Geçtiğimiz son bir ay içinde, Bab-ı Ali yazarları, sütunlarında hararetli bir "ikinci Cumhuriyet" tartışmasına girdiler.
Tartışmaya taraf olanların, farklı siyasal kimliklerinin olduğunu gözlemledik. Ancak önerilerin ve siyasal fikirlerin başlıca iki farklı noktada odaklaştığını görüyoruz. Birinci kesim, neo-liberal öğretiyi savunuyor. Çoğunluğu eski marksist olan bu köşe yazarları; serbest piyasa, demokrasi, insan hakları ve özgürlük gibi liberalizmin temel kavramlarını kullanarak bir siyasal söylem geliştirdiler. TC'nin her alanda çıkmaza girdiğini anlayan, bu batıcı-laik aydınların bir kurtuluş reçetesi var: TC'nin yapısal olarak değiştirilmesi, kavramlarının liberal ilkelere uygun olarak yeniden oluşturulması ve bütün bunların ikinci Cumhuriyet parolasıyla gerçekleştirilmesi. Bu kesim; TC'nin şu anki açmazlarının, liberalizm ipine sıkıca yapışmakla aşılacağını ve ancak bu yolla çağdaş Batı uygarlığına entegrasyonun sağlanabileceğini savunuyor.
Tartışmaya taraf olan ikinci kesim ise ağırlıklı olarak Kemalistlerden müteşekkil. Onlar ise, TC'nin çok büyük açmazlarla karşı karşıya kaldığını itiraf etmekle birlikte tamamen statükocu bir anlayış sergiliyorlar. Bütün sorunların ve başarısızlıkların kaynağının; Kemalizm ve altı oktan sapılması hususunda olduğunu ve dört elle Kemalizme sarılmak gerektiğini iddia ediyorlar.
İkinci Cumhuriyetten yana olan kesim, Kemalistleri gericilik ve tutuculukla(!), hatta -kendi ifadeleriyle- "dinazorlukla" suçluyor. Değişen koşullara uyum sağlamanın bir zorunluluk olduğu noktasından kalkışla, geçmişten hareketle savundukları görece anti-emperyalist ve devrimci sosyalist ilkeleri "Yeni Dünya Düzeni" borsasında eski bir elbise gibi satışa çıkaran bu neo-liberaller; eski yoldaşlarından ve (bir zamanlar ilerici buldukları) Kemalist meslektaşlarından da aynı kıvraklığa ulaşmalarını talep ediyorlar. Bu grubun müntesiplerinden gelen eleştiriler zaman zaman oldukça ilginç noktalara varıyor: Kemalist Birinci TC rejimini 600 yıllık Osmanlı Devleti'ni bir çırpıda silip atmakla, geçmişe ait ne varsa kötüleyerek koskoca bir kültürel birikimi yok etmekle, üstelik alternatif bir kültür geliştiremeyerek toplumu kültürsüzlüğe, Batıcı-arabesk sentezi seviyesizliğine mahkum etmekle suçluyorlar. Hatta içlerinden bazıları daha da ileri giderek Osmanlı ruhunun ihya edilmesini gündeme getiriyor. Kuzey Irak-Kürdistan-Orta Asya Türk illeri senaryosu da bu noktada gündeme geliyor. Mevcut rejimin "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" ilkesi yüzünden pısırık davrandığı, bölgesel gelişmelerde hak ettiği konumu alamadığı öne sürülerek kurulacak ikinci Cumhuriyet, "Bölgesel Süper güç Türkiye" hayalini gerçekleştirebilmek için bir zorunluluk olarak görülüyor. Bu kesimin söz konusu politikalar için uygun gördükleri hatta hayran oldukları lider ise Cumhurbaşkanı Turgut Özal.
İkinci Cumhuriyet tartışmaları 12 Eylül'de kapatılan siyasi partilerin, bu arada özellikle CHP'nin açılması sürecinde daha bir kızıştı. Mevcut rejimin kurucusu olan, yıllarca tek başına iktidarı gasbeden ve ilkeleri laik-kemalist diktayla özdeşleşen bu kurumun alacağı şekil; partinin eski çizgisini sürdürmesini savunan "dinazor/fosil" kemalistlerle, zamanında Birinci Cumhuriyet için ifa ettiği öncülük ve kuruculuk misyonunu şimdi de ikinci Cumhuriyet için yerine getirmesini savunan liberalleri kapıştırdı. Kürt sorunu, Kıbrıs görüşmeleri, Balkanlar'daki gelişmeler, Türk illerine yönelik politikalar bu iki kesimin, cumhuriyetin numarası konusundaki tartışmalarına malzeme oldu.
