Özet: Bu yazıda, laiklik ve liberalizm kavramları dolayımında bir okuma yapılmış; konu, “İslâmî tasavvur” bütünselliğinde değerlendirilmiştir. İki bölümden oluşan yazı, ‘liberal çoğulcu okumaların İslâmîliği imkânı’nın tartışıldığı kapsamlı bir çalışmanın özeti mahiyetindedir. Makalede, Aydınlanma felsefesinden beslenen laiklik, sekülarizm, demokrasi ve liberalizm kavramları, teorik/felsefî temelleri yönüyle yazı ölçeğinde tanıtılmıştır. İslâm’ın sekülarizm eksenli kavram ve inançlarla kaynak, amaç ve hedef farkının analiziyle, hiçbir alanda aynılıklarının düşünülemeyeceği tespitiyapılmıştır. Çalışma, rasyonalizm (akılcılık) eksenli ideolojilerin İslâm dışılığının tespitinin ardından, bilinç yönüyle mütalaa edilen bir usûlle son bulmuştur.
Anahtar Kavramlar: İslâmî bakış, laiklik, sekülarizm, demokrasi, liberalizm, çoğulcu okuma.
Sunuş
Bu makalenin amacı, “laiklik” ve “liberalizm” kavramları üzerine teorik tartışmalar yapmak ya da ilgili kavramlara şerh düşmek değildir. Ne var ki uzağımızda gibi duran ve fakat hayatımızın hemen her alanına varıncaya dek nüfuz eden kavramların, yaşamsal etkisi izahtan varestedir. Kavramlar ve etkileri bu yönüyle doğru bilinmediği takdirde teoriden öteye gitmeyen bir tanımlamanın konusu olacak; uzağımızda sanılırken, yer yer îman umdesi gibi içselleştirildiğinin farkında bile olunmayacaktır. Nitekim bugün, câhiliyenin etkin yüzü olan laiklik ve liberalizm, teoriden öte bizatihi pratik yönüyle yaşamın her alanında hüküm sürmektedir. Kur'ân’ın hoş görmediği düşünüş ve yaşam tarzlarına (câhiliye) yalnızca teorik söylemle karşı durulamayacağı gerçeğinden hareketle, günümüz câhiliyesinin doğru tanınması, kendisiyle amelî düzlemde mücadele edilmesi için zorunludur. Bu sebeple;
Modern dünyanın yaşadığı düşünsel bunalımın nedenlerini bilme zarureti vardır. Sorunu doğru anlama, bunalımın seyir haritası diyebileceğimiz serüveni bilme ile mümkündür. İslâm’ın modern dünyaya alternatif sunulabilmesi; Müslümanların modern dünyaya örnek olması ile başlar. Bunun için öncelikle nitelikli donanıma ihtiyaç vardır! Laik dünyada çölleşen fikir dünyamıza ayna tutmak zorunda olan Müslümanlar, ivedilikle zihin karmaşasından kurtulmak, berrak bir zihin yapısına sahip olmak zorundadırlar. Bunu teminin imkânı, vahyin aydınlığında İslâmî tasavvur üzere olma iledir.
Giriş
Günümüz cahilî toplumu, İslâm aydınlığından mahrum; bünyesi şirkle mâlûl, fesâdın her yeri kapladığı sınırsız arzular; kin, nefret, önüne geçilemez dünyalık hırsı, uyuşturucu kullanımı gibi gayr-ı insanî tüm kirleri muhtevîdir. Bütün bunlara tahrif edilmiş dinler, dinleştirilen mezhepler, sufizmin mistik hezeyanları ve modern hayatın profan (dinsiz) dayatmaları eklendiğinde, ortaya çıkan manzara daha da ürperticidir. Kitlelerin aptallaştırıldığı günümüz gerçekliğinde kendi elinin neticesine karşı çıkan, reddettiklerini alkışlayan ucube bir toplumla karşı karşıyayız. Diğer taraftan “İslâmî” olma iddiasında bulunurken, vahiy ile bağı kopuk, seküler düşünce ve pratiklerin yaşanılır, savunulur olduğu garabeti, havsalaları daraltmaktadır.
