Son yıllarda yoğun bir şekilde uygulanan başörtüsü yasağı 10 Ocak'ta din eğitimi almak için geldiğimiz MÜ İlahiyat Fakültesi'nde de uygulanmaya başlandı. Her birimiz zorlu bir sınavı aşarak bu fakültede öğrenim görmeye hak kazanmıştık. Dini algılayışlarımızdaki farklılık ne olursa olsun temel ortak paydamız İslami duyarlılıklarımızdı. Amacımız sahip olduğumuz İslami kimliğimizi geliştirebilmek, Kur'an ilimlerini tedris edebilmek, akademik düzeyde çalışmalar yapabilmek, o güne dek dışarıdan tanıdığımız öğretim görevlilerinin birikimlerinden istifade edebilmek ve gerek ülkenin dört bir yanından gelen kardeşlerimiz gerekse yıllardır çeşitli çalışmalarıyla tanıdığımız hocalarımızla bir irtibat alanı bulabilmek ve yarınlarımıza ışık tutabilecek faaliyetlerde bulunabilmekti.
Tabii bunlar, devletin din adamı yetiştirmek amacıyla açmış olduğu ilahiyat fakültesi misyonunu aşan taleplerdi. Nitekim 28 Şubat süreciyle birlikte yapılan değişiklikler bu düşüncelerimizi teyid eder mahiyette oldu. Örneğin, fakülteler mekan ve öğretim görevlileri sayısı açısından eski kontenjanı karşılayabilecek mahiyetteyken ÖYS'de alınacak öğrenci sayısı azaltılmakla yetinilmedi, II. Öğretim ve iki yıllık meslek yüksek okulu kapatıldı. Ve yeni bir bölüm açılarak ilahiyat ve din öğretmenliği ayrımına gidildi.
Bu şekil ve nicelik düzenlemesinden sonra daha da önemli olan bir programla karşılaştık. Önce ilahiyat eğitimi için olmazsa olmaz değerindeki Arapça öğretiminin yapıldığı bir yıllık hazırlık sınıfı kaldırılarak bu eğitimin dört yıla yayılacağı söylendi. Oysa dil eğitimiyle ilgilenen herkesin malumudur ki, iyi bir dil öğrenimi için yoğunlaşmak, özel ve disiplinli bir çalışma gerekmektedir. Daha önceki hazırlık sınıfında verilen Arapça eğitiminin niteliği tartışılsa bile yeni sistemden çok daha başarılı olduğu muhakkaktı. Yeni lisans ders programına baktığımızda da ilahiyat fakültesinin misyonuna uygun ideal bir müfredat ne yazık ki göremiyoruz. Örneğin tefsir, kelam, hadis, fıkıh, İslam tarihi gibi temel dersleri (niteliğini düşünmeksizin) bir kenara bırakırsak, sosyoloji, psikoloji, sosyal bilimler metodolojisi, çevre ve din, halkla ilişkiler, astronomi ve uzay bilimleri, Türk dili, Türk cumhuriyetleri tarihi, Türk din musikisi, Türk düşünce tarihi, Türk kelamcıları, bilgisayar, İngilizce vb. derslerin üst üste yığılmasıyla oluşturulan -en azından- ilgi dağınıklığı oldukça düşündürücüdür. Aslında açık bir tablo ile karşı karşıyayız. 28 Şubat'la birlikte müslümanlar ve İslami olan ne varsa büyüteç altına alınmış ve Türkiye'deki dini hayat devletin istediği tarzda şekillendirilmeye çalışılmıştır. İlahiyat fakülteleri de bu sisteme din adamı yetiştirilmesi için açılmış resmi kurumlar olduğuna göre buraya müdahalede de şaşılacak bir şey yoktur; ancak tartışılması ve tavır alınması gereken çok şey vardır.
Burada ulus kimlik temelinde bir Türk-İslam modeli ile modernizm sapmasının bileşiminden oluşan bir anlayışın yerleştirilmeye çalışıldığını görüyoruz. Evrensel vahyin mensubu muvahhidler için bu tek tipleştirme modelini ve dini tahrif etme girişimlerini kabul etmek mümkün değildir. Burada nasıl bir tavır alınacağı sorusu hem öğrenciler hem de hocalar indinde netleşememektedir. Öğrenciler liseden mezun olup çok da sorgulanmamış düşünce ve inançlarla bu fakülteye gelmektedir. Üstelik henüz bir hayat tecrübesine sahip olmayışları, omuzlarındaki ve zihinlerindeki geleneğin olanca ağırlığı, modernizmin kendisini her vesile ile dayatması ve mevcut sistemin hukuk dışı uygulamaları onları şimdiye değin belki hiç olamadığı kadar sıkıştırmaktadır.
