Çağımızın değişen şartları içinde ön plana çıkan en önemli sosyal olaylardan birisi de işçi-işveren ilişkileridir. Sizin bu konuda önemli çalışmalarınız var. Bu çalışmalarınızda İslam'da işçi-işveren münasebetlerini inceliyorsunuz. Peki bugün içinde yaşadığımız sosyo-ekonomik sistem içindeki işçi-işveren münasebetlerine nasıl yaklaşıyorsunuz? Bu konudaki problemler karşısında önemli ve kuşatıcı içtihadı çözümlemeler gerekmiyor mu?
Ben bir İslam fıkıhçısıyım. Ben bir partinin başkanı değilim, bir işçi kuruluşunun üyesi değilim. Benim üreteceğim çözümler günün düzeni içerisinde aranan bulunan çözümler hiç bir zaman olamaz. Bir defa ben İslam hukukçusuyum, işçi-işveren münasebetlerini ne zaman ele alsam İslam açısından ele alırım, benim bakış açım, benim misyonum açısından ele alırım. Şimdi soruya gelelim İslam'ın uygulandığı bir toplumda işçi-işveren ilişkilerine İslam'ın çözümü vardır, İslam'ın uygulanmadığı bölgede işçi-işveren münasebetlerine İslam'ın çözümü vardır. Yani ben İslam'ın uygulanmadığı bir bölgedeki işçi-işveren ilişkilerini ele almışsam yine İslam'ın o şarttaki çözümlerini arıyorum demektir, İslam'ın uygulanmadığı bir ülkede müslümanlar vardır. Ve o müslümanlar buldukları imkan çerçevesinde ne kadar buldularsa o kadarını uygulamak durumundadırlar. Fert olarak İslam'ı uygulamanıza imkan veriyorsa içinde olduğumuz şartlar, devlet müslüman değil diye fert olarak siz müslümanlığınızı terk edemezsiniz. Şimdi bir adım atalım. Mesela aile olarak siz müslümanca yaşamanızı terk edemezsiniz. Şimdi siz müslüman bir işçi veya işverensiniz, müslüman işçi ve işveren olarak düzenin İslami olmadığı bir ülkede ne kadar müslümanca işçi-işveren münasebetleri kurabilir, geliştirebilirim sualinin cevabını aramak durumundasınız. Ben de size o cevabı üretmek durumundayım. Bu içtihattır. Bu da düzeni İslami olmayan bir ülkede hayat memat meselesidir. Burada içtihat olmasın müslüman şaşırır kalır ve işçi-işveren ilişkilerinde İslam'dan uzaklaşır. Müçtehidin olmadığı bir yerde bu sefer İslami olmayan düzene uyar. Çünkü kendisine başka bir çözüm verilmemiştir.
Hocam! Müslümanlar genellikle kapitalist veya kapitalizme bağlı sistemlerde yaşıyor. Bu sistemlerde belirleyici olan yerli veya yabancı kapital sahipleri. Kapitalizm laik ve pragmatik bir anlayışa dayanıyor. Kapital sahipleri emeğin değerini diledikleri gibi belirliyor. Ezilen, sömürülen insanların gasbedilen hakları var. Ayrıca bu sistemde işsiz işçilerin veya mevsimlik işçilerin varlığı, düşük maliyeti devam ettirip daha büyük kârlar elde edebilmek için sermaye sınıfının bilinçli politikalarından kaynaklanıyor. Bugünkü müslüman ülkelerdeki işçi-işveren ilişkilerine, bir iş akdinden ziyade, mevcut sistemin en belirleyici unsuru kapital sahiplerince gerçekleştirilen emeğin ve genel nimetlerin gasbı açısından bakılamaz mı?