Batılı toplumlar, kilisenin skolâstik düşünceyle temellendirdiği beşerî, bağnaz, sığ, hurafe ağından kurtulmaya çalıştığı dönemin ardından nasyonalist düşünceyle baş gösteren faşizmin pençesi altında inlemişti. Henüz dönemin katliamları ortadan kalkmadan, kitleleri peşinden sürükleyen sosyalizm, aynı hızla toplumlara egemen olmuş, milyonlarca insanı katledip geride sersefil bıraktıklarıyla tarihe geçmişti. Beşerî öğretiler, devam eden süreçte, kobay gibi gördüğü insanlığı kapitalizmin, şimdilerde ise liberalizmin deneği kılmışlardır. Doğulu toplumlarda durum, ayrı bir yazının konusu olmakla beraber denebilir ki orada da cahilî yaşam daha az vahim değildir.
Günümüzde beşerî sistemlerin çoğu ton farkıyla iç içe uygulanmaktadır. Şimdilerde adını koyup işlevinde anlaşamadıkları laiklik şartlı demokrasi laboratuvarı egemenlerin gözdesidir. Demokratik, laik, çağdaş, liberal vs. ifadelerle efsunlanan toplumlar köleleştirilip uyutulmakta; demokrasi, ‘tarihin sonu’ palavrasıyla nokta koyucu hakîkat diye köpürtülüp pazarlanmaktadır.
Demokrasi, şuursuz kalabalıkların yönetimidir. Yığınların her türlü köleliği kendisine revâ gördüğü sistem… Egemenliğin cehalete teslimi… Efendiler tarafından ayaklara vurulan prangaları,kendi elleriyle zihinlerine geçirenlerin ütopyası... Demokrasi, hak ve adaleti tesis edebilmekten uzak, spor, kadın ve müzik üçgeninde şehevî dürtüleri putlaştıran ve çareyi tüketmeyip putlarını da hoşnut eden; gerek gördüğünde, Makyavelist doyumsuzluğa esaretle putunu fedâ eden; taptığı putunu dahi yemekten imtina etmeyenlerin yönetimi... Bir avuç kendini seçtirmiş imtiyazlı despotun çiftliği... Meşrûiyetini, şuursuz çoğunluğun destek ve iştirakinde (!) gören demokrasi,1 koyun sürülerine bile revâ görülemeyecek şeytanî sistem…
Kapitalist demokratik sistemler, sosyalist despot sistemler, kitleleri büyüleyerek düşünmekten alıkoymuşlardır. Bu sitemlerde akletmekten aciz fertler, hayatın en zelil ve aşağılık halini yaşarlar. Oysa hiçbir akıl sahibi, kaynağı vahye dayanmayan, Allah’a (cc) ibadeti/itaati yaşam tarzı edinmeyen çoğunluğun, her zaman hak üzere olacağını söyleyemez. Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
“Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tâbi olmaz, yalandan başka söz de söylemezler.”2
Kavramların Teorik/Felsefî Temelleri
Laik/Laiklik
Fransızcadan Türkçeye geçmiş olan “laik” sözcüğü, Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Laiklik veya laisizm, devlet yönetiminde herhangi bir dinin referans alınmaması ve devletin dinler karşısında tarafsız olmasını savunan prensip3 diye tarif edilir. Aynı terimin İngilizce karşılığı ise secularity olup din ve devlet işlerinin ayrı tutulması anlamına gelir. Sekülarizm, Türkçeye laiklik, çağdaşlaşma veya dünyevîleşme olarak üç farklı terimle çevrilmektedir.
“Laiklik” ifadesiyle, ‘din ve devlet işlerinin ayrışması’ formülasyonu ön plana çıksa da özünde bu anlayış, bilinçte bölünme; iki alan fikri (çifte gerçeklik), kişilik/benlik bölünmesi, zahir-bâtın ayrımı, din-dünya ilmi gibi bütün alanlarda insanı ve varlığı, fıtrata muhalif bir ayrışmaya zorlamıştır. Bilinçte başlayıp toplumsala varan bölünmüşlük hali, seküler anlayışın içselleştirilmesinin neticesidir. Bu anlamda laik kişi, profan; din ile ilgisi olmayan din dışı/dinsiz diye tanımlanabilir.
Laikliğin hikâyesine baktığımızda, sekülarizm ekseninde bir düşünüş, bir değişim talebi olduğu görülür. “Tarihsel gelişme açısından evrim niteliği ağır basan dünyevîleşmeye ‘sekülarizm’, buna mukabil devrim niteliği ve köktenci yönü daha belirgin olarak dünyevîleşmeye ‘laiklik’ adı verilir. Bu açıdan bakıldığında sekülarizmin modernleşme süreçleri içinde gerçekleşen bir tür kendiliğinden gelişmeye gönderme yaptığı yerde, laikliğin, toplumu sekülerleştirmeyi amaçlayan bir kamu otoritesinin belli bir laik toplum telâkkisi veya tasarımını hayata geçirmek amacıyla insanlara ve insan topluluklarına dayatmada bulunmasına atıfta bulunduğu söylenebilir. Laiklik, felsefî açıdan metafizik ve teolojik inanç ve hipotezlerin rasyonel bilgiden ayrılmasını, bilginin bütünüyle insanî-rasyonel bir temele oturtulmasını ve beşerî/toplumsal problemlerin çözümünde, dinî ya da metafiziksel bilginin değil de insan aklına dayalı deneysel ya da bilimsel bilginin üstün görülmesini ifade eder. Sosyolojik açıdan laiklik, dinin sosyal hayattaki rolünün en aza indirilmesini, toplumun büyük ölçüde dünyevîleşmesini dile getirir. Politik açıdan ise laiklik, egemenliğin kaynağının ilâhîliğini yitirmesini, politik iktidarın meşrûiyetinin ilâhî değil de dünyevî bir temele dayanmasını ifade eder.”4
İlgili tanımlardan hareketle, Allah’a inandığını, İslâm’ı din edindiğini söyleyen bir kişi, beşerî ile vahyî olan arasında; farklı bir ifadeyle, iki irade karşısında çelişki yaşar ve hele tercihte muhayyer kalırsa, vahyî olanı esas alması beklenir. ‘Îman’ bunu gerektirdiği gibi, ‘akleden akıl’ da ancak bu yönde tercihte bulunur. Aklı doğru kullanan bir insan için 'ontolojik ağırlık' açısından kıyas edilemez farka sahip olan, vahyî iradenin mutlak doğruluğudur. Durum bu iken, laikliği savunanlar, ideolojik körlükle varlık-bilgi ilişkisinde hakîkati göremezler. Temiz akıl sahibi insanlara gelince; onlar, aklı sadece hayra âmâde kılan, basîret sâhibi (ulü’l-elbâb5) kimselerdir. Kezâ, varlığı var edenden bağımsız düşünmeyen aklıselim insanlar, varlık-insan ve toplum tasavvurunu vahiy ekseninde kavrayıp inşâ ederler.
Laikliğin tonu üzerinde tartışmak ve hele buradan İslâm’a bir yol aramak, ihanet değilse şayet, tam anlamıyla cehâlettir. Mahiyeti değişmediği sürece küfrün bal veya zehir kâsesinde sunulmasının bir farkı/kıymeti yoktur. Bu bağlamda dile getirilen Anglosakson tipi ılımlı laiklik, zehrin altın kâsede sunumundan öte bir farka sahip olmayıp ve belki, daha tehlikeli daha ayartıcıdır. Dolayısıyla Fransız tipi tepeden inmeci (jakoben) laiklikten uzaklaşılıyor olduğu vehmi ya da ‘kötü olanın’ jakoben laiklik