Gençlerin hakikati yakalamaları için teorik olarak önlerinde epey zaman ve fırsat olabilir.
Peki hocalara ne diyeceğiz? Bizler kimliğimizi netleştirmek, sağcı-muhafazakar söylemlerden arınmak vahyin duruluğunda soluklanmak için çalışırken onların hala duruşlarını netleştirememiş olmaları esef verici bir durum doğrusu. Mevcut uygulamaları tasvip eden ve bu proje içerisinde görev alanları bir kenara bırakalım kendi içinde tutarlı ve ilkeli hareket eden sınırlı sayıdaki ilim adamları neredeler? Oysa biz onlardan sadece öğrenmek için ilim tahsil etmenin hiçbir manası olmadığını, ilmîn yaşamı kolaylaştıran bir vesile olduğunu öğrenmiştik. Acaba Rasulullah bir peygamber olarak toplumdaki inkılabın öncülüğünü yaparken bu insanlar kadar maslahatları göremiyor, fıkhi çözümler bulamıyor, takiyye yapamıyor, sığınmacı söylemler bulamıyor muydu?
97'den beri ülke gündemindeki olaylar karşısında bırakalım fiili bir karşı duruşu, tartışma düzeyinde bile açılım sağlayabilecek birkaç istisna dışında kaç görüş serdedildi? Bir yerlerde hata olmalı diye düşünüyor insan. Karanlıklardan aydınlığa çıkaran vahyin yanında bu zelil duruş neyin nesidir? Ya vahiyde bir sorun var ya da bizlerde! İnsan fıtratının derinliklerine kök salan vahyin sorun olmadığı bilakis çözümü içinde barındırdığı açık olduğuna göre, dönüp kendimizi, din anlayışımızı sorgulamak zorundayız.
İlahiyat fakültelerindeki değişikliklerin son halkası da diğer üniversitelerde uygulanan başörtüsü yasağının burada da uygulamaya geçirilmesi oldu. Yıllardır yasağın buraya gelmeyeceği, buranın din eğitimi verilen bir kurum olduğu söyleniyordu. Ve gelmemesi için de mümkün olduğunca ihtiyatlı davranıyordu. Derslerde bizlere başörtüsünün müslüman kadının kimliği, Allah'ın diğer emirleri gibi bir emir olduğu ayetler, mütevatir sünnet, icma vb. delillerle açıklayanlar diğer fakültelerde ya da kurumlarda bu sorunla karşılaşan arkadaşlarımıza karşı derin bir sükutu tercih ediyorlardı. Bazıları ise zaruret gerekçesiyle daha o zamanlardan başörtüsünün terk edilebileceğine yeşil ışık yakıyor; ama ihtiyaten ilahiyatlı öğrencileri ayırt ediyorlardı. İslam'da ruhban sınıfının olmamasına ve Kur'an'da şiddetle kınanmasına, tüm emirlerin ben müslümanım diyen herkesi muhatap almasına rağmen; bu ruhla, ilahiyatçı kimliğine özel ayrıcalıkların tanınması başlı başına bir tahrif ve günübirlik mevzii kazanımlar uğruna devasa sorunlara yol açabilecek bir anlayış değil miydi? Yasak bir süre uygulanmadı ve bu yasağın uygulayıcısı olmak istemeyen dekanlar istifa etti, Yasak Z. Beyaz'la start aldı. Onun için önemli olan şey mevcut kanunların, devletin emirlerinin uygulanmasıydı. Çeşitli senaryolarla gerilen ortam bıçaklama hadisesi sonucunda doruk noktasına ulaştı ve fakülte kapısına polis getirildi. Aslında yasak en geç 2. dönemde kesin olarak uygulanacaktı. Böylesi bir eylem sadece bu tarihi öne almış oldu. Tam da final döneminde getirilen yasak öğrencilerin bölünmesini ve direnişin engellenmesini de sağlayacaktı. Durum finallerde beklenildiği gibi olmadı ama bütünleme imtihanlarında tüm öğrencilerin aynı kararlılığı sürdürüp sürdürmeyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Bu yasak ve yerleştirilmeye çalışılan anlayış karşısında hocaların içendeki tartışmaları devam ederken dışarıya yansıyan ilk gelişme H. Karaman'ın emekliliğini isteyerek fakülteden ayrılması oldu. Oysa bizler Karaman'ın, öğrencileri hak aramak adına siyasilere yönlendirmesi yerine fakültede kalıp mücadele etmesini, direnişimizde bizlerin yanında yer almasını bekliyorduk. Bu, sadece başörtüsü yasağına değil, yerleştirilmeye çalışılan anlayışa karşı sorunun yalnız başörtüsü yasağı olmadığını gösteren ve elde edilen kazanımların da tasfiyesini engellemek için tavır alan daha anlamlı bir duruş olurdu.