Batı'da laiklik dinlere ve dindarlara inançlarını yaşama, öğrenme, öğretme ve örgütlenme hak ve hürriyetini getiriyor. Bizde laiklik dini, devletin kontrolü altına sokuyor. Kapitalizmin temelinde egoizm ve kazanç hırsı vardır. Kapitalizm nerede uygulansa (Doğu'da, Batı'da) orada zulüm, sömürü, nimetlerin paylaşılmasında dengesizlik vardır. Kapitalist düzen içinde yaşayan işveren ve işçiler, imkan nisbetinde kendi sistemlerini uygulayarak hem zulmü azaltmalı, hem de örnek ve alternatif sunmalıdırlar.
İslam dünyasının sosyal, siyasi, fikri sorunlarının alabildiğine çeşitlendiği 4. asır da içtihat müessesesinin taklid dönemine girerek içtihat, kapısının kapatılması veya içtihatta bulunabilmek için yerine getirilmesi mümkün olmayacak derecede zor şartların ön koşul olarak onaya konmasının sebep ve sonuçlan nelerdir?
Tabi uzun açıklamalar gereken sorular soruyorsunuz. Ama cevap vereceğim. Bir sosyal değişme ve gelişme var, bunu her zaman müsbet olduğu anlamında söylemiyorum, bir kısmı tekamül anlamında olabilir, bir kısmı bozulma, dejenerasyon anlamında olur. Sosyal değişmenin kültürel, sosyal, siyasal, iktisadi, milletlerarası siyaset boyutunda sebepleri var. Müslümanların böylesine geniş, şümullü sebepleri var. içtihattan taklide geçişi de bu sebepler içinde aramak lazım. Yani içtihattan taklide geçiş umumi gidişten ayrıdır. Umumi gidiş ilerlemeye, gelişmeye, tekamüle yönelik olduğu halde sadece fikir, düşünce, içtihat hayatında geriye bir gidiş söz konusudur. O halde, şimdi umumi olarak İslami hayattan, İslam düşüncesinden uzaklaşmayı getiren sebepler aynı zamanda içtihattan uzaklaşmayı, taklidi getirmiştir. Bunların başında, tabii diğer sebepler de vardır. Bunların başında hilafetin saltanata dönüşmesi ve hilafetin saltanata dönüşmesinin getirdiği baskı ve terör vardır. Yani fikir, düşünce, ifade, vicdan hürriyeti, seçme-seçilme gibi siyasi hak ve hürriyetler konusunda baskı ve terör rejimi gelmiştir, başlıca sebepleri budur. Sonuç, İslam hukukunun, önce amme hukuku esas teşkilatı konusunda hileler yani hiyel ve meharic dedikleri hile-i şeriye dedikleri hileler yoluyla hususi hukuk sahasında toplumun hayatından çıkması, uzaklaşması oldu. Toplum hayatında, toplumun muhtaç olduğu müesseseler, kurumlar, kuruluşlar vardır, boşluğa imkan yoktur. Evvela içtihadın yokluğu İslam hukukunun çözümlerini yok etmiştir, İslam hukukunun çözümleri yok olunca çözüme müesseseye, kuruma, kuruluşa muhtaç toplum bocalar, İslam'ı anlamada çözümün kapısını kapatınca, gayri İslami hukuki çözümler, kapattığınız kapıdan değil, pencereden girer, girmiştir de.
13. yüzyılda İbn Teymiye'nin başlattığı daha sonra Abdulvahhab, Afgani, Abduh, Reşit Rıza'yla kendisini gösteren İslam ülkelerinde ıslahat hareketleri var. Bir de bunların yanı sıra Mısır, Hindistan, Pakistan gibi yerlerde Seyyid Ahmed Han. Ali Abdurrazık gibi insanlar da Batı'nın ilmi fenni gelişmişliği karşısındaki ezilmişlikle, problemlere çözümler üretmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken de içtihat müessesesini kullandıklarını söylüyorlar. Bu bağlamdaki içtihat politikası tam anlamıyla İslami bir içtihat politikası mıdır, yani içtihat müessesesi bu anlamda fonksiyonunu muhafaza etmiş oluyor mu? Ve bu çatışmalar Türkiye'de pek bir yaygınlık kazanmamış; bunun sebepler nelerdir?
