali Şükrü Bey Cinayeti, İşaret Yay., 1994, İst.

- Kadir Mısıroğlu, Trabzon Meb’usu Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey, Sebil Yay., 1996, İst.

- Ahmet Demirel, Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi, İletişim Yay., 1996, İst.

- Teoman Alpaslan, Mustafa Kemal Paşa’nın Koruma Birliği Komutanı, ‘Öncü Kuvvacı’ Gazi Milis Yarbay, Topal Osman, Kum Saati Yay., 2007, İst.

- Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1923-1931, Tarih Vakfı 4. Basım, 2005, İst.

- Taha Akyol, Atatürk’ün İhtilal Hukuku, Doğan Kitap, 2012, İst.

- Ahmet Demirel, “Ali Şükrü Bey ve Tan Gazetesi” başlıklı makale, s. 185; “Hüseyin Avni Ulaş” başlıklı makale, s. 170; Modern Türkiye’de Siyasal Düşünce, Liberalizm içinde; İletişim Yay., 2005, İst.

- D.Mehmet Doğan, “TBMM Ali Şükrü Bey’i Hatırlar mı?”, Yeni Akit Gazetesi, 21 Mart 2013.          

 

Dipnotlar:

1- Ord. Prof. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, “İlk Meclis” adlı kitabında, Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Ulaş’a ait olan bu sözlerin Meclis zabıtlarından çıkarıldığını belirtmektedir.

2- 19 Ocak 1923 günü Ali Şükrü Bey’in Tan gazetesinin ilk sayısı okuyucuya ulaşıyor. "Yolumuz" başlıklı başyazıda şöyle söylüyor: "Ne hazin talidir ki bu memlekette teceddüde (yeniliğe), terakkiye (ilerlemeye) ait bütün emeller, didinmeler, mücadeleler çok geçmeden birer hayal haline inkılab etmiş ve içtimai muhitte seçilebilecek surette izler bırakmaya bile muvaffak olamamıştır... Her Türkiyeli hürdür, hürriyeti taarruzdan masundur (korunmuştur), her türlü hakkına sahiptir, vatanın muhterem bir uzvudur..."

3- Ahmet Demirel gibi bazı araştırmacılar, bu gibi fikirlerin serdedildiği ortamlarda anakronik bir tarzda liberal ve demokratların atalarını aramaktadırlar. Oysa bu fikirleri yoğunlukla dile getirenler; bizatihi halkın temsilcileri misyonlarını Meclis’te korumaya çalışan ve savundukları fikirleri İslam’dan aldıkları ilhamla ve bizatihi İslami hassasiyetleri gereği samimiyetle savunan İslami kimlik sahipleridir. Çoğunluğu zaten sosyolojik olarak Müslüman ve itikaden dindar olan bu insanların, bir kısmı da Mehmet Akif ya da Eşref Edip gibi ıslah çizgisine mensupturlar. Bu açıdan mesela Mete Tunçay ya da Taha Akyol’un Ali Şükrü Bey’i “muhafazakâr” olarak nitelemesi de isabetli değildir. Dönemin İslami kimlik sahiplerini de sadece M. Kemal muhalifliğine göre sınıflandırmak doğru değildir. Onları da savundukları fikirlere göre sınıflandırmak ve değerlendirmek gerekir.

[1] Onların bu gündemlerinin ve fikirsel-söylemsel savunularının İslami kesimler tarafından daha erken dönemlerde kavranması arzu edilirdi. Ancak bırakın fikirlerini serdetmelerini, nefes alıp vermeleri bile engellenen İslamcıların o dönemki retorikleriyle yeni tanışmaktayız. Daha doğrusu yeni kavramaktayız. O derece bir fetret dönemi geçirmişiz ki, içimizdeki bazı liberal-demokratlar bile onların itikadlarını İslam’a değil de liberalizmin köklerine atıf yaparak, mezkûr değerlerin neşvünema bulmasına ve savunulmasına bağlamaktadırlar. Bu bir tarihî anakronizm ama kabul etmek gerekir ki, içine düşenler de çok haksız değillerdir. (Bu arada bu dönemde “kuvvetler ayrılığı” gibi hususlar yürürlükte olmadığı için bu insanların demokrat ve liberal olmadıklarını savunmaya çalışan bazı seküler kimlik sahipleri ise ilerlemeci tarih anlayışı gereği bir anakronizme düşmektedirler ki bu, bizim eleştirdiğimiz bir bakış açısıdır ve şimdilik konumuz dışıdır.) 

[1] Yunus Nadi’nin Anadolu’da Yeni Gün gazetesinde 26 Kasım 1922 günü yayımlanan “Yeni Bir Cidal Devri” (cidal, yani kavga, mücadele…) başlıklı muhalif vekilleri tehdit eden yazısı, Meclis’te muhalifler tarafından şiddetli karşılıklar bulmuş, hakkında soruşturma önergesi de verilmişti. M. Kemal’den izinsiz adım atmayan Yunus Nadi’nin bu yazısı hakikaten de yeni bir dönemin habercisi olmuştu! Ve sözünü ettiğimiz literatür burada hakim idi.

4- D.Mehmet Doğan sürecin ilk şekillenişini M. Kemal ile bağlantılandırarak şu şeklide aktarıyor: “Meclis’te siyasi görüşleri temsil eden gruplar yokken, Mustafa Kemal Paşa, aniden Müdafaa-yı Hukuk grubunu kuruveriyor, 10 Mayıs 1921… Böylece TBMM içinde bir ‘ötekileştirme’ yaşanıyor ve birinci grup-ikinci grup farklılaşması meydana getiriliyor.  Hüseyin Avni Bey Anadolu ve Rumeli Müdafaa-yı Hukuk Grubu­’nun kuruluşuna itiraz ediyor: Meclisteki bütün mebuslar zaten kurulan grubun programını oluşturan esas maddelerin gerçekleşmesi için çalışmaktadır. Böyle bir grubun kurulması Meclis'te bu gayeye aykırı çalışanların mevcut olabileceği intibaını doğurmaktadır.”

5- Bu vurgu, Afyon Mebusu İsmail Şükrü Hoca imzasıyla yayınlanan “Hilafet-i İslamiye ve Büyük Millet Meclisi” başlıklı risalede geçmektedir. Kadir Mısıroğlu, Eşref Edip’in kendisine bizzat bu risalenin müellifi olduğunu, ancak mebusun dokunulmazlığı olduğundan dolayı onun imzasıyla yayımlandığını aktarır. Gerçekten de İsmail Şükrü’nün dokunulmazlığı kaldırılmaya çalışılmış; M. Kemal risaledeki tezlere şiddetle karşı çıkan açıklamalar yapmış ve çeşitli makalelerden oluşan bir karşı hilafet risaleleri yayımlanmıştır.