Finallere girmeyince bizlere daha önce de çok kez tekrarlanan kurumun bekası için telkinler iletildi. Bu kurumların korunması için, birileri başörtüsü putunun kırılması gerektiğini söyleyebilecek kadar cüretkar davranırken birileri de bunun geçici bir süreç olduğunu kendilerinin de uyuyamadıklarını ama şu anda yapılacak tek şeyin boyun eğmek olduğunu söyleyebildi. Bazılarımız Z.Beyaz'ın fakülteye sadece başörtüsü yasağını uygulamak için değil, 28 Şubat ruhuna uygun bir misyon dayatmak için atandığını görmüş ve kendisinin düzenlemiş olduğu toplantıda da bu uygulamanın aracı olmaması, Allah'ın ayetlerini az bir değer karşılığında satmaması gerektiğini hatırlatmıştı. Kur'an'da başörtüsünün olmadığı iddiasıyla başlattığı tartışmalar sonunda bundan bir sonuç alamayacağını anlayınca kanunlara, yasaklara, devletin emirlerine sığınarak meseleyi devletin ya da Kur'an'ın emirlerini tercih etme noktasına getirmiştir. Kanal 6'da Ceviz Kabuğu programında yaptığı konuşmasında da son noktayı koymuş, devlete itaatin farz olduğunu anlatmaya çalışmış, başörtüsü farz olsa bile bunu terk edebilmenin mümkünatını kendince izah etmeye çalışmıştır. Herhalde laikliği temel ilkelerinden biri olarak benimseyen bir devletin İslam devleti olduğunu ve ona itaatin farz olduğunu bir başkası söylese 312. maddeden şu anda sorgulanıyor olurdu! 28 Şubat'a bunca itaatine rağmen programda öğrencilere fakülteye girdikten sonra yani başlarını açtıktan sonra haklarını aramayı tavsiye etmesi dahi Atatürkçü Düşünce Derneği'nden bir bayanı rahatsız etti! Bütün program boyunca başörtülü öğrenciler akli melekelerden uzak, iradesiz, inancının gereklerini yerine getirirken bile başkalarına hizmet eden varlıklarmış gibi sunuldu. Bırakın öğrencilerin düşüncelerini, kılık-kıyafetlerinin dahi devlet tarafından düzenlenmesi gerektiğini savunabilen bir zihniyet karşısında diğer çelişkileri saymanın değeri de buharlaşıyor.
Başörtüsü yasağı konusunda "Fethullahçı" ve ülkücü öğrencileri tavırsız kalırken, haklarını savunmak için irtibatlar kuran öğrencilerin "radikal İslamcı örgüt" üyeliği ile suçlanması, fakülte bahçesine panzerlerin mevzilendirilip korku salınması, yasak başladığında haklarını aramak isteyen öğrencileri tedirginliğe ve çoğunu da yanlış yönelimlere itiyordu. Lakin finaller başladığında kız öğrencilerin erkek öğrencilerle birlikte başlattıkları sınavları boykot eylemi olumlu bir gelişme oldu. Ancak final dönemi boyunca fakülte kapısının önünde sergilenen sağcı-sığınmacı tavırlar ve söylemler, siyasiler ve bir takım kimselerle yapılan görüşmeler sırasında gündemleştirilen başörtülü eğitim hakkının hiç değilse ilahiyatlarda tanınması talebi, devletle zıtlaşır bir görüntü vermeme telaşı, Türk kadınının da çağlardan beri örtülü olduğunun bir delil olarak öne sürülmesi, sürekli bir savunma psikolojisi, aslında başını açmama gibi olumlu bir tavrın yanısıra daha vahim bir duruma, bir kimlik bulanıklığına işaret ediyordu. Zaten olayın nirengi noktası da tam burada, yani bir kimlik tercihinde yatmakta. Ulus kimliğin dayattığı bir tanımlamaya mı razı olacağız yoksa fıtrat dini olan İslam'ın bize sunduğu Tevhidi kimliği mi tercih edeceğiz? Bu ülkede doğmak bizim tercihimiz dahilinde değildi; ama bu ülkenin milli ve resmi sınırlarını, dayatılan tek tip düşünce ve yaşam modelini aşmak, çağlar ötesinden bize seslenen evrensel vahyin hayat bahşeden değerlerini tercih etmek bizim irademiz dahilindedir.
