Allah Kimlere Yardım Etmez?
Rabbani teveccühe, ilahi lütuf ve nimetlere mazhar olabilmek için onları hak etmek gerekmektedir. Hak etmeyenin hak talep etmesi muhaldir. Kur'an-ı Mubin'in beyanlarından anladığımıza göre Allah'ın rızasını kazanamayacak olan toplumsal gruplar şunlardır:
Dalalette olanlara: Ana yoldan ayrılıp sapkınlığı tercih edinenleri Allah dünyada da Ahirette de onursuz kılarak yüz üstü bırakacağını birçok ayette beyan etmiştir. (Bkz. 16/37; 30/29.)
Kafirlere: Vahye sırt çevirip dünyada Allah'ın sunduğu olanakları değerlendirmeyen, elçiler ve davaları hakkında ileri geri konuşanlar ilahi yardıma mazhar olamayacaklardır. (Bkz: 3/22, 56, 65, 91, 150; 28/81; 29/29; 44/41-42. )
Allah'a baş kaldıranlara: Allah'ın dininin yasalarını hiçe sayan, İslam Şeriatı'nı yeryüzünden silmek için şakilik yapanların Cin suresi 23-24. ayetlerde belirtildiği gibi yüzüne bakılmayacak ve hiç bir yardımda bulunulmayacaktır.
Ahireti unutanlara: Dünyaya öncelik veren, geçici zevklerine aldananlara, aceleyi isteyerek Ahireti unutanlara yardım edilmeyecektir. Casiye suresi 34. ayette buyrulduğu gibi Cehennem ateşi onlara serinletilmeyecek, azap hafifletilmeyecektir. Çünkü onlar Ahireti verip aceleyi satın alarak dünyaya tapınmalardır. Allah ise şirki asla affetmez. Bakara suresi 86. ayette belirtildiği gibi böyle kimselere sonsuz bir ateş azabı sunulacaktır.
Zalimlerin Destekçilerine: Hud suresi 112-11 3. ayetlerinin muhtevasından anladığımıza göre zulme sessiz kalan, zalime ön ayak olup işlediği münkere çanak tutanlar ilahi yardımlardan nasipsiz kalacaklardır.
Müstekbirlere: Benliğinin tutkularına kapılıp gurur ve kibir yüklü amellerle nefsin fıtri güzelliklerini kirletenler ilahi yardıma mazhar olamayacaklardır. Kasas suresi 41. ayette buyrulduğu gibi Firavun gibi nefsini ilahlaştıran, insanları kendine kulluğa çağıran, Ahireti inkar edenlere ve onların dostlarına yeniden diriliş günü hiç bir ilahi lütufta bulunulmayacaktır. (Ayrıca bkz. 41/16)
Hainlere: İlahi vahyi benimsediğini iddia edip Kitap Ehli olmakla şereflendirilenlerin bütün Risalet davalarına yardım etmelerinin beklenmesi çok doğaldır. Fakat bunlardan ümit edilen beklentiyi boşa çıkaranlar mü'minlerle dayanışma içerisine girmeyen, üstelik Tevhid dini İslam'a sırt çevirip müşriklerle dostluk kurarak Allah'ın dinine ihanet edenler Al-i İmran suresi 111. ayette belirtildiğine göre dünyada da Ahirette de ilahi yardımlara mazhar olamayacaklardır.
Münafıklara: Yardım gelince Mü'minlerin safına geçen, sıkıntıya uğrayınca Allah'tan bilip küsen dava yolunda işkenceye maruz kalma ihtimali belirince de topuklayıp kaçmakla iddia ettikleri imanlarının pamuk ipliğine bağlı olduğunu, böylece kalplerinin hastalıklı olduğunu ispatlayanlar kaybedeceklerdir. (Bkz. 22/Hacc, 11. ayet)
Böyleleri münafık oldukları veya onların oyunlarına uygun bir kalp taşıdıkları için, kaçak güreştikleri için Rabbani rızaya kavuşamayacaklardır. Bu menfaatçi, pazarlıkçı, erdemsiz, gönülden teslim olmayan, iki tarafı idare etmeye çalışan, kimliği döneklik üzerine kurulu insanlar ilahi yardımlara mazhar olamayacaklardır. Çünkü bunlar Haşr suresi 12. ayette belirtildiği gibi hicret, cihad gibi zor zamanlarda mü'minleri yalnız bırakmış, hainlik yaparak arkalarını dönüp kaçmışlardır.
Allah'ın dinine tuzak kuranlara: (Bkz. 52/46.)
Aymazlık içindeki müşriklere: Allah'tan başka tanrılık yakıştırılan şeylere tutku ile sarılan, kötülüğün gücüne güç katan, hayrı engelleyen tutucu putperestlere Mü'minun suresi 63-65. ayetlerde belirtildiğine göre hiç bir ilahi yardım yapılmayacaktır.
Allah'ın Resulü Hz. Muhammed'e Yapılan İlahi Yardımlar:
Resullullah'a somut, gözle görülür, meydan okuyan mucizeler verilmemiştir. Ancak Yüce Allah, O'na Tevhid'i mücadelesini destekleyen çeşitli gaybi yardımlar yapmıştır. Bu yardımları şöyle sıralayabiliriz:
Birincisi, en başta gelen yardım ve lütuf olan ilahi kelamın toplamı Kuran'ı Kerim'dir. Yüce Allah Kur'an'ı fethin yollarını ve kapılarını açan bir yardım (Nusret) olarak adlandırmaktadır. (Bkz. 2/89)
Ancak Kur'an dahi mucizenin kavramsal içeriğine göre "mucize" olarak nitelendirilememektir. Çünkü onun geliş kaynağı ve kökeni gaybdır. Söze dönüşmüş, yazılı nüsha haline getirilip istifadeye sunulmuş somut tezahürleri olsa da Kur'an'ın aslı gayba ait olduğu için, bir beşer olan peygamberin elçiliği ile insanlara iletildiğinden dolayı mucize diye vasıflandırılamamaktadır.
İkincisi, Resulullah'ın nebi ve resul olduğuna ikna edilmesi için vahiy meleği ile olağan üstü muhatap kılınmasıdır. Yani Hira tecrübesidir. Bu tecrübeden Necm Suresi 11. ayette söz edilmiştir. Buna göre Peygamberimiz gözü ile gördüğünü gönlü ile, selim aklı ve bütün benliğiyle hissettiği, illizyon ve halisinasyon diye nitelendirilemeyecek aşkın bir tecrübe yaşamıştır. Bu aşkın tecrübe hiç şüphesiz Elçi'nin kendine güven duymasını sağlayan, ilahi vahyin ilk yuvası olan kalbini pekiştiren, mesajı topluma iletme konusunda kararlılık aşılayan bir muhtevaya sahiptir. Fakat topluma açık olmadığı için, insanlara meydan okuma yönü bulunmadığı için sadece Resulullah'ın şahsıyla sınırlı kaldığı için mucize şeklinde bir sıfatla Kuran'da anılmamaktadır. (Bkz 53/Necm 6-12)
Rasulullah Vahiy Meleği Cebrail ile bir kez daha karşılaşmıştır. Bu karşılaşmalarda Allah'ın Elçisi, bir Nebi'ye gereken özgüvenle taltif edilmiş, manevi güçlerle donatan sembolleri, Rabbimizin ayetlerini görmüştür. Biz insanlara bu konuda ilahi kelam ile çok az bilgi verilmiştir. (Bkz: 53/13-18)
Ancak şurası kesindir ki, zorlu Risalet davasında Rabbimizden gelen bu manevi lütuflar, peygamberimizin hanif kişiliğini son derece güçlendirmiştir.