Bu tartışmanın somut olarak ortaya koyduğu gerçeklik, 70 yıllık TC'nin başta Kürt sorunu olmak üzere, siyasi, ekonomik, kültürel her alanda tıkandığıdır. Türkiye'nin şu anki, siyasal, ekonomik konjonktürünün dayatmasıyla başlayan bu tartışmalar; 70 yıldır uygulanan batıcı-laik-uluscu politikaların iflas ettiğinin kanıtıdır. Bu tıkanma da cumhuriyet(!)in numarasından değil, ilahi ölçüden uzak, bu topraklara ve insanımıza yabancı, cahili/beşeri politikalardan kaynaklanmaktadır. İkinci Cumhuriyet heveslileri savundukları sloganın kaynağıyla kendilerini ele vermektedirler. Birinci Cumhuriyet, ikinci Cumhuriyet gibi ifadeler bilindiği üzere 1789'dan sonra Fransa'da ortaya çıkan laik burjuva dikta rejiminin yaşadığı iç çalkantılar ve iktidar mücadeleleri sırasında geçirdiği süreç için kullanılmıştır. Dolayısıyla, bugünlerde ikinci Cumhuriyeti kurmaya soyunanların da 1923'te birincisini kuran kadroyla ilham kaynakları aynı coğrafyadır. Liberalizm de, Kemalizm de batı kaynaklı cahili, beşeri ideolojilerdir.
İkinci Cumhuriyet tartışmalarının, Türkiye Müslümanlarını ilgilendiren boyutu, TC rejiminin çürümüşlüğünün iyice belirginleştiği şu ortamda, toplumun şaşkınlık, karanlık içinde bocaladığı bir anda, Kur'ani bakış açısına sahip Müslümanlara olan ihtiyaç bağlamında düşünülmelidir, insanları içlerinde bulundukları karanlıklardan, şaşkınlıktan kurtaracak yegane yol ilahi mesaj Kur'an'ın ve hakkın şahitliğini yapacak Müslümanların bu anlamda yüklenmeye mecbur oldukları sorumluluktur.
İkinci Cumhuriyet tartışmalarına paralel olarak tartışılan bir diğer konu da sivil toplum. Müslüman aydınların da liberallerle birlikte bu tartışmalara katıldığını gözlemlemekteyiz. TC'nin kuruluşundan bu yana baskıcı olduğu, devlet aygıtının hayatın her alanına müdahale ettiği asker, sivil bürokrat, aydın koalisyonunun ülkeyi yıllardır kendi menfaatlerine uygun olarak yönettiği gibi, bizim de katıldığımız ortak tespitler, sivil toplumcu aydınlar tarafından dile getiriliyor. Burada dikkatimizi çeken husus; neo-liberallerin bugün, TC'ye yönelttikleri eleştirilerin hiç birisini 1985 ve öncesinde dile getirmemiş olmasıdır. Özellikle 80 öncesinde büyük çoğunluğu Marksist olan bu aydınlar, radikal sosyalist söylemler kullanmaktaydılar, içlerindeki tek istisna, 1971 Mart Muhtırası sonrası sivil toplum tezini gündeme getiren Murat Belge'dir. Askeri darbelerin yarattığı ümitsiz, karamsar ortamın sivil toplum tartışmasına yol açtığı açıktır. 12 Eylül 1980 sonrasındaki ortamda ve özellikle 80'li yılların sonlarındaki sosyalist bloktaki çözülmeyle birlikte, marksistlerden mücadele ruhunu tamamıyla kaybedenlerin, bu defa neo-liberal olduklarını görüyoruz. Ne acı çelişkidir ki, bugün büyük şeytan ABD'nin sömürü düzeni kapitalizm, tamamen liberalizm ilkelerine dayalıdır. Bu konunun Müslümanları yakından ilgilendiren yönü, kimi Müslümanların da, liberal aydınlarla belirli platformlarda bir araya gelmesidir. Konuyu somutlaştırmak gerekirse; Müslümanların kültürel birikimine fikirleriyle önemli katkılarda bulunan Müslüman aydınlarımızdan Ali Bulaç'ın bir eserinde; "Müslümanlar savundukları düşüncelerin ne kadar doğru olduğuna inansalar bile, kendilerini özgür tartışma ortamına hazırlamalılar ve kimseye düşüncelerini zorla kabul ettirmeye hakları olmadığını bilmeliler''şeklinde bir tavsiyeye rastlıyoruz. Devamla eski alışkanlıkların bırakılması gerektiği,1 aksi halde sivil topluma ulaşma ideallerimizin ve bu yöndeki çabalarımızın hep boşa gideceği ifade ediliyor.2 Kitabının bir başka yerinde, Sayın Bulaç, Müslümanların daima barıştan, insan haklarından yana davranmaları gerektiğini çünkü bir ticani imajı ile bir Müslüman imajı özdeşleşirse, -Allah muhafaza- olanın Müslümanlara olacağı, üzerlerindeki baskının daha da ağırlaşacağını belirtiyor.3