Sistemin ekonomik, sosyal, siyasi her alanda krizler yaşadığı ve adeta iflas noktasına geldiği bir dönemde hemen olmasa da uzun vadede sorunun kısmen çözülebildiğini, örneğin ilahiyatlarda bu yasağın uygulanmadığını düşünelim. Bizim için sorun çözülmüş mü olacak? Başörtüsü yasağının ardındaki zihniyetle, ilahiyat fakültelerinin dışındaki alanlarla bizim bir ilgimiz yokmuş gibi mi davranacağız? Başörtülü olarak bu fakülteden mezun olup din öğretmenliği yapacak olanlar devletin diğer bir resmi kurumu olan okullarda çalışabilecekler mi? Ya da geçici bir süre için başını açarak mezun olacak öğrenciler için alınan diplomalar ne işe yarayacak? Bir başka açıdan, yasağın geri çekilmesi "devletin boyun eğmesi" olarak nitelendirilirken bunun kendileri açısından yeni talepler doğuracağı endişesi yasağın uygulayıcıları açısından geri adım atmaya izin verecek mi? Daha birçok varsayım yasağın mağdurları ve uygulayıcıları arasında tartışılmaya devam etmektedir ve İslami duyarlılıklar bu ülkede yaşadığı müddetçe de devam edecektir.
İlahiyat fakülteleri bizlerin alternatif kurumları olmamakla birlikte, zaaf ve eksikliklerine rağmen mevcut sistem içerisinde Türkiye'deki İslami çalışmalara önemli katkılarda bulunmuş bir yapı arzetmektedir. Elbetteki buraların İslam'a hizmet etmesi gereken birer araç olduğu gözardı edilmeksizin ıslah edilmesi ve korunması gerekmektedir. Ancak bu; sağcı-muhafazakar söylemlerle, kişiliksizleştirme ve tek tipleştirme politikalarına boyun eğmekle ya da terk ederek değil, ilkeli, tutarlı, onurlu tavırlarla; bilgili, üretken, anlamlı duruş ve eylemler sergileyerek mümkün olacaktır.
İlahiyat fakültesi bizler için hayatın vazgeçilmez bir parçası değildir ve olamaz da. Elbetteki bu haksızlık karşısında direnişimiz sürecektir. Ancak buradan mezun olmazsak iyi bir müslüman olamayacak, dinimizi öğrenemeyecek miyiz? Üstelik teneffüslerde, kantin sohbetlerinde hep dile getirdiğimiz bir şey vardı; hayat asıl fakülteyi bitirdikten sonra başlayacaktı. İşte esas o zaman bilgilerimizi ve idealist söylemlerimizi hayata geçirebilmekle sınanacaktık. Zamanlama, resmi tarihten biraz öncesi olacak belki ama bu neyi değiştirebilir ki?
Evet başörtüsü yasağı ve diğer uygulamalar bizleri, savrulmaya, onursuzluğa, kişiliksizleşmeye, kimliğimizi tahrif etmeye, karamsarlığa, ümitsizliğe değil kendimizi yeniden muhasebe etmeye çağırıyor sadece. "Biz" dediğimiz olgunun ve bunun içindeki "ben"in ne anlam ifade ettiğini varlığımızın anlamını yineliyor ve adanmış yüreklerimizi Rabbimize sunabilmenin heyecanını duyuyoruz bir kez daha... Ve dua ediyoruz; geleneğin ve modernizmin sapmalarından kendimizi koruyabilmek, vahyin aydınlıklara çıkaran mesajını taşıyabilmek, bir Kur'an nesli inşa edebilmek, dünyaya elindeki taşlarla meydan okuyan kara gözlü çocukların ellerinden tutabilmek ve nice onurlu öncülerin bize devrettiği meşaleyi en az onlar kadar onurla taşıyabilmek için...