Müslümanların kültür-sanat alanında ortaya koydukları çabalar karşısında, yine müslümanlar tarafından görece bir "beğenmezlik takıntısı" olduğu gözlenir. "Başkaları"nın yaptığı müzikler, başkalarının yazdığı romanlar, başkalarının çektiği filmlerde beğenimizi cezbeden noktalar yakalamayı başarırız da; "bizimkiler"in ürünlerine karşı genel bir şartlanmışlıkla olsa gerek, daha baştan çekinceler üretiriz. Aslında bu durum, bir kompleksten kaynaklanmıyorsa, normal de karşılanabilir. Çünkü "bizimkiler"in ortaya koydukları çabalan kendimize ait hissetmekte ve kendimize ait olan bir şeyin de en azından mükemmele çok yakın olmasını arzu etmekteyizdir.
Ve bu yüzden, -varsa- takdir duygularımızı kendimize saklayıp, sanatçılarımızın daha iyiyi arama serüvenlerine katkıda bulunmak için ürünlerine eleştirel gözle bakmayı yeğleriz. Hem zaten insanın, kendine ait olan bir şeyi yere göğe sığdıramaması da, patolojik bir durum arz etmez mi? Bu girişin ardından asıl meramımıza. Temmuz 95'de çıkan üçüncü romanı "Irmaklar Denize Akar" ile bu sahaya demir atma eğiliminde olduğunu hissettiren Hurşit İlbeyi ve romanı hakkındaki değerlendirmelerimize geçebiliriz.
Irmaklar Denize Akar, Timaş Yayınları'nın "Roman serisi"nde 80. kitap olarak yayınlanmış. Bilindiği gibi Timaş, bu tarz romanda gerçekleştirdiği seri üretimle maruftur. "Bu tarz roman" derken, mahiyet itibariyle hangi tarzın kastedildiği konusunda, kafalarda herhangi bir soru işaretinin oluşacağına ihtimal vermiyoruz. Ancak yine de bu roman tarzı hakkında getirilen tanımlamaları (arabesk, İslami arabesk, yeşil romanlar vs.), indirgemeci olmamak adına kullanmamayı tercih ediyoruz. Ne var ki, ille de tanımlamak gerekiyorsa, bu tarza "popüler roman" demeyi daha edeblice bulduğumuzu belirtelim.
Irmaklar Denize Akar'ın tanıtımı konusunda bizi kışkırtan sebeplerin en başında, roman hakkında Timaş Yayınları'nın antetli kağıdıyla gönderilen tanıtım yazısı gelmekteydi: "Kendine özgü üslubuyla toplumsal sorunları romanlarına konu edinmeyi sürdüren Hurşit İlbeyi /.../ Geleneği yaşatan Alevi insanıyla, sosyalizmle yol ayrımına gelmiş, ancak köklerinden kopamamış marksist militanlar arasındaki uyumsuzlukları ve çelişkileri usta kalemiyle gözler önüne seriyor"du. Ve "Asla unutulmayacak olan Irmaklar Denize Akar romanı", "Alevilik olayını edebiyata konu edinmiş tek roman olmasıyla da ayrıca önem kazanmakta"ydı. "Güncele teslim olmayan ve gerçekten zoru başarmayı deneyen bir romancıydı İlbeyi ve "bu ülkede yaşayan herkesi ilgilendiren konulan roman dünyasına taşımasıyla kendi kulvarında özgün bir romancı olduğunu bu eserinde de ispatlıyordu.
Eh artık bize de, bu romanı okumak ve tanıtmak düşmekteydi. İmajlar dünyasının rengârenk efsununu dağıtmayı başaramadığımız "modern zamanlar"da, imgelemimiz yeni bir sihrin çekiciliğine kaptırmıştı kendini işte.
Tasvir kesafeti
Hurşit İlbeyi, ilk gençlik yıllarını geçirdiği Güneydoğu Anadolu ve Çukurova yörelerinin ruhunda bıraktığı derin izleri, bolca yaptığı tabiat tasvirleriyle ortaya koymuş. Kitabın adı da zaten bir tabiat olayını naklediyor. İlk romanı olan "Yere Düşen Bulutlar"da da bu izleri takip etmek mümkün. Ancak bu tasvirlerdeki abartılı kesafet, bir noktadan sonra okuyucunun sabrını zorluyor. Özellikle olay örgüsüne girilmeden önceki, tarlada çalışan ırgatların anlatıldığı bölümler gereksiz yere uzatılmış izlenimi veriyor. Ve sanki bu bölümler, hiç yazılmamış olsa da bir eksiklik hissedilmeyecek gibi iğreti duruyorlar. Yazarın, ağalık kurumunu, ağa-ırgat ilişkilerini anlatmasına ve romanda hemen hiç fonksiyonel olmayan kahramanların tanıtımına hizmet eden bu bölümler, daha kısa tutulabilirdi.
Kopukluklar ve teknik acemilikler
Irmaklar Denize Akar'ın, belirgin özellikleriyle tebarüz etmiş tek bir kahramanı yok. Varmış gibi gözüken kahraman Behram ise, olayların sürekli olarak seyircisi durumunda kalmış ve son bölümlerde kendisine verilen "aracı" rolüyle de silik bir fonksiyonelliğe mahkûm edilmiş. Behram, yazarın ideolojik bakışını yansıtmak için kullandığı bir tip olarak gölgede duruyor. Bu da romanın kurgusunda dağılmalara, kopmalara yol açıyor.