İçtihat kapısının kapatılması, fıkhın dondurulması müslümanlar için çözüm üretilemez bir döneme girme sonucunu doğurmuştur. Bir hayatı, bir düzeni yaşıyorsanız, düzen sizin değişmelerinize ayak uydurmak durumundadır, İslam da düzenin topluma ayak uydurabilmesi için gerekli sübaplar koymuş, gerekli önlemler almıştır. Bu mekanizmayı çalıştıracak olan içtihat müessesesidir. Bunu kapatırsanız iş biter. Bu problemdi; bu problem başlangıçta bilahere adına İslam'da reform dediğimiz teşebbüse benzer bir çıkışta var. Daha ziyade bu, İbn Teymiye'leri filan aldığınızda, daha ziyade donmuştuk taraftarlarıyla, statik bir çözümsüzlük -çözüm diyemiyorum- taraftarlarıyla yani çözümsüzlüğü çözüm kabul edenlerle klasik içtihat düzeni usulünde ana kaynaklardan çözüm üretme taraftarı olanlar arasında bir mücadele var. Yani bir başka ifadeyle taklit taraftarlarıyla, içtihat taraftarları arasında bir çatışma var. Onların mücadeleleri kendi asırlarında semere vermiştir, ama İslam dünyasında fikir ve tatbikatın yönünü değiştirir mahiyette olmamıştır. Daha ziyade 18. yüzyıldan itibaren İslam dünyası siyasi, ekonomik yönde, askeri yönde gerileyince, zaaflar ortaya çıkınca bu zaaflardan istifade ederek İslam dünyasında müslüman olmayanların sulta kurmaları, sömürge kurmaları, İslam dünyasını sömürmeleri, müslümanların bu zulüm altında ezilmeleri gerçekleşince çok ciddi arayışlar başlamış bu ciddi arayışlar içinde iki yöneliş göze çarpmıştır. Bunlardan bir, İbn Teymiye'lerin başlattığı, kitap ve sünnete, klasik usule dönerek çözüm üretmeyi isteyenler; bir de kendilerince daha köklü bir çözüm diye İslam'ın neyi ihtiva ettiği konusunda yeni bir yorum getirenler ve bu yorum neticesinde kendilerine göre bir çözüm getirenler olmak üzere iki yöneliş olmuştur. Bu ikincilerin yorumu şuydu: İslam din olarak imandır, ibadettir, ahlaktır, İslam'da değişmeyen, evrensel olan, bağlayıcı olan, dinin özünü teşkil eden imandır, ibadettir, ahlaktır. Bunun ötesinde dine yamanmış ya da dinin temas ettiği şeyler dinin özüyle alakalı değildir. Bu iman, ibadet, ahlak özünü korumak ve bunu gerçekleştirmek için siyasette, ekonomide, sosyal hayatta, hukukta şu çağda, şu zeminde neler yapmalı sorusuna verilmiş geçici cevaplardır. Bunların yorumuna göre iman, ibadet ve ahlakta kitap ve sünnete tabi olunur, bunun dışında sosyal ve siyasi rejim, sosyal, siyasi, ekonomik düzen olarak çağdaş ve ileri toplumlarda hakim düzene uyulmalıdır, buna uymamız gerekir Buna uymak İslam'a aykırı değildir ve bizi İslam'dan uzaklaştırmaz. Bunlara bilahare, kelimenin lügat manasından uzaklaşarak reformcular deniyor. Günümüzde de modernistler deniyor. Taklit taraftarlarına muhafazakar deniyordu. Şimdi bence bir değişme oldu, taklit taraftarı kalmadı, ciddi olarak yok, bunlar artık müzelik oldu. Şimdi müceddid dediğimiz İbn Teymiye, Şah Veliyullah, Mevdudi, Seyyid Kutub çizgisini takip edenlere muhafazakar, ihyacı, gelenekçi gibi tabirler kullanılıyor, bunların karşısında olanlara da modernistler deniyor.