Üçüncüsü, İsra bağışıdır. İsra, gece yolculuğu demektir. Peygamberimizin sırlarla dolu bu tecrübesi, manevi olarak gerçekleşmiştir. Bütün rivayetlere göre hicretten bir yıl önce Recep ayının 27. gecesi vâki olan bu esrarengiz gece yolculuğu da önceki lütuflar gibi bireyseldir. Sadece Resulullah'ın tecrübe ettiği bir hali ifade etmektedir. Diğer ilahi yardımlar gibi, İsra da Resulullah ve arkadaşlarına manevi doping sağlamış, İslam davasına olan bağlılıklarını arttırmış, Rablerine duydukları güvenin boşa çıkmayacağını hissettirmiş ve imanlarını güçlendirmiştir. Fakat İsra topluma açık, somut bir olay olmadığı için Kur'an'da mu'cize sıfatı ile anılmamıştır.
İsra iman etmek isteyen muhaliflerin bir talebi olarak da gerçekleşmemiştir; halka meydan okuyan bir yönüde yoktur. Zaten o güven tazeleten, müminlere Kudüs'ü hedef gösteren esrarengiz gece yolculuğu, maddi planda değil, Peygamberimizin rüyasında manevi bir şekilde gerçekleşmiş, insanları sınama amaçlı ruhsal bir tecrübedir. (Bkz 17/İsra, 60)
Dördüncüsü, Sekine'dir. Sekine, Allah'ın Risalet esnasında göklerin askerleriyle yaptığı gaybi yardımlardır. Bu yardımlar mü'minlerin de içinde olduğu mücadele alanlarına yapılmıştır. Ayet-i kerimelerden anladığımıza göre, Bedir, Hendek, Huneyn Gazalarında, Hicret esnasında, Hudeybiye anlaşmasına götüren siyasi iradenin kazanılmasında Resulullah ve arkadaşları doğrudan ilahi yardım görmüşlerdir. (Hicret esnasında yapılan gaybi yardım için bkz. 9/40; Bedir için bkz. 3/122-124; Hendek savaşında yapılan gaybi yardımlar için bkz. 33/9-27; Hudeybiye zaferi için bkz. 48/4-5; Huneyn için bkz. 9/25; Mekke'nin fethi için bkz. 48/3.)
Rasullah'a Niçin Mucize Verilmemiştir:
İnsan toplumlarına gönderilen elçiler kendileri gibi birer insandır. Bu gerçeği göz önünde tutmadan peygamberlere itirazlar ileri sürenler onlardan melekler gibi hareket etmelerini, fizik ötesi beceriler sunmalarını boş yere beklemişlerdir. Bu saçma beklenti İsra suresi 95. ayette şöyle tenkit edilmiştir: "Onlara ilet: Eğer yeryüzünde yurt tutup dolaşan melekler olsaydı, o zaman onlara elçi olarak şüphesiz gökten bir melek indirirdik."
İnsanlara olağanüstü güç gösterileri yapmaktan başka birşey yapmayan göz boyayıcı sihirbaz, kâhin ve benzeri nümayiş budalalarıyla peygamberleri aynı kefeye koymak, zihinsel bir karışıklıktan ibarettir. Peygamberler örnek gösterilmiş numuneler olarak belli olanaklara, sınırlı güçlere ve yeteneklere sahip insan topluluklarına önderlik etmekle görevlendirilmişlerdir. Öyleyse olağan üstü işler yapmak onların ne özelliklerinden ne de görevlerindendir. Zaten olağan bir düzlemde yaşam sürdüren insanlara, numune-i imtisal gösterilen birinin de sünnetinin, Kur'an ile ilgili tanıklığının sürdürülebilir imkanlar dahilinde olması da elzemdir. (Bkz 25/Furkan, 7-8)
İman etmeyi aklın merkezi olan kalp ile gerçekleştirme çabasına girişmeden oturup elçilere karşı istihza ile ahkam kesmek doğru değildir. Çünkü iman kalp ile olur, mucize ile değil. Birçok müşrik peygamberimizden olağanüstü nümayişler göstermesini istemiştir. Yüce Allah'ın ayetlerle verdiği cevapların ortak mesajı, mucizenin iman etmek için şart olmadığı ve peygamberimizden beklenmemesi gerektiği şeklindedir. Ankebut suresi 50. ayette belirtildiği gibi: "Onlar hala 'Neden ona Rabbinden hiç mucize indirilmiyor?' diye sorarlar. De ki: 'mucize göstermek yalnız Allah'ın kudretindedir; ben ise, sadece bir uyarıcıyım." (Ayrıca bkz. 6/35; 10/20; 1 3/7, 27; 29/51.)
Eğer Yüce Rabbimiz, her talep edene mucize verseydi, her önüne gelen imanda mucizeyi bir pazarlık vesilesi olarak öne sürebilecekti. Ayrıca gerçeğe ulaşma, hak yola gelme amacı güden biri için mucize zaten şart da değildir. Enam suresi 109. ayette açıkça ifade edildiği gibi: "Şimdi en emin ve kararlı bir şekilde Allah'a yemin ediyorlar ki, eğer kendilerine bir mucize gösterilmiş olsaydı buna (Kur'an'a) inanmış olacaklardı. Deki: 'Mucizeler yalnız Allah'ın elindedir'. Ve hepinizin bildiği gibi, onlara bir mucize gösterilmiş olsaydı bile ona inanmazlardı. (Ayrıca bkz 6/25; 13/31; 21/5-6)
Peygamberimize; meydan okuyan, topluma açık, somut bir mucize verilmemiştir. Çünkü kafirler, müşrikler söz konusu olduğunda iman ile mucize arasında doğrusal bir ilişki yoktur. Mucize; kabul etmeye hazır olanlar, nimete layık olanlar için anlamlıdır. İkna olmak için de doğru niyet, güzel istek ve samimiyet şarttır. Önceki toplumların bize aktarılan tecrübeleri de göstermektedir ki, bile bile hakkı inkar edenlere kağıt üzerine yazılı bir kitap indirilse, gökten kendilerine bir kapı açılsa ve o kapıdan yukarı çıksalar bu durumu dahi büyü diye niteleyip geçiştireceklerdir.
"Ama Biz, sana yazılı bir metin (kitap) göndermiş olsaydık ve ona kendi elleriyle dokunmuş olsalar bile hakikati inkara şartlanmış olanlar, kesinlikle 'bu aldatmacadan başka birşey değil' derlerdi." (6/Enam, 7)
"Hatta onlara gökten bir kapı açsaydık ve oraya biteviye yükseliyor olsalardı, kuşkusuz o zaman da: 'Bizim düpedüz gözlerimiz kapandı.' diyeceklerdi. 'Demek ki büyülenmiş kimseleriz biz'" (Bkz 12/Hicr14-15)
Hz. Muhammed'den önceki peygamberlere verilen meydan okuma mucizeleri de tevhidi mücadelenin sürekliliği ve bütünlüğü bağlamında ele alınmalıdır. Çünkü peygamberlerin hepsine aynı mesaj indirilmiş, aynı temel ilkeleri toplumlara vâz etmişlerdir. O halde tek bir zincirin halkaları olan peygamberlerin birine verilen ötekine de verilmiş sayılır. Elçileri birbirlerine karşı gibi göstermek, rekabete ve yarışa, mucize müsabakasına sokmak düşük akıllıların bir davranış şeklidir. Çünkü bütün elçiler Tevhid Dini'nin mesajlarını taşıyan kardeşlerdir. Birine verilen Rabbani bağış ötekinin de ortak destekleyici dayanağıdır. Taha süresi 1 33. ayette belirtildiği gibi:
"'Bize, Rabbinden bir mucize getirmeli değil miydi?' dediler. Onlara öncekilerin kitaplarındaki açık belgeler gelmedi mi?" (Ayrıca bkz. 28/Kasas, 48)
Yüce Allah'ın son peygambere; meydan okuyan, topluma açık somut bir mucize vermemesinin bir nedeni de helakin yasaları ile ilgilidir. Rabbimizin koyduğu değişmez bir yasaya göre mucize talep ettiği halde inanmayanlar helak edilirler.
"[Salih:] '(İşte) şu dişi deve, su içme hakkı (belirli bir gün) onun, belirli günlerde de sizindir. Öyleyse sakın ona bir kötülük yapmayın. Yoksa büyük-çetin bir günün azabı gelip sizi bulur' dedi. Bütün bu uyarılara rağmen onlar yine de o deveyi hoyratça boğazladılar. Ama bunu yaptıklarına pişman oldular. Çünkü azap onları kıskıvrak yakaladı. Şüphesiz bu (kıssada insanlar için) bir ders vardır. Onlardan çoğu inanmasalar da..." (26/Şuara, 155-1 58. Ayrıca bkz. 40/Mü'min, 5)
Konunun özü şudur: İman etmek için mucize görmek şart değildir; zaten önceki şirk toplumları peygamberlerden istedikleri olağanüstü işaretlere rağmen Tevhid dini İslam'ı benimsememişlerdir. İsra suresi 59. ayet Yüce Rabbimizin peygamberimize niçin mucize vermediğinin hulasasıdır: "Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan tek sebep, önceki toplumların onlara hep yalan gözüyle bakmış olmasıdır..."
Israrlı Mucize Talebinin Nedenleri
İnsanların yanlış nübüvvet anlayışları onların saçma beklentilere sahip olmalarına yol açmıştır. Oysa Allah'ın tarihsel İlerleyişin özüne yerleştirdiği yasalara (sünnetullah'a) göre, her türün elçisi kendi cinsindendir. İnsan toplumlarına İnsan olan elçiler gönderilmiştir. İnsanların ise beşeri kapasiteleri bellidir.
Hiç bir peygamber beşeri kapasitesinin üstüne çıkabilme becerisine sahip değildir. Ancak Yüce Allah sonsuz kudretinden bazı bağışlarda bulunabilir, Yanlış olan, insanların peygamberlerinden beşeri sınırlarının üstüne çıkarak olağanüstü gösteriler sunmalarını beklemeleridir.
Mucize talebi iyi niyetlerle olabileceği gibi cehalette nankörce ve inatla diretip peygamberleri zora sokmak İçin de olabilir. Mesela müşrikler Hz. Muhammed'i zora koşmak için ondan göğe çıkmasını isteyecek kadar küstahlaşabilmişlerdir. Hakka karşı son derece duyarsız olan bu zorba insanlar, O'nun ölümlü bir beşer olduğunu unutarak fiziksel alemin ötesine taşmasını, hatta melekleri ve Allah'ı karşılarına dikmesini isteyebilmişlerdir. İsra suresinde bu küstahlıktan Yüce Rabbimiz bizi haberdar kılmaktadır:
"Nitekim 'Ey Muhammedi bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana inanmayacağız' diyorlar. Yahut hurma ağaçlarıyla, asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça; yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça düşürmedikçe; yahut Allah'ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe; yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça; yahut göğe yükselmedikçe kaldı ki yükselsen dahi, bize oradan okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe inanmayız ya! Ey Peygamber de ki: 'Kudret ve yüceliğinde sınırsız olan Rabbimdir! Ben ölümlü bir elçiden başka birimiyim ki?'." (17 İsra 90-93. Ayrıca bkz 6/ Enam, 8)
Israrla mucize telep eden kafirler ve müşrikler ilahi kelamın mesajı üzerinde düşünüp hidayete ulaşacakları yerde duyarsız davranıp dünyada Allah'ın kendilerine tanıdığı imkanı kullanamamışlardır. Üstelik nankörlüklerini peygamberlerden azabın kendilerine hemen verilmesini istihza ile isteyerek, daha da pekiştirmişlerdir. Gayeleri iman etmek olsaydı bu kimselerin imkansızı istemek yerine, gerçekleri dosdoğru kavrama gücü bahşeden ilahi vahyin sağladığı olanakları değerlendirmeleri gerekirdi. Kehf Suresi 55. ayette belirtildiği gibi:
"Nitekim, kendilerine doğru yolun rehberi (Kur'an) gelmişken, insanları imana erişmekten ve rablerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan yegane tutum, önceki toplumlara uygulanan sürecin (sünnetin) onlara da uygulanmasını veya göz önünde bir azabın kendilerine gelmesini beklemeleridir."
Bu genel girişten sonra, insanların neden Hz. Muhammed'e de meydan okuyucu somut mucizelerin verilmesi gerektiğini düşündüklerine dair anlayışları iki maddede inclemek istiyoruz:
Birincisi, Kur'an vahyine muhalefet edenlerin mucize talepleri, ikincisi, Hz. Muhammed'in peygamberliğini tasdik eden bazı müslümanların mucize görme arzuları.
Birinci insan grubunu oluşturanlar evrensel bir tavrın sahipleridir. Nasıl önceki peygamberleri sora koşmak için muarızlar olmadık istekler peşinde koşuyorlarsa Nebi'nin asrında yaşayan müşrikler de ataları gibi peygamberimizi(s) insanüstü görmek arzusundadırlar. Onun yemek yemesini, çarşılarda gezmesini, evlenmesini hoş görmemektedirler. Bu özellikleri taşıması ise bir düşüklük, bir eksiklik olarak algılanmakta, ondan melekler gibi davranmasını beklemektedirler. Oysa o da, önceki peygamberler gibi beşerdir. Çünkü insanlığa gönderilmiş bir elçidir.
"Deki: 'Ben de sizin gibi ölümlü bir insanım.'" (18 Kehf 110)
Zaten insan toplumlarına kendi içlerinden, kendileriyle benzer yeteneklerde bir insanı elçi göndermek İsra Suresi 95. ayetinde belirtildiği gibi Allah'ın buyruğudur. Furkan suresi 20. ayette'de bu konuya gayet veciz bir şekilde değinilmiştir:
"(Ey Muhammedi) Biz senden önce de yiyip içen, çarşıda pazarda dolaşan (ölümlü) insanların dışında kimseyi elçi olarak göndermedik..."
Batıl peygamber anlayışları müşrikleri delalete sürüklemiş, Allah'ın elçilerinde kendi uydurdukları sıfatları görme inadını hiç elden bırakmamışlardır. Samimiyetten ve selim akıldan yoksun, melek elçi talepleri kabul görmeyince bu sefer de 'sınıfsal ayrıcalık seçkinciliği' yaparak ırkçı isteklerde bulunmuşlardır. Tevhid dini İslam'ın Adalet ve Takva erdemliliği mesajını görmezden gelerek aristokrat kafirler peygamberlerin toplumun önde gelen eşraf takımından veya varlıklı üst kesimlerinden olması gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
"Ve yine şöyle derler: Bu Kur'an neden iki şehrin ileri gelenlerine inmiş değil?" (43/Zuhruf, 31)
Birinci gruptakilerin mucize talep ederken takındıkları ruh halini özetledikten sonra şimdi de iyi niyetlerinden kuşku duymadığımız müslümanların mucize yakıştırırken nasıl bir ruh yapısı ile hareket ettiklerini anlamaya çalışalım.
Müslümanların Peygamberimize Yakıştırdığı Mucizeler:
Müslümanların Hz. Muhammed'e yakıştırdıkları mucizelerin, ona ait olduğunu ispatlama telaşının temelde iki tür ruh halinin ürünü olduğunu söyleyebiliriz:
Birincisi, muhalifler gibi peygamberi olağanüstü görmek isteğinde olanların ruh halidir. Tıpkı itirazcılar gibi peygamberi olağanüstü özelliklere sahip görme zaafı, insanları mucize istinad etme yarışına sokabilmiştir.
İkincisi, önceki peygamberin tahrifçi, sahte takipçileri olan Ehl-i Kitab'a tepki olarak mucize dizme endişesi taşımak şeklindeki bir ruh halidir. Ehl-i Kitap'tan Yahudi ve Hristiyanlar peygamberleri üstünlük yarışına sokmuşlardır. İşte bunlara cevap verme telaşı, bazı müslümanların uydurulmuş rivayetlere itibar etme yanlışına düşürmüştür. Bu rivayetlerin iddialarından bazılarını misal olarak alıntılamak istiyoruz:
a- Peygamberimizin anne-babasının nikahının Allah tarafından kıyıldığı iddiası: "Hz. Peygamber nikahlı rahimlerden gelmiştir."
b- Kazanılmamış imtiyaz iddiası: Cebrail bir gün Peygamberimize şöyle demiş:
"Allah sana selam gönderiyor ve diyor ki; 'Ben seni dölleyen soya, taşıyan rahme ve saran kucağa Cehennem'i haram kılmış bulunuyorum."
c- Peygamberler arasında ayırım yapılması gerektiği iddiası: "Peygamber adı ile (Muhammed) bütün peygamberlerden üstündür."
d- Peygamberimizin ağaçları yürüttüğü iddiası: "Şu gördüğün ağacı yürütüp getirsen, İslam'ı kabul edeceğim diyen birisine Peygamberimizin şöyle dediği rivayeti uydurulmuştur; ''Pekala, git ona Muhammed seni çağırıyor de." (Rivayete göre ağaç Resulullah'a koşarak gelmiş, emretmesi üzerine de geriye yerine gitmiştir.) (İbn-i Hişam s. 258'den aktaran Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1. cilt sh. 104; 126)
e- Allah'ın yaratmaya Hz. Muhammed'den başladığı iddiası: Kainatın Hz. Muhammed'in nurundan yaratıldığı hurafesi hem Şiiler hem de Sünniler arasında meşhurdur. Bu felsefeye göre o olmasaydı alemler yaratılmazdı. Alem O'nun yüzü suyu hürmetine var edilmiştir. (Bkz Âhmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Cami'ul-Usul, Hakikat-i Muhammediye bölümü; Ali Şeriati, Ali Şiası Safevi Şiası, sh. 153, Yöneliş Yayınları, 1990, İstanbul; Erzurumlu İbrahim Hakkı, Marifetname, sh. 23, Metin Yay. Dağıtım, 1992, İstanbul)
Konu ile ilgili bir rivayetin iddiası da şöyledir: "Adem balçık halindeyken, Muhammed peygamberdi." (Prof Dr. Hasan Kamil Yılmaz, Tasavvuf Meseleleri, Erkam Yayınları, s. 209, 1997, İstanbul)
f- Allah'ın Kainat'ı Hz. Muhammed için yarattığı iddiası: Sufilere göre Tanrı'nın bilinmesi, Taayyunu ilkin Muhammed'in daha sonra da diğer ruhların yaratılmasıyla mümkün olabilmiştir. Hiç bir karineye dayanmayan bazı safsataları Allah'ın sözüymüş gibi kitaplarına yazan Muhyiddin İbni Arabi bu konuda bir simgedir.
Farabi'nin Aristo'dan devşirdiği Sudur Nazariyesi'ni, yaratılış kıssasını tahrifte kullanan Muhyiddin İbni Arabi, tanrının şöyle dediğini iddia etmektedir:
"Ben gizli bir hazineydim. Bilinmeyi sevdim, istedim. Yaratılmışları, önce Muhammed'in nurunu yarattım ve onlara kendimi tanıttım. Böylece onlar beni tanıdılar." (Muhyiddin İbnü'l Arabi, ilahi Aşk, Sayfa 38, Çeviren: Mahmud Kanık, İnsan Yayınları İstanbul 1992; İbnü'l Arabi, el-Futu-hat el-Mekkiye, sh. 410; Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990, İstanbul)
Yine Tasavvufçuların uydurduğu bir hadis de şöyledir: "(Ey Muhammed!) Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım." (Bkz. İsmail Aclûni, Keşfü'l-Hafa, 2/1 64'ten aktaran İbrahim Sarmış, Tasavvuf ve İslam, sh. 224, Ekin Yay. 1997, İstanbul)
g- Bir çok siyer kitabında peygamberimiz yüceltme adına bir mitoloji kahramanı haline getirilmiştir. Buna göre o, daha doğmadan mecusilerin taptıkları ateşgedeler sönmüş, sava gölünün suları çekilmiş, kisra'nın sarayı yıkılmıştır. Çocukluk döneminde göğsü yarılıp ameliyat edilmiş, Ay'ı yarıp dağın üzerine düşürmüş, göklere çıkıp Allah ile doğrudan konuşmuş, gittiği yerler bolluğa garkolmuş, yürürken tepesinde gölge yapan bir bulut üzerinde dolaştırılmıştır. O, dilsizi konuşturan, bütün hataları daha icra etmesine müsaade edilmeden Cebrail tarafından düzeltilen biridir. (Bkz. İbn-i İshak, Siyer, sh. 98-102, Akabe Yay. Ekim-1988, İst.)
Rivayetlerin Değerlendirilmesi: Biz bu rivayetleri Kur'an'ın kılavuzluğunda kısaca değerlendirmek istiyoruz. Ancak iddialardan üçü üzerinde, önemlerine binâen daha çok durmak istiyoruz. Bunlar, Peygamberimizin Vahiy Meleği tarafından göğsünün yarıldığı, Ay'ı ikiye böldüğü, Mirac'da Allah ile doğrudan görüştüğü iddialarıdır.
İnsanlardaki efsaneye olan düşkünlük tutkusu aslında, Rabbimizin aşkın olana ilgi duyacak şekilde donatarak yaratmış olmasından dolayıdır. Bu ilgi yok sayılmamalıdır. Ancak müteal olana alaka duymak doğaldır da; bu ilgiyi imanda pazarlık konusu yapmak, peygamberlerden güçlerinin üstünde gösteriler yapmalarını beklemek yanlıştır. Ümmet içerisinden bu yanlışa düşen bazı kimseler rivayetlerle öyle bir peygamber tasavvuru ortaya koymuşlardır ki, bunun Allah'ın Elçisi Muhammed(s) ile bir ilgisini kurmak imkansız hale gelmiştir.
Böylece rivayetlerde anlatılan peygamber tasavvuru ile Kur'an'da Rabbimizin anlattığı arasında kapatılması güç uçurumlar oluşmuştur. Yukarıdaki rivayetlerin aksine peygamberimiz, öyle beşer olması bakımından diğer insanlardan farklı özellikler taşımamaktadır, O, yiyen, içen, caddelerde gezen, evlenen, çoluk çocuk sahibi olan diğer insanlar gibidir. (13/Ra'd, 38) Hendek savaşında aç kaldığı için karnına taş bağlamıştır. Uhud savaşında ölümün eşiğine gelecek kadar tehlikeye ma'ruz kalmış, dişi kırılmıştır. Her insan gibi o da ölümlüdür. (Bkz. 21/Enbiya, 34) Birçok insan gibi utangaç, çekingendir. (Bkz. 33/Ahzab, 53. ) Hz. Muhammed düşmanlarının bile hemen ulaşabilecekleri yakınlıktadır. Çünkü o, toplumdaki diğer türdeşlerinin arkadaşıdır. (Bkz. 53/Necm, 2) Peygamberimizin zorluklardan dolayı göğsü daralmış, yetim kalmış, öksüz ve mustazaf biri olarak yıllarca yaşamıştır. (Bkz. Duha ve İnşirah sureleri.)
Beşer olması bakımından Allah'ın seçkin elçisi olmasına rağmen bazı hatalar yapmaktan kendini koruyup nefsine engel olamamıştır. (Bkz. 6/35; 40/55; 47/19; 48/2; 80/1-10) Risalet öncesinde hidayeti bulma konusunda belirgin bir şaşkınlık ve arayış içindedir. İlahi lutfa mazhar olmadan önce o, kitap nedir, İman nedir bilmeyen biridir. (Bkz. 12/Yusuf, 3; 42/Şura, 52.)
Özellikle sûfilerin uydurduğu rivayetlere göre sanki Allah Teala'nın kainatı peygamberimiz için yarattığı iddiası ileri sürülmüştür, oysa Nahl suresi, 12. ayetin kılavuzluğu ile konuyu ele aldığımızda bir insan için evren yaratmak şeklindeki bir anlayışın doğru olmadığını ilahi kelamın muhkem dili ile öğrenmekteyiz: "Ve O, geceyi, gündüzü, sizin için boyun eğdirmiştir. Güneş, ay ve bütün yıldızlar, O'nun buyruğuna boyun eğmişlerdir." (Ayrıca bkz. 10/67; 14/33; 27/86; 40/61)
Dünyadaki her şeyin sadece bir insanın hatırı için yaratıldığı fikrini çürüten birçok Kur'an âyeti vardır. Bunlardan biri de, Bakara sûresi, 29. âyettir: "Ve dünya üzerinde ne varsa sizin için yaratan, plan ve tasarımını göklere uygulayıp onları yedi gök şeklinde düzenleyen O'dur. Ve O'dur her şeyin tam bilgisine sahip olan." (Ayrıca bkz. 16/14; 28/12; 31/20.)
Miraç Meselesi: Yüce Allah'ın Rasulullah'a bahşettiği İsra tecrübesi yukarıda izah etmeye çalıştığımız gibi imani bir hakikattir. Ancak Taif yenilgisine karşılık olarak verilen bu ilahi lütufla ilgili ortaya atılan bazı iddialar ibret, mesaj ve ders yönünü örtecek boyutlara ulaşmıştır. Böylece Rasulullah'ın İsra tecrübesi, hadis olarak nakledilen bir çok rivayetle bulandırılmıştır.
İsra'dan ötesi için Kur'an'da hiç bir malumat ve delil bulunmamaktadır. Özellikle Hz. Aişe'nin rivayet ettiği bazı hadislerde konu manevi boyutta ele alınmakta ve cismani bir yükseliş iddiasında bulunanlar yalancılıkla suçlanmaktadırlar.
Bazı hadislerde ise olay somut, açık bir mucize imiş gibi işlenmektedir. Bu hadislerdeki iddiaların özeti şöyledir: Rasulullah'ın kalbi yarılmış zemzemle yıkanmıştır. Burak adlı bir binekle Kudüs'e, oradan da göklere çıkarılmıştır. Göğün her bir katında peygamberlerle görüşmüş onlarla namaz kılmıştır. Sidretü'l-Münteha'dan sonra yolculuğuna yalnız devam etmiş, Cennet'i ve Cehennem'i görmüş, Allah ile doğrudan bir görüşme yapmıştır.(!)
Bu görüşmede ümmetine elli vakit namazı emretmesi istenmiş, göğün altıncı katındaki Musa peygamber tarafından namaz vakitlerinin azaltılmasını Allah'tan rica etmesi için on defa geri gönderilmiştir(!) Onbirinci defa beş vakti de indirmesi için kendisini ayartan Musa'ya güya peygamberimiz, artık pazarlık gücü kalmadığını söyleyerek yeryüzüne geri dönmüştür. (Bkz: Buhari, Sahih, Menakıb, 42, 64; Salat, 1; Hacc, 76; Enbiya, 5; Tevhid, 37; Müslim, Sahih, İman, 259, 263; İbn-i Mace, Sünen, Zühd, 31; Ahmed bin Hanbel, Müsned, 2. cilt, sh. 364; 3. cilt, sh. 224; 6. cilt, sh. 140; ibn-i Kesir, Tefsir, 4. cilt, sh. 289.)
Konuyu mecazi boyutundan çıkarıp tamamen cismani boyutta gerçekleşmiş gibi sunan Miraçla ilgili hadislerdeki sorun bize göre iki nedenden kaynaklanmaktadır: İsra'nın mesajını yanlış algılamaktan kaynaklanan Ravi hatalarından; kasıtlı bir şekilde uydurulan hadislerden.
Bu rivayetlerdeki çelişkileri kısaca izah edip değerlendirmeye tabi tutmak, sahih itikadımızı koruma endişesi taşımayı İslami bir sorumluluk olarak gördüğümüz için şarttır. Biz bu rivayetleri dört bakımdan çelişkili görmekteyiz:
a) Ka'b el Ahbar adlı ravinin rivayetinde peygamberimiz kendi başına hareket etmeyi beceremeyen saf biri gibi lanse edilmekte, Musa peygamber ise onun akıl danışmanı gibi gösterilmektedir. Bu ravinin İsrailoğulları'ndan bir mühtedi olduğu hatırda tutulmalıdır.
b) Rasulullah'a ilahi bir yardım olan İsra, mucize gibi algılanmaktadır. Oysa peygamberimizin şahsı ile sınırlı kaldığı için, toplumun nazarına açık olmadığı için, görenleri aciz bırakacak bir yönü bulunmadığı için İsra da Miraç da mucize değildir. Kısaca İsra, Kur'an'da mahiyeti bildirilmeyen, hikmeti üzerinde durulan esrarengiz bir manevi tecrübedir. Hikmetlerini önceki başlıklarda izah etmiştik.
c) Peygamberimizin namazı için Allah ile pazarlık yaptığını iddia etmek çok yakışıksızdır. Ayrıca namaz ilk defa o gece değil risaletin başından beri ilk mesajlarda anılan bir farzdır. (Mesela, 96/Alak suresi, 9-10. ayetler; 107/Maûn suresi, 4-7, ayetler; 87/A'la suresi, 14-15. ayetler İsra tecrübesinden önce inzal olduğu halde namazdan bahsetmektedir.)
d) Uydurma rivayetlere göre Sidretül-Münteha Cebrail(a)için bir sınırdır. Oysa o sınır peygamberimizin şahsında insanlığın "Bilmek" konusunda son durağı fizik ötesini algılamanın sınırıdır. Sidretü'l-Münteha (En son meyve ağacı) ifadesi, Gayb konusunda bilgilenmenin, seçilmiş bir resule de olsa sınırlılığını dile getiren Müteşabih bir ifadedir. (Bkz. 53/Necm, 14-17.)
Sidretü'l-Münteha uydurma rivayetlerde sanki bir mekan gibi gösterilerek, Müteşabih ifade basitleştirilmeye, somut çıplak gerçekliğe indirgenmeye çalışılmıştır. Ayrıca soyut da olsa Allah'a bir mekan izafe edilmiştir. Oysa hiç bir şeyin kendisine denk olmadığı Yüce Allah soyut, somut bütün mekanlardan münezzehtir.
Şakku'l-Kamer Meselesi: Kur'an'da ısrarlı mucize talepleri reddedildiği halde bazı hadislerde peygamberimize mucizeler izafe edilmiştir. Bunlardan biri de şakku'l-kamerdir. İddiaya göre mucize isteyen bir grup insana peygamberimiz, Ay'ı ikiye bölme gösterisi yapmıştır. Peygamberimizin eli ile işaret ederek ikiye böldüğü Ay, Hira dağının iki yamacına düşmüştür. (Bkz. Buhari, Sahih, Menakıb, 27; Müslim, Sahih, Münafıktın, 43, 47, 48; Tirmizi, Sünen, Kamer suresi tefsiri, 54(1-3); Ahmed bin Hanbel, Müsned, 1. cilt, 377, 413, 447, 456; 3. cilt, 165, 275, 278; 4. cilt, 82.)
Rivayetlere göre Şakku'l-Kamer, Kur'an Vahyi'nin muhalifleri tarafından istenen bir mucizedir. Kamer suresi 1-2. ayetleri de delil gösteren bu iddiayı dört bakımdan değerlendirmek istiyoruz. Ancak öncelikle ayetlerin mealine bir göz atalım: "Kıyamet yaklaştı, Ay yarıldı. Ama onlar bir mucize görseler yüz çevirip 'sürüp giden bir sihirdir' derler."
a) Delaleti kat'i nasslar bakımından: Peygamberimize Muhkem Kur'an ayetlerine göre bir mucize verilmemiştir. O halde böyle bir mucize ihdası yanlıştır. Kamer suresi 2. ayette olay bir mucize diye nitelendirilmekte olduğuna göre konunun başka bir izahı olmalıdır. Ayın yarılması Kıyamet esnasında gerçekleşecek bir olaydır.
b) Kamer süresindeki lafızların yorumu bakımından: İnşakka, Arapça'da mazi kipinde bir fiildir. Bu kipteki fiiller bazen olacak bir şeyin mutlaklığını, kesinliğini vurgulamak için de kullanılmaktadır. Zaten ayetler aslında olmuş bitmiş bir şeyden değil, Kıyamet esnasında vuku' bulacak felaket sahnesinden bahsetmektedir. (Bkz. İzzet Derveze, et-tefsirü'l-hadis, cilt, 1, sh. 364, Ekin Yay. 1998, İstanbul.)
İnşikak suresi (84), 1. ayette Kıyamet sahnesi olarak anlatılan "göğün yarılması" da aynı fiille ve geçmiş zaman kipinde kullanıldığı halde hiç bir müfessir veya ravi olayın vukuunu geçmiş zamana hasretme m ektedir.
c) Hadislerin rivayet zinciri bakımından: Ay'ın yarılmasından bahseden hadisleri incelediğimizde olayın gerçekleştiğinin iddia edildiği tarihte henüz doğmayanların, yaşı çok küçük olanların rivayet zincirinde geçtiğini görmekteyiz. Bu da hadislerin doğruluk derecesini zayıflatmaktadır.
d) Hadislerin metin tetkiki bakımından: Kur'an'daki mucize ile İlgili anlatımlardan anladığımıza göre olağanüstü olay karşısında insanlar ya ikna olmaktadırlar ya da ikna olmaktadırlar. Bu olayı bize anlatan raviler konuya tam bir açıklık getirmemektedirler. Mucize talep edenlerin iman etmemeleri, "bu bir sihir" diyerek tepki göstermeleri durumunda helak edilmeleri gerekirdi. Oysa hiç bir tarihi malumat Mekke'de helak edilen böyle bir gruptan bahsetmemiştir.
Hadislere göre yarılan Ay bir dağın iki yamacına düşmüştür. İddia sahiplerine sormak gerekir: Dünya'nın dörtte biri kadar olan Ay nasıl olmuş da bir dağın iki yamacına sığınıştır? Yok bu bir göz yanılsaması ise peygambere illüzyon veya halüsünasyon yakıştırmak itikadımıza ters değil midir?
Aslında ilahi hikmeti arayanlar için ayın yarılması şart değildir. Çünkü Ay'ın kendisi hakka ikna olmak için, ibret alma kabiliyeti dumura uğramamış olanlar için kanıtlar taşımaktadır.
Şerhu's-sadr Meselesi: Göğsün yarılması demektir. Bir kısım hadislere ve tarihi rivayetlere göre peygamberimizin kalbi çeşitli zamanlarda beyaz elbiseli görevliler tarafından, yarılarak ameliyat edilmiş, altın bir kapta zemzem suyu ile yıkanmıştır. İddialar bu işlemin dört defa meydana geldiği şeklindedir: Süt annesinin yanındayken, on yaşlarında çöldeyken, ilk vahiy esnasında Hira Mağarası'ndayken ve Mirac'a çıkmadan hemen önce. (Bkz. Müslim, İman, 260, 264.)
Ancak bütün hadisler kalbin açılmasını indirgemeci somut gerçeklik olarak dile getirmemektedir. Bazıları, olayı mecaza hamletmektedirler. (Bkz. Buhari, Sahih, Zekat, 1, 40; Ebu Davud, Sünen, Zekat, 1, Nikah, 45; Tirmizi, Sünen, İman, 1; Nesei, Sünen, Zekat, 3.)
Ancak mesajları müşahhaslaştırarak basite indirgeyen rivayetlere göre peygamberimiz hem Kainat'ın kendisi için yaratıldığı biridir hem de kalbi kirlendiği için temizlenmeye ihtiyaç duyan biridir. Biz bu çelişkiyi bir kenara bırakarak rivayetçilerin kendilerine delil olarak mesned yapmaya çalıştıkları İnşirah suresi ayetlerini bir hatırlayalım: "Senin göğsünü ferahlatıp genişletmedik mi? Yükünü üzerinden indirmedik mi?" (94/İnşirah, 1-2.)
Bize göre şerh fiilini mecaza hamleden rivayetler doğrudur, inşirahı somut gerçeklik şeklinde algılayanlar yanılmaktadırlar. Çünkü İnşirah suresinde dile getirilen konu; peygamberimizin çetin bir mücadelede karşılaştığı zorluklara karşı moral olarak desteklenmesi, sıkıntılar karşısında ümitsizliğe düşmemesi için, yılgınlığa kapılmaması için gereken özgüvenin sağlanmasıdır.
Aslında surede dile getirilen mesajın konusu çeşitli zorluklardan sonra Rabbani lütufların sağladığı kolaylıklardır. Aynı surenin 3. ve 4. ayetlerinde belirtildiği gibi: "Gerçek şu ki, her zorlukla beraber bir kolaylık vardır. Muhakkak her zorlukla beraber bir kolaylık vardır."
Ayrıca şerh fiili sadr (göğüs) ile birlikte kullanıldığında kesinlikle biyolojik kalp anlamına gelmemektedir. Bazı ayetlerde şerh, göğsü İslama açmak anlamında kullanılmıştır. (Bk:. 6/125; 20/25; 39/22.) Bazı ayetlerde ise şerh, Küfre göğüs açmak (şerh) anlamında kullanılmıştır. (Bkz. 16/106)
Özgür İradenin İtici Gücü Olarak Mucize
Yüce Allah mucize ile insanlara alıştıkları, olağan buldukları olgu ve olayların değiştirilmesi imkansız bir kader olmadığını göstermiştir. Çünkü mucize gerçeği olağanüstünün mümkün olduğunu belleten hikmetler öğretmektedir. Toplumsal alanda zulmün varlığına alışmış olan insanlar, eğer mevcut durumun olağanlığını değiştirilmesi imkansız bir kader olarak kabul ederlerse hiç bir zaman inkılaba kalkışmayacaklardır. Bu da zulmün, zalimliğin ve sömürgeciliğin karşısına dikilebilecek adaletçi direnişlerin ümidini kıracaktır. Oysa direniş için bilinç hazırlığı yapmak yapılması gereken eyleme inanç şarttır.
Mucize aynı zamanda her şeyin yaratıcısı olan Allah'ın yarattıklarını kontrol ve denetimi altında tuttuğunu gösteren bir tanıklıktır. Allah analı babalı yaratılmaya iyice alışmış, olağan bilinen olgu ve olaylarda dahi varolan ilahi kudreti görme basiretini yitirmiş insan kitleleri için Hz. İsa'yı babasız yaratarak gafillerin uyanabilmesi için bir fırsat sağlamıştır. Böylece Rabbimiz bütün yaratılış şekillerinin, kendi koyduğu kanunlarının üzerine çıkabileceğini, yasalarının mahkumu olmadığını Adem, İsa ve Alak biçiminde ortaya koyduğu kanıtlarla insanlık sahnesine sunmuştur:
"De ki: 'Onları yoktan vareden yeniden hayat da verir, çünkü O, her tür yaratma eyleminin bilgisine sahiptir." (36/Yasin, 79.)
"Biz ne zaman bir şeyin olmasını istesek, ona sadece 'Ol!' deriz ve o şey hemen oluverir." (Bkz. 16/Nahl, 40; ayrıca bkz. 36/82)
İbrahim peygamberi yakmayan "ateş" bize olgu ve olayların nihai olarak Allah'a bağlı olduğunu göstermektedir. Bilinmelidir ki, olgu ve olayların mutlak Determinizm'le açıklanması, Pozitivizm'e çıkan bir yolun başlangıcıdır. Determinizm'de hâdiseler birbirini zincirleme takip eder. Bağlılıkta kopukluk, çatlaklık yoktur, Pozitivistler de, ilahi takdiri kör kadercilik şeklinde algılayanlar da, hürriyetten, özgür iradeden yoksun, fukara bir yaklaşımla olgu ve olayları ele almaktadırlar.
Determinal bir kader anlayışına sahip bazı kelamcılar, hem fiziksel âlemde hem de insanlık âleminde Allah'ın yaratma sıfatını ve insan eylemlerini aksiyondan yoksun bırakarak donuk bir dünya tasavvurunu, değişimin imkansız olduğu bir toplumsal yapı öngörüsünü itikad diye takdim etmişlerdir.
Allah'ın yerine sebepleri ilah olarak geçiren Deterministler de, Cebriye'yi savunan Eş'ari kelamcılar da önceden belirlenen yasaların ve kararların mutlak belirleyiciliğine inanmayı değişmez bir ön kabul şeklinde benimsedikleri için fiziksel ve toplumsal alanda "değişimi" ve bir başka türlü oluşu imkansız olarak görmektedirler.
Mucize bize istisnaların mümkün olduğunu öğretmektedir. O halde mucizeler, genel yasaların bir istisnasının olası olduğu gerçeğini kavratmaları bakımından risalet görevini yürüten peygamberlere ve İslami mücadele öbeklerine her türlü statüko'nun değişiminin mümkün olduğunu belletmektedir. Çünkü mucize genel yasaların her zaman bir istisnasının mümkün olabileceğini, mevcut cari yapının bir kader olmadığını, değişimin mümkün olduğunu öğretmektedir.
İlahi Hikmet mucize ile İslam itikadının mensuplarına verili olanın mutlak olmadığı eğitimini vermiştir. Mucize, zulüm ile örülmüş bir toplumsal yapının, siyasal statükonun değişebilirliğini, her zaman bir çıkış yolu bulunduğunu, değişim ve dönüşümün mümkün olduğunu ihsas ettiren bir bilinci kuşandırmaktadır.
Mucizelerin, Gaybi Yardımların Risalete Ve Mücadeleye Katkısı
Bir İslami mücadele ister öncüsü peygamber olsun, isterse olmasın, üç aşamalıdır: İman, hicret, cihad. Bu aşamaların her birinde aslında iç içelik söz konusudur. Yani kişi iman ettiğinde, toplumun kirliliklerinden nefsinin olumsuz tutkularından Allah'a hicret etmiş, her türlü şeytani arzu ve oluşuma karşı cihad açmış olmaktadır. (Bkz. 73/10, 74/5, 91/7-9.)
Her mü'minin hicret ve cihadın varlığını imanla anlamlandırması şarttır. Bu yönüyle iman, bir hicret ve cihad eylemidir. Fakat bir İslami mücadele aşaması olarak Hicret ve Cihad bireysel tezkiye ve kurtuluştan ötedir. Bütün bir İslami mücahede öbeklerinin şirke, küfre ve zulme karşı harekete geçmesidir.
Mücadele "aşamaları ağır zorluklarla mukayyettir. Fakat bedel ödemeyi göze alacak kadar aslan yürekli müminler topluluğuna öncüleri peygamber olsun yada olmasın Allah'ın yardım va'di vardır. Bu yardımların mücadeleye katkılarını ayetler ışığında dile getirmek gerekirse aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür.
1- İnancı pekiştirmektir: Yapılmasında güçlük bulunan salih eylemlerin Rabbe tevekkül ederek, eminlikle yapılmasını sağlamaktır. Sabrın, direncin, metanetin, ilahi yardımlarla takviye edileceğini bilmek güzel işler üzerinde yoğunlaşmayı doğuracaktır: "Mü'minlerin kalplerine sekine bağışlayan O'dur, ki göklerin ve yerin bütün güçlerinin Allah'a ait bulunduğunu ve Allah'ın her şeyi bilen ve gerçek hikmet sahibi olduğunu görerek, imanlarını daha da sağlamlaştırabilsinler." (48/Fetih, 4)
Yeryüzünde adalet için zulme karşı biatlaşarak toplu direniş gösteren müminlerin mücadelesinin sönmemesini sağlayan yılgınlığa düşmeyi önleyen bir motivasyon aracıdır. (Bkz 48/18)
2- Rabbani güvencedir; İlahi yardımlar İslami mücadele karargahlarına salih eylem biçimi olan cihad esnasında karşılaşacakları kötü tuzaklara ve bela dairelerine karşı müminlerin güvencesidir.
Her şeyden önce iman nimetini bağışlaması Rabbimizden gelen büyük bir gaybi yardımdır. Bu bağlamda Sekine, mü'minlerin kalplerini uzlaştıran, tedirginliği yatıştıran bir işlev görmektedir. 3/Al-i İmran suresi, 126. ayette bunun hikmetinden "müjde olsun, kalpleriniz güven bulsun" şeklindeki bir vurguyla söz edilmektedir. (Ayrıca bkz. 8/Enfal, 10)
Hem iman etmiş olmak hem de Sekine müjdesinin muhatabı olmak, Allah'ın güvenlik kuşağı içinde bulunmanın huzurunu duyumsatmaktadır. Bu ilahi bağışlar sayesinde mü'minler kafirlerin ekmek istedikleri düşmanlık tohumlarına, cin ve insan şeytanlarının attıkları ümniyye oklarına karşı güçlü bir kalkan elde etmektedirler.
Enfal suresi (8), 62-63. ayetlerde ilahi yardımların bir amacının da "mü'minlerin kalplerini uzlaştırmak" olduğu belirtilmektedir. Münafıklar basit konuları, gündelik çekişmeleri, Cahiliyye'den kalma davaları bahane ederek müslümanlar arasına kin sokmak, vahdeti parçalamak, kavgaya itmek isterler. Onların bu hileli oyunlarını, girift planlarını, şeytani tuzaklarını, gerçek imanın yuvaları olan mü'minlerin kalpleri bozacaktır.
Kısaca kalpte karar kılmış, ardından şuurla yapılan eylemler ve bunu destekleyen Rabbani bir yardım olan Sekine mü'minlerin dayanması gereken yegane güvencedir.
3- Allah'ın taraf olduğunun delilidir: İlahi yardım va'adi, insanlık tarihinde yaşanmış ve yaşanacak zaman dilimlerinde Allah'ın zulme boyun eğmeyen müstazaflarının yanında olduğunu gösterir. Böylece zayıf olmak, sömürüye karşı verilmesi gereken kurtuluş mücadeleleri için bir bahane olmaktan çıkmaktadır. Çünkü Allah yeryüzüne dürüst ve erdemli kullarına miras olarak verileceğine dair söz vermiştir. (Bkz. 5/Maide, 55-56; 21/105; 28/Kasas, 5; 42/14.)
4- Takva duyarlılığını güçlendirip pekiştirmektir: Böylece azmi ve direnci bilemektir. (Bkz. 48/26)
5- Cihad'ı başlatan kalkışın kamçılanmasıdır: Allah'ın yardım edeceğine dair ümitler, sadece süreç içinde değil, sürecin başlangıcında da hareket etmeyi kolaylaştıracaktır. (Bkz 48/1-5.)
6- Hüzünden heder olmayı önlemektir: Sünnetullah'ı ve bütün risalet sürecini çok iyi bilen Rasulullah hicret esnasında dostu Ebu Bekr'i Allah'ın bir yardım etme biçimi olan sekine ile müjdelemiştir. Bu müjde korkunun yenilmesi, yeniden güven kazanmak ve güvence altında olduğunu bilmek için gereklidir. Düşmanın sevr mağarası önüne geldiği sırada peygamberimiz, yakın dostu Ebu Bekr'i rızaya uygun eylemde Allah'ın taraf olduğu gerçeği ile teselli etmiştir. Peygamberimizin beklentisi boşa çıkmamıştır. Rabbimiz indirdiği sekine ile kalplerine düşen korkunun sona ermesini sağlamıştır. Tevbe suresi 40. ayette beyan edildiği gibi hüzünden kaynaklanan tedirginlik, yerini ilahi güvence altında olmanın eminliğine bırakmıştır.
Kafirleri, müşrikleri, münafıkları üzüntüden heder edecek olan, iman ahdine sadakat gösterecek mü'minlerin fetih ve zaferle lütuflandırılmalarıdır. (Bazı ayetlerde zaferle müjdelemenin bizzat kendisi ilahi yardım olarak vasfedilmektedir: 4/141; 5/52; 57/10. )
7- Kafirlerin tuzaklarını boşa çıkarmaktır: Enfal suresi 18-19. ayetlerdeki Rabbimizin beyanlarından öğrendiğimize göre birer ilahi yardım olan iman ve sekine, kötü plan ve tuzakları yok edecektir. Putçu düzenlerin kötülük kalelerinin kapılarını açan "fetih" anahtarları iman ve sekinedir.
Sözün Özü
Darlıkta da bollukta da yardım dilenmesi, imdat edilmesi gereken tek gerçek dost Allah'tır. Nusret (zafer için yardım) de küfürle damgalanmış alanların kapılarını açan fetihler de hep O'nun mü'minlere bir lütfudur. Enbiya suresi 67-69. ayetlerde belirtildiği gibi Hz. İbrahim ve onun gibi put kırıcılara küfrün ateşi karşısında Nusret desteği sağlayacak yegane güç Allah'tır.
Mücadelede çözümsüzlük ve tıkanıklık yaşayan, kafirlerin oyunları karşısında acze düşen İslami hareketler ister risaletle isterse emanetle yönetilsin tağuti güçlerden değil Allah'tan yardım istemelidirler. Çünkü, karşılığında izzetsiz, onursuz bir kölelik istemeyen özgürleştirici kulluğun garantisi ve teminatı olan sadece Nasıyr olan Allah'tır.
O, ahde sadık mü'minlerin yardımcısıdır. Kafirlerin yar ve yardımcı edindikleri şeyler ise Muhammed suresi 13. ayette ifade edildiği gibi en ihtiyaç duydukları bir zamanda onları bir bir terk edeceklerdir.