Yazarın tabiat tasvirlerindeki mübalağa, Nevruz Hoca isimli müslümanın fiziksel görünüşünü tasvirde daha da belirgin olarak ortaya çıkıyor. "Kınalı sakalları yüzüne ayrı bir mânâ katıyordu...", "bakışlarında insana itimat telkin eden esrarengiz bir güç vardı sanki. Öyle aydınlık bakıyordu ki, gözgöze geldiği insanın gönlünü ısıtıyordu. Yüzünde taat ve ibadetin izharı vardı. Bu lahuti mekanda münzevi bir derviş edasıyla...", "Behram kendinden geçmişçesine Nevruz Hoca'nın deruni çehresini seyrediyordu. Ona bakarken gönlü aydınlanıyor, kalbindeki hafakanlardan sıyrılıyordu. Nevruz Hoca'nın musikiyi andıran davudi sesiyle...", "yüzünde ve kınalı sakallarında nur haleleri parıldıyordu sanki"... Yazarın, kendi hayatında yakından tanıdığı bir insanı tasvir ettiği izlenimine kapılıyorsunuz. Buna rağmen üsluptaki yoğunluk, tabiiliğin üzerini örtebiliyor ve bir yapmacıklık tadını ister istemez duyumsuyorsunuz. Bu arada, hem roman kahramanı Behram'ın ve hem de yazarın görüşlerini paylaştığı anlaşılan Nevruz Hoca, konuşmasının bir yerinde üniversite eylemleri dolayısıyla "ilim yuvası değil, anarşi yuvası oldu okullar" ifadesini kullanıyor. Romanın kurgusunda ideolojik netliğinden taviz vermeyen yazarın dikkatinden kaçmış olan bu ifadenin, tashihe muhtaç olduğu aşikâr değil mi?
Bu tür teknik acemilikler, yüzeysellikler, olay örgüsünün hareketlilik kazandığı bölümlerde daha da ortaya çıkıyor. En basitinden, güneşin kavurucu sıcağıyla insanların şıpır şıpır terlediği bir mevsimde militan gençler parkalarını çıkartmamakta ısrarlılar. Gençlerin militanını, militan olmayanından ayırmak için "parkalı" olup olmadığına bakmanız yeterli. Ayrıca "ağız kenarlarından sarkan siyah bıyıklar" veya "üst dudağı örten kıllar", tiplemelerin ideolojik duruşunu tayinde okuyucuya ipuçları veriyor.
Romanda komünist gençlerin anlatıldığı bölüm, sübjektif bakış tarzının ayyuka çıktığı hadiselerle örülmüş. Köylü kadınlara, değme komünistlerin zor anlayacağı ifadelerle aktarılan propaganda konuşması, saldırgan ve bencil komite başkanları, tartışmanın seyrinde birden "oportünist köpekler, o .... lar" çığlıklarıyla yoldaşlarını terkeden militanlar, yoldaşlarının Alevilik damarı kabarınca aniden Sünniliğini ve etnik kimliğini hatırlayıvererek ulusal kurtuluş mücadelesine yollanan devrimciler, hep bu sübjektivitenin izlerini taşıyor.
Yazarın ölüm ve ahiret gerçekliğine atıfta bulunmak için sürekli birilerini öldürüp; musalla taşları, ölü evleri, mezarlık manzaraları çizmesi de bir başka acemilik olarak sırıtıyor. Bu arada "devrimci" sloganlarla mezarlığa giren kalabalığın, birdenbire "hiç inanmadıkları ahiret aleminin eşiğinde akılları durmuş gibi" olması, "inanmak istemedikleri öte dünyadan önlerine bir pencerenin açılmış olması"; ancak yine aniden mezarlık hocasıyla başlatılan ateizm savunusu üzerine kaba tartışmayla keskin bir '"dönüş" yapmaları da bunlara eklenebilir...
Ayrıca, ilerlemiş yaşına rağmen; "insanların namaz kılışını gördüm... İlk defa... İlk defa namazın nasıl kılınışını gördüm..." diyen komünist gencin, kutuplardan mı İnmiş olduğunu merak ettik doğrusu. Ve yine, kendisine "zavallı faşist... cami avlusunda dinci kitaptan ancak siz satarsınız" diyen birisinin dünya görüşü hakkında bir türlü yorum yapamayan kahramanımızın, karşısındaki ancak "ben komünistim" dedikten sonra jetonunun düşmesi ve o anda "içinde bir şeylerin koparak, yüreğini buz gibi bir şeyin kaplamış olması" da biraz özensizliğin yol açtığı teknik kusurlar arasına dahil edilebilir.
Girişte de belirttiğimiz gibi, kendimize ait olduğunu hissettiğimiz çabalar karşısında eleştirel davranmamız, bu çabaların mükemmel seviyeye yaklaşabilmesini arzu ettiğimiz içindir. Hurşit İlbeyi kardeşimizin de sanatçı duyarlılığıyla toplumsal sorunları romanlaştırma çabasını en mükemmele ulaşmış görmekten başka temennimiz yoktur. Yalnız bu uğurda biraz daha özenli olmak ve nitelikle mütenasip bir iddialılık içerisinde bulunmak gerekliliği de, ideale ulaşma yolunun ilk durak yeri olmalıdır diye düşünüyoruz.