Burada modernist, ıslahatçı ve gelenekçi kavramlar biraz iç içe girmiyor mu? Örneğin ihyacı veya ıslahatçı çizgide olan ve yukarıda isimlerini saydığınız kişileri, taklitçi kesim modernistlikle itham ediyor. Taklitçi kesimin tarihi, kültürü tahkik ve tashih etmeksizin yaşatmaya çalışması gelenekçilik olarak değerlendirilebiliyor. Ve ayrıca, modernist bir çizgide olduğunu ifade edebileceğimiz Seyyid Hüseyin Nasr gibi kişiler de gelenekçiliği savunabiliyorlar. Bu tartışmalar yaşadığımız ülke insanlarının tarihinde ne kadar yer tuttu?
Osmanlı'da ancak Meşrutiyet'ten sonra Osmanlı münevverleri bu konuları düşünme, tartışma imkan ve hürriyeti bulabilmişlerdir. Ondan önce de zeminin bu düşünceleri ifadeye pek müsait olduğu kanaatinde değilim. Meşrutiyet döneminden itibaren ise bunlar bizde akis bulmuştur. Sırat-ı Müstakim, Sebilürreşad gibi dergilerde Afgani'nin, Abduh'un, R. Rıza'nm, Hindistan'da aranan tecdid çözümlerin akislerini bulmanız mümkündür. Yani bizim münevverlerimize bu intikal etmiş ve tartışılmış. Mesela "Buhranlarımız"ı yazan Sadrazam, M. Akif, Elmalılı Hamdi Yazır, Manastırlı İsmail Hakkı, İzmirli İsmail Hakkı vs. Osmanlı münevverleri, bir tecdidin gerekli olduğundan bahsetmişler, klasik usulü kullanarak, kitap ve sünnete başvurarak çözümler üretmenin gerekliliğinden, içtihat kapısının açık olduğundan, içtihatsız İslam'ın olmayacağından, öncelikle başka mezheplerden de istifade edilerek mevcut çözümlerden yararlanmak gerektiğini, mevcut çözümlerin yeterli olmadığı yerlerde yeni çözümler üretmek gerektiğinden bahsetmişlerdir. Bunun semereleri de görülmeye başlanmıştır. Mesela Mecelle ta'dili gündeme gelmiştir. Biraz önce bahsettiğim usul ve çerçevede Mecelle, baştan sona ele alınmış, madde madde ele alınmış. Hangi maddelerin, nasıl ta'dil edilmesi gerektiği müzakere edilmiş, zabıtlar tutulmuştu. Fakat arkadan gelen savaş, savaşın arkasından gelen köklü (radikal) değişim, Osmanlı'ya yansımış olan bu tecdid ve ıslahat hareketlerinin gün ışığına çıkmasını engellemiştir.
Sizin de saydığınız gibi İbn Teymiye, Abduh, Reşid Rıza'nın ekolünde olan insanlar bu yüzyıl içerisinde belli bir aktiviteye mesnet teşkil ettiler. 70'li yıllarda çıkardığınız "Nesil" dergisine bir tepki doğdu. Mezhepsizlik olayı ortaya çıktı. Bu ithamlarla siz de karşı karşıya kaldınız. O günden bugüne belli bir değişiklik oldu ve bu ithamlar azaldı veya etkisini kaybetti. Size yönelik o ithamlar şimdi yapılmıyor. Acaba sizde mi bir değişiklik oldu, yoksa o insanlar da mı bir değişiklik söz konusu oldu?
Ben bu mücadeleyi yürüttüğümde Türkiye'de modernistlerin sesleri ve nefesleri hissedilmiyordu. Öyle bir çözüm olmadığı bir anda Türkiye İbn Teymiye'nin çağını yaşadı çok kısa bir dönem. Yani taklitçilerle içtihat ve tecdidcilerin mücadelesini yaşadı. Eğer araya biraz önce söylediğim savaş ve inkılab fetreti devri girmeseydi bu, Osmanlı'nın son dönemlerinde çözülmüş olacaktı. O fetret sebebiyle biraz gecikti; ertelenmiş oldu. Biz kısa bir dönem bunu yaşadık. Fakat daha sonra öyle bir fırtına, öyle bir kasırga geldi ki bunun karşısında onların reformcu, mezhepsiz diye itham ettiği kişiler muhafazakarlar içerisinde yer aldılar. Yani muhafazakar kategorisine oturdular. Çünkü onlar klasik metodla içtihad yolunda da olsalar kitap ve sünnete, asrı saadet müslümanların örneklerine başvurarak sadece iman, ibadet ve sünnetin devamlı evrensel çözümlerinin olduğuna inanıyorlardı. Bu çözümleri bulup, tesbit etmek, hayata tatbik etmek, değişmesi uygun olan kuralları bulup Allah'ın muradına uygun olarak değiştirmenin gerekliliğine inanmaktaydılar. Dolayısıyla bunlar şeriata inanıyorlardı. Bunlar düzende İslamcıydılar, laik değillerdi. Batının düzenini aynen İslam toplumuna aktararak İslam süzgecinden geçirmeden, içtihad süzgecinden geçirmeden İslam bu sahaya karışmaz diyerek, İslam bu sahayı zaten serbest bırakmış diyerek, aktarılmasının İslam'ın özünü de ortadan kaldıracağını yani o sosyal siyasi ekonomik ve hukuki nizamı benimsediğimizde iman, ibadet ve ahlakın da kalmayacağını, o nizamın onları da cemiyetin hayatından sürüp çıkaracağını iddia ediyorlar ve ileri sürüyorlardı. Böylece bunlar muhafazakar oldular ve modernistlerin karşısında bunlar bulundular. Ve bunların mücadelesi devam ediyor. Yani eski muhafazakarlar çarna çar bunlara sempati duymak, bu kasırga karşısında, bu siperlerin arkasında hayatlarını idame ettirmek durumunda kaldılar. Böyle düşünüyorum ben.
Yakın bir zaman önce vefat eden Fazlur Rahman ihyacı ve modernist iki uç arasında konumu zaman zaman değişen bir yere oturtuluyor. Üzerinde durduğumuz konuyu somutlaştırmak açısından Fazlur Rahman'ın konumu hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Fazlur Rahman modernisttir, hatta zamanımızda modernistlerin imamlarından biri ve belki de birincisidir. Bizim Türkiye'deki modernistlerin belki de imamıdır. Benim kanaatim böyle ve onun İslamı nasıl yorumladığını, kitabı, sünneti nasıl anladığını, İslam toplumunu nasıl bir kültür ve medeniyet yapısına kavuşturmak istediğini, alternatifler içerisinde son çare olarak neyi tercih ettiğini anlamak isterseniz Türkçe'ye tercüme edilen İslam kitabına bakabilirsiniz. Orada bütün açıklığıyla ve gerçekliğiyle görebilirsiniz.
Taklit dönemi başlarında içtihad kapısının kapandığını iddia edenler içtihatta bulunabilmek için yerine getirilmesi mümkün olmayacak çok zor şartlar ileri sürüyorlardı. Acaba gerçekten içtihatta bulunabilmek için o derecede öne sürülen zor şartların yerine getirilmesi gerekli midir?
Taklit döneminde içtihadı adeta imkansız kılmak üzere, sun'i olarak olmayışı ya ileri sürülmüş bir takım şartlar vardır. Bu şartların gerçekte olanla bir alakası yoktur; yani onların müçtehit kabul ettikleri şahıslarda bu şartlar gerçekleşmemiştir. Yani o şartlar gerçek değildir ya da o kişiler müçtehit değildir. İmam-ı Azam Ebu Hanife, imam Şafii, Ahmed b. Hanbel vs. müçtehitse o şartlar geçersizdir. Bir örnek: imam Şafii arkadaşlarına diyor ki "sizin bildiğiniz, benim bilmediğim sahih hadis olursa onu bana aktarın" yani buradan imam Şafi'nin bilmediği sahih hadislerin varlığı ortaya çıkıyor. Sizin sözünü ettiğiniz şartlar diyor ki: "Müçtehit bütün sahih hadisleri bilmek zorundadır." Yani o şartlar abartmalıdır, içtihadı kapalı tutmak, insanların gözünü kapatmak," içtihadı önlemek ve baltalamak için öne sürülmüş şartlardır. Bence ne lazım: Arapça bilmek lazım, çünkü en önemli iki hüküm kaynağı Kur'an-ı Kerim ve sünnet Arapça'dır. Bunları tercüme eden yorum yaparak tercüme eder. Bir nevi içtihat yaparak tercüme eder. Bir müçtehidin içtihadı bir başka müçtehidi bağlamaz; siz aynı kelime aynı cümleden bir başka şey anlayabilirsiniz, anlayabilmeniz için Arapça bilmeniz gerekir. Yeterince kitap, sünnet, siyer bilgisine ihtiyaç vardır. Usul bilmeniz lazımdır o kadar. Bunları yeterince bildiğinizde müçtehid olursunuz.
Türkiye'de ve İslam ülkelerinde İslam hukuku, özellikle de içtihatla ilgili son zamanlarda kayda değer çalışmalar var mıdır?
İslam hukuku konusunda içtihat mahsulü hem ferdi, hem de grup olarak akademi bazında vakıf, cemiyet, kurum bünyesinde çalışmalar devam ediyor. Çünkü her şeye rağmen bütün engellere ve engellemelere rağmen en azından son elli yıldan beri İslam dünyasında düzeni İslamlaştırma temayülü gün geçtikçe güç kazanıyor ve bu sadece teoride kalmıyor, önemli ve çok değerli tecrübeler de ortaya çıkıyor. Dünyanın şurasında burasında çeşitli metodlarla toplumu ve düzeni İslamlaştırma teşebbüslerine şahit oluyoruz. Bu teşebbüsler elbette dondurulmuş bir fıkıhla olamayacağı için ilme ve serbest düşünceye dayalı içtihatların irşadı ve ışığında oluyor. Mesela Mevdudi'nin İslamlaştırma çabalarını çalışmalarını ele alırsak orada bizzat liderin bir alim, bir müçtehit olduğunu görürsünüz. Bu liderin çevresinde de alimler vardır; danıştığı, konuştuğu, istişare ettiği ve aynı zamanda kendisi bir alimdir. İhvan-ı Müslimin hareketini nazar-ı itibara alın, bunlar da düzeni İslamlaştırma yolunda denemeler yapan mücadele veren bir gruptur. Bunların kurmayları içinde de İslami ilimlerde doktora yapmış veya kendini yetiştirmiş alimler vardır. Mesela Abdulkadir Udeh gibi Mukayeseli İslam Ceza Hukuku'nu yazan alimler vardır. Cezayir'deki İslamlaşma hareketine bakın, onun lideri hem İslam ilimlerinde, hem sosyal ilimlerde kendini yetiştirmiş ve etrafında başka alimler vardır. Pakistan'da Mevdudi dışında İslam hukuku, ekonomisi ve siyaseti konusunda ciddi çalışmalar yapan şahıslar, müesseseler vardır. Bunların başında Milletlerarası İslam Üniversitesi ve onların içinde İslam enstitüleri vardır, İran'da gene İslamlaşma hareketi var. Orada da bu hareketi yürüten, devrimi gerçekleştiren bir Ayetullah-ı Uzma'dır. Yani en büyük müctehittir. Onun takipçileri de Ayetullahtırlar. Binaenaleyh İslamlaşma hareketi içtihadı serbest, hür İslamcı düşünceyi getirir. Kaçınılmaz olarak, bunlara ek olarak üniversitelerde, vakıflarda, cemiyetlerde ilmi çalışmaların da ferdi ve cemaati çalışmaların %90 içtihat mahsulü, taklitten uzak eser ortaya koymuş müesseselerdir. Dolayısıyla çağımız yeniden içtihadın gün ışığına çıktığı, artık kapısının açık mı kapalı mı olduğu tartışmasının geride kaldığı çağdır.
Röportaj: Mustafa A. Başbekleyen / Ahmet Demirci