Müslümanların hür tartışma ortamından çekinmeyecekleri, kimseyi de zorla Müslüman yapmaya çalışmayacakları açıktır, İslam dinine ve peygamberine hakaret edilmedikçe, elbette herkesin özgürce düşüncelerini açıklaması, yazması meşrudur. Ancak Sayın Ali Bulaç'ın, bütün Müslümanların hedefi "sivil toplum'a ulaşmak olmalıdır şeklindeki sonuç cümlesi bizce bazı yanlışlar taşımaktadır. Müslümanların asli hedefi; Allah'ın rızası için, Rablerine kulluk etmek ve Hakkın şahitliğini hayatlarıyla yaymaktır. Buna illa ki bir toplum modeli olarak ifade etmek gerekirse, Şehid Seyyid Kutub'un dediği gibi İslam Toplumu şeklinde ifade ederiz. Sivil toplum tanımının, Müslümanların manevra alanını genişletmek için yapıldığı savı geçerli değildir. Çünkü böylesi bir yaklaşım ilahi mesajın netliğini bulandıracak, insanların, İslamiyeti gereği gibi kavramalarını engelleyecektir. Şehid Seyyid Kutub bir eserinin tanıtımı için verdiği bir ilanda, "Çağdaş İslam Toplumuna Doğru" şeklinde bir tanım kullandığını ancak "çağdaş" tanımını cahili hayatından kalma tortular yüzünden kullandığını söylüyor. Devamla eserin ikinci baskısı için verdiği ilanda, ilanını İslam Toplumuna Doğru şeklinde değiştirdiği çünkü zaten İslam toplumunun, çağdaş olduğuna hatta müstakil medeniyet kurma gücünde olduğunu belirtiyor.4 Ali İzzetbegoviç'in Doğu-Batı Arasında İslam adlı kitabında da belirttiği gibi İslam'ın ve Müslümanların kavram ithaline ihtiyacı yoktur.5
Ali Bulaç bu kez, yukarıda adı zikredilen sivil toplumcu Murat Belge ekibi tarafından yayınlanan Birikim dergisinde Hz. Muhammed (s)'in müşriklerin uzlaşma önerilerini reddederken takip ettiği vahyi, devrimci teberriyi, (kopuş ve ayrılmayı) "sizin dininiz size benim dinim bana" tavrını; "Hz. Muhammed bu öneriyi açık bir dille reddetti. Çünkü aksi halde Peygamber ve Müslümanlar bir yıl İslam'a göre ertesi yıl şirke göre yaşamayı kabul etmek gibi paradoksal bir duruma düşeceklerdi. Onun önerisi müşrikler müşrikçe, Müslümanlar da Müslümanca yaşasın"6 ifadeleriyle yorumluyor. Bizce burada söz konusu edilen çoğulcu toplum modelinin savunulması değil, müşriklerle kesin bir ayrışma ve her türlü uzlaşma tekliflerinin reddidir. Taraflar arasında ortak bir noktaya gelmek demek olan uzlaşma, oydaşma (konsensüs) vb. vahyi izleyerek doğruya ulaşan ve hakikatın bizzat kendisine sahip olan Müslümanlar için söz konusu olamaz. Yine Sayın Ali Bulaç'ın "Müslümanlar biz doğru yoldayız diye başkalarının küfür veya şirki seçme özgürlüklerini ellerinden alamazlar"7 tespitine de katılamıyoruz. Her şeyden önce "küfür veya şirki seçme özgürlüğü" kavram olarak bize doğru gelmiyor. Allah, insana seçme yeteneğini irade gücünü bahşetmiş ama hakkı ve tevhidi emrederek 'şirk ve küfürden sakındırmış, imanla küfür arasında objektif davranmayacak küfür ve şirki cehennemle cezalandıracağını bildirmiştir. Biz Müslümanlara da yeryüzünden fitne kalkıp din yalnız Allah'ın oluncaya kadar mücadele etmeliyiz, yeryüzünde adaleti hakim kılmayı ve bozgunculuğa engel olmayı, zulümle mücadele etmeyi farz kılmıştır. Yine insanlara iyiliği emredip kötülükten sakındırmak da üzerimize yazılmıştır.
Ayrıca, sivil toplum, çoğulcu, katılımcı toplum tartışmalarında sürekli olarak "Medine site devletinin" delil olarak getirildiğini görüyoruz. Müslümanların, Muhammed (s) önderliğinde, gayri müslimlerle antlaşmalar yaparak yaşadıkları bir gerçektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken çok önemli iki husus vardır: Birincisi site devletindeki siyasal gücün peygamberimizin önderliğinde Müslümanlarda bulunduğu, ikincisi ise İslam'ın netice itibarıyla küfrün sebep olduğu zulüm ve fitneye son vermeyi hedeflemiş olmasıdır. Bunun somutlaşması Mekke'nin fethidir. Bu hadiseyi sadece müşriklerin anlaşma şartlarının ihlali olarak değerlendirmek bizce yetersiz kalır. Allah Kitabında "kafirler zalimlerin ta kendileridir" hükmüyle, küfür ve şirki büyük bir zulüm ve yeryüzünde bozgunculuğun doğal ve kaçınılmaz sebebi olarak belirlenmesiyle bir hakikati ifade etmiştir. Gerçekten de küfür ve şirk güçlerinin egemen oldukları dönem ve coğrafyalarda zulüm ve fitne kol gezmiştir. Ancak İslam'ın hakimiyetinde ve Müslümanların yönetimi altında esenlik, barış ve adaletten bahsedilebilir, iman edenler Allah yolunda, kafirler de tağut yolunda savaşırlar. Bu eşyanın tabiatının, sünnetullahın gereğidir ve değişmez bir gerçekliktir. Rasulullah (s) ve Müslümanlar Mekke'de geçirdikleri 13 yıllık ilk dönemde büyük bir azimle işkencelere, baskılara, boykotlara boyun eğmemiş; cahiliyenin kendilerine tanıyacağı haklarla yetinmeyerek öz güçleriyle sadece Allah'a dayanarak Allah'ın dininin hakimiyeti için mücadele etmiş; uzlaşma çağrılarını reddederek, yılgınlık göstermeden, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmiş ve İslami mücadeleyi sürdürmüşlerdir.
Muhammed (s)'in ve Müslümanların, müşrikler tarafından sürekli itham edildikleri malumdur. Cenab-ı Allah'ın da Müslümanlara vaadi budur: "Andolsun ki, mallarınızın sarfı ve canlarınızın musibeti hakkında imtihan olunacaksınız... Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerinden ve Allah'a eş koşanlardan da gerçekten birçok incitici şeyler işiteceksiniz. Eğer katlanır ve sakınırsanız işte bu dine olan metanet ve bağlılıktandır."(3/186)
Şu halde Müslümanların, Allah'tan başka kimseye hoş görünme gibi bir problemleri yoktur: "Allah yolunda cihad ederler, hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar."(5/54)
Sivil toplum tartışmalarında, Müslümanların ve özellikle de akademik kariyeri olanların göz önünde bulundurmaları gereken bir diğer husus da, sivil toplum isteyen liberallerin, ideolojik manada, bir mücadele dinamiklerin tükendiği bunların birer "yorgun demokrat" hüviyetiyle emekliliğe razı oldukları gerçeğidir. Yazının ilk bölümünde, eski marksist, yeni liberallerin, davranış kalıplarına değinilirken, dünyanın değişen siyasal konjonktürünün etkisinden söz edilmişti. Halbuki, İslamiyet, Allah'ın lütfuyla, oryantalistlerin telaşlı ikazlarıyla itiraf ettikleri gibi bir uyanış içerisindedir, İsrail Cumhurbaşkanı Siyonist Haim Herzog, İstanbul'da gazetecilere en büyük tehlikenin güçlenen radikal İslami hareketler olduğunu söylüyordu. 1979 İran İslam Devrimi'yle en yüksek noktasına ulaşan İslami hareket, Afganistan mücahidleriyle Rus emperyalizmine geçit vermemiştir. Şu günlerde de yüzlerce şehit vererek İslami mücadeleyi sürdüren, kıyam eden Cezayir Müslümanları, yıllardır şehitler vererek süren Filistin İntifadası, Batı emperyalizmini Lübnan'dan defeden ve Siyonist İsrail'e karşı şanlı cihadını sürdüren Hizbullah ümmetin uyanışını simgelemektedir. Katil Sırplar'ın saldırılarına karşı direnen Bosnalı Müslümanlar bir diğer örnektir. Türkiye'deki Müslümanların da İslami hareket safındaki yerlerini; Yeni Dünya Düzeni'nin dayatmalarının arttığı şu dönemde, bir an evvel almaları gerekirken, yapılacak sivil toplum çağrıları, Müslümanları ve İslami hareketi frenleyici nitelikte olacaktır. Müslüman aydınların işlevi elbetteki frenleyici değil, İslami hareketi geliştirici nitelikte olmalıdır. Kaldı ki, yeryüzünde tek bir Müslüman bile kalsa, onun yükümlülüğü, İbrahim (a) gibi tek başına bir ümmet olarak mücadelesine devam etmek Allah'a verdiği ahit gereğidir.
Yine Müslüman camianın gündemine giren bir konu da, Aydın Menderes'in kuracağı parti ve ona destek vereceği, verdiği söylenen bazı faal Müslümanlardı. Parlamenter demokratik mücadelenin, bu haliyle İslami ilkelere uygun olmadığını haklı olarak söyleyen kimi Müslümanların bu yeni oluşum içerisinde yer almaları veya destek vermeleri şüphesiz kendilerinin de belirttiği ilkelerden sapma olacaktır. ANAP ile RP çizgisi arasında siyaset sahnesindeki yerini alacağı anlaşılan olası yeni partinin de İslami harekete bir katkısının olamayacağı gibi Müslümanları saptırıcı bir işlev göreceği de açıktır. Müslümanlar zulme rıza göstererek, zalimden meded umarak değil; Allah'ın gösterdiği yolda dosdoğru olarak O'nu razı edebilirler. Galibiyet -şayet Allah nasib ederse- şu anda uzak da görünse, göğüslemeye bütün Müslümanların talip olmaları gereken zorluklarla dolu olan bu yolun sonundadır. Başarı fasıkların ve münafıkların himmeti ve tağutun izniyle değil, ancak Müslümanların kendi öz güçleri, samimi birliktelikleri ve halis gayretlerinin bereketiyle sağlanabilir.
Yazımızı Cenab-ı Allah'ın şu ayetini hatırlatarak bitiriyoruz:
"Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer gerçekten inanıyorsanız mutlaka siz üstün geleceksiniz."(3/139)
Dipnotlar:
1. Ali Bulaç, Gündemdeki Konular, Akabe Yay., İstanbul-1988, s. 80.
2. Bulaç, A. g. e., s. 81.
3. Bulaç, A. g. e., s. 98.
4. Seyyid Kutup, Yoldaki işaretler, Pınar Yay., İstanbul-1992, s. 118.
5. Ali İzzetbegoviç, Doğu ve Batı Arasında İslam, Nehir Yay., İstanbul-1992.
6. Ali Bulaç, Sözleşme Temelinde Toplum Projesi, Birikim, Sayı 40, Ağustos I992
7. Bulaç, A.g.m.