14-16 Haziran tarihleri arasında İstanbul'da gerçekleştirilen 31. İslam Konferansı Örgütü Dışişleri Bakanları Toplantısı yaklaşık iki hafta sonra yapılan NATO Zirvesi'nin gölgesi altında geçti. Bunun birinci sebebi; NATO Zirvesi'nin daha kapsamlı ve etkin yapıya sahip olması, katılımcı zevatın nüfuz ağırlığının olması. İkincisi ise; Amerika'nın mimarlığında hazırlanan Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi gibi yeni bir sömürge planının NATO'da pişirilmeye çalışılacak olması ve bunun geriliminin İKÖ'ye yansıması.
BM'den sonra nicelik bakımından dünyadaki en büyük örgüt olan İKÖ, 21 Ağustos 1969 tarihinde Mescid-i Aksa'nın bir Siyonist tarafından yakılmak istenmesinin İslam dünyasında oluşturduğu infial üzerine Rabat Zirvesi'nin (22-23 Eylül 1969) toplanması ile kuruluş sürecini başlatıyor. Zirvede alınan kararlar doğrultusunda 23-25 Mart 1970 tarihlerinde Cidde'de toplanan dışişleri bakanları, İslam ülkeleri arasında irtibatı sağlayıp faaliyetleri koordine edecek ve Kudüs kurtarılıncaya kadar merkezi Cidde'de bulunacak daimi bir sekreteryanın kurulmasına karar veriliyor. 29 Şubat – 4 Mart 1972 Cidde toplantısında da ilk taslak yapılan bazı değişikliklerle birlikte kabul ediliyor. İKÖ'nün amaçları arasında eşitsizliği ve sömürgeciliğin her çeşidini ortadan kaldırmak, mukaddes beldelerin kurtarılması için ortak çaba sarfetmek, Filistin halkının mücadelesini desteklemek ve onlara yardım etmek, Müslüman halkların bağımsızlık ve milli haklarını elde etmeleri için mücadelelerini desteklemek gibi maddeler var. Ya da İKÖ bünyesindeki üç daimi komiteden birisinin ismi Kudüs Komitesi, özel komitelerden ikisinin ismi Filistin Komitesi ve İsrail'e Karşı Boykot Bürosu. İKÖ'nün kuruluşun üzerinden otuz yıldan fazla zaman geçmiş, yukarıda saydığımız amaçların pratiğe geçirilmesinde ise sadra şifa olacak gelişmeler yaşanmamış.
Türkiye ile İKÖ ilişkileri tablosu ise trajikomik sahnelerle dolu. Türkiye Cumhuriyeti'nin seçkinleri yıllarca İKÖ'nün ismindeki İslam kelimesinden dolayı bu örgüte burun kıvırmış, ancak utana çekine ve yavaş yavaş ilişkiye girmişlerdir. Nihayetinde de Türkiye İKÖ'ye 1976 yılında giriyor. Fakat ilginç olan şu ki Türkiye'nin üyeliği TBMM tarafından onaylanması gerektiği halde bugüne kadar onaylanmış değil. Yani T.C. mevzuatına göre bugün İKÖ'nün Genel Sekreterliği'ni yapan Türkiye fiilen üye ama yasal açıdan değil. Söz konusu ülke Türkiye olunca tuhaflıklar, ilginçlikler bitmiyor. Türkiye belli bir oranda 12 Eylül sonrasında İKÖ'ye daha fazla ilgi göstermeye başladı. Netekim Türkiye'de yapılan zirvelerin birisinde daimi komitelerden İSEDAK'ın başkanı olan Marmaris sakini paşa, İKÖ toplantılarının açılışında Kur'an-ı Kerim okunmasının laik kimliğine halel getireceğine inandığından bulduğu müthiş çözümle salona Kur'an-ı Kerim okunduktan sonra girecekti. Bu yılki İKÖ zirvesinde ise Sezer'in Kur'an-ı Kerim okunduğunda salonda olmasından ve yapılan duada Türkiye Cumhuriyeti bürokratlarının ellerini yüzlerine sürmesinden muhafazakar yazarlarımız fazlasıyla keyiflenmişler. Öyle ya nereden nereye! Bundan sonraki zirvede Türkiye'nin Cumhurbaşkanı konuşmasına besmeleyle başlarsa "devrim süreci" tamamlanmış olacak!
31. İKÖ Zirvesi'ni öncekilerden ayıran bazı gelişmeler oldu şüphesiz. Örneğin İKÖ'nün Genel Sekreterliği'ni Türkiye'nin adayı kazandı. Genel Sekreter'in seçimle belirlenmesi ise ilk kez gerçekleşen bir olay. İKÖ tarihinde sadece Camp David sürecinde oynadığı rolden dolayı üyelikten çıkartılan Mısır'ın tekrar üyeliğe kabulü noktasında seçim yapılmıştı. Muhafazakar ve İslami renkli medyada seçimleri Türkiye adayının kazanmasının Türkiye'ye ve hükümetin attığı adımlara İslam dünyasının teveccühünün yansıması olarak değerlendirildiğini görüyoruz. Oysa Anti emperyalistlere ve Müslümanlara karşı; Amerika'nın dünyanın belirleyici tek gücü olduğunu ve bölgeyi çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edebileceğini söyleyen reelpolitikçilerimiz, İKÖ seçim sürecinde ABD'nin rolünü hiç ağızlarına almadılar. Gerçek şu ki ABD, Türkiye'nin Genel Sekreterliğe getirilmesi için derinden çalışmalarını yürüttü. Zaten İslam ülkeleri arasında ABD ile dost ve müttefik olmayan kaç ülke gösterilebilir ki?
Hükümetin İKÖ Zirvesi'ndeki performansını Tayyip Erdoğan'ın "kazan kazan" taktiğinin devamı olarak görenler; Amerika'nın ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin İKÖ üzerindeki hesaplarına değinmemelerini anlamakta güçlük çekiyoruz. Ya da seçimi kazanan ve yirmi beş yıldır İKÖ bünyesindeki IRCICA'nın da başkanlığını yürütmüş Ekmeleddin İhsanoğlu'nun üstelik kayda değer bir başarısının ve performansının olmamasına rağmen Abdullah Gül ve Ahmet Davudoğlu'nun aktif, hızlı ve değişimi öngören bir siyaset izlenmesi gerektiğini belirttikleri halde statükocu ve sağ muhafazakar E. İhsanoğlu'nu başkan yapmaları nasıl izah edilebilir?
Tam da bu noktada şunu söylemekte yarar var: Türkiye'nin İKÖ'ye başkanlık yapmasını hükümetin ritmik diplomasisinin ve İslam coğrafyasının "stratejik derinliğinin" önemli bir potansiyel güç oluşturduğunu bilmelerinin pozitif yansıması olarak değerlendiriliyor. Hükümetin icraatlarının böyle abartılı değerlendirilmesine iki açıdan itiraz edilebilir: Birincisi, Türkiye'nin ABD ve İsrail'le olan stratejik ittifakı açısından baktığımızda -üstelik bu ittifak karşılıklı işbirliğinden çok bağımlılık ilişkisi şeklinde- Türkiye'nin Amerika'nın çıkarlarına rağmen ciddi açılımlar yapması beklenemez. Amerika'nın bölgeyi yeniden dizayn etmeyi öncelikli yapılması gerekenler kategorisine aldığını ve burada da Türkiye'ye merkezi rol biçildiği göz önüne alındığında hükümetin yaptığı işler daha çok kimin kâr hanesine yazılacaktır acaba? İkinci nokta ise, T.C.'nin seksen yıllık dış politikası gösterilerek hükümetin dış politikada belirleyicilik açısından önemli değişiklikler gerçekleştirdiği kanaati hakim. Halbuki bu değerlendirme de mevcut sistem gerçeğini tahlilden uzak, popülistçe bir yaklaşım içeriyor. Sistemin savunma ve dış politika alanında köklü bir politika değişimi ancak sistem dışı bir değişimle mümkündür. Onun içindir ki İslami çevrelerde yaygın olan devletin dış politikasında esaslı değişiklikler olduğu kanaati yanıltıcıdır. Değişen dünya düzeninde yeni güç ilişkilerinin ortaya çıkması, ulus devlet yapısının belirlediği dış politikaların döneminin kapanması, sömürge alanlarına müdahalenin biçiminden kaynaklanan Türkiye'nin rolünün değişmesi, yeni sömürgecilikte Osmanlı coğrafyasının mirasçısı Türkiye'ye merkezi rol verilmesi göz ardı edildiğinde mevcut tablonun okunması doğru sonuçlar vermeyecektir. Bu bağlamda dış politika alanında Başbakan'ın başdanışmanı Ahmet Davudoğlu'nun Stratejik Derinlik kitabına atıfta bulunarak yapılıp edilenlerin olumlu bir zihniyetin dış politikaya etkisi olarak değerlendiremeyiz. Aksine belki şunu söyleyebiliriz: Dünya sistemini elinde tutan egemenlerle Türkiye'nin oligarşik iktidar sahipleri yani seçkinler; yeni sürecin ritmik diplomasisini işi en iyi yapabilecek olan muhafazakarlara ihale etmişlerdir. Bölge ile duygusal, kalbi, akli hiçbir bağı olmayan CHP kadrolarına ve zihniyetine teslim edilecek değildi ya bu rol!
Bu arada iyi niyetli yaklaşımları ve uygulamaları yok saymıyoruz. Tabii ki Türkiye'nin yönünün İslam ülkelerine dönük olması bir olumluluktur. Ama bu ilişki kardeşlik hukuku temelinde, sahici ve ilkesel olmalıdır. Avrupa Birliği ve ABD karşısında paravan olarak kullanılmak üzere yedekte tutulan bir ittifak şeklinde olmamalıdır. Ya da ABD'nin BOP'la birlikte Ortadoğu'yu yeniden dizayn etme kararlılığını gerekçe göstererek İslam ülkelerine karşı: "Adam olun!" üslubunu kullanma hakkını hükümete vermez. Eğer hükümet bu konuda samimi ise özellikle Tayyip Erdoğan şahsında halka karşı kullanılan 'Kasımpaşalı' üslubunu terk edip ciddi reformlar yapmalıdır. "Bedel ödemeye hazır değiliz." diyen Erdoğan ve Ak Parti hükümeti, diğer ülke liderlerinden bedel ödemelerini nasıl bekleyebilir? Bunu söylerken İslam ülkelerinin mevcut hallerini olumlamıyoruz. Neticede bugünkü İslam ülkelerinin çoğunun göbeğini ABD ve İngiltere kesmiştir.
İKÖ kuruluş sürecinden bugüne BM ve CENTO'ya rağmen kararlar almamıştır. Dünya düzeninin soğuk savaş dönemine ait bir organizasyon olması sebebiyle İKÖ'nün ciddi anlamda olumlu adımlar atmasını beklemek hayalcilik olur. Buna bölge ülkelerinin ABD ve İsrail'le olan siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerini eklediğimizde İKÖ zirvesinde alınan kararların hayata geçirilmesi ve İKÖ'nün yapısal pozisyonunda köklü değişikliklerin olması söz konusu olamaz. Örneğin zirvede alınan kararlardan biri: "Filistin halkının intifadasının İslam ülkeleri tarafından mümkün olan bütün yollarla destekleneceği" ifadesi Türkiye tarafından da imzalanmıştır. Ama İsrail'le askeri anlaşma ve işbirliği bakımından kötü bir sicile ve pozisyona sahip Türkiye Devleti'nin bu ifadeye imza atması ve gereğini yapacak olması ne kadar inandırıcıdır? ABD'nin tezlerini İKÖ'de pişirmeye çalışmak; Filistin, Irak, Afganistan, Keşmir, Suriye ve İran konularında alınan olumlu denilecek kararlarla ne kadar uyumlu olabilir?
İslam dünyasındaki mevcut statükonun krallıkların, diktatörlüklerin ve çürümüş rejimlerin birinci derecede müsebbibi ABD ve İngiltere olmasına rağmen BOP çerçevesinde İslam dünyasına kendinizi değiştirin demek, yeni sömürgeciliğe ayak uydurun demekten başka bir anlama gelmez. Eğer gerçekten köklü reformlar ve devrim düzeyinde değişiklikler isteniyorsa kulak verilecek yer, yeryüzünü ifsada sürüklemiş ABD ve işbirlikçileri değil, başlarındaki krallıkları, diktatörlükleri ve çürümüş rejimleri kabul etmeyen Ortadoğu halkları, bölgede yıllardır mücadele eden İslami hareketler ve muhaliflerdir. Ama bu anlamda değişimin hangi yönde olacağını, İslam dünyasının önümüzdeki süreçte nasıl şekilleneceğini, ABD'nin BOP'unu hangi isimle bünyelerine sindireceklerini zirvede alınan kararlardan 10. maddeyle açıkladı. İKÖ kendi projesinin ismini "ılımlı aydınlanma" olarak koydu. Anlamadığımız şey, neden aydınlanmanın sınırı/çerçevesi ılımlılıkla daraltılıyor? Aydınlanmışken sonuna kadar gitmek daha mantıklı değil mi?
Sonuç olarak değerlendirdiğimizde İKÖ, Ortadoğu halklarının sorunlarına çare olacak zeminlerden biri değildir. Çünkü İslam dünyasının karşılaştığı en büyük sorun emperyalizm ve onların yerli işbirlikçileridir. Zirveye katılanların çoğunluğu bu işbirlikçilerden oluşuyor. Ancak Ortadoğu halklarının taleplerinin dikkate alındığı sahih, adalet merkezli, emperyalizme ve işbirlikçiliğe karşı mücadele eden zeminler ancak çözüm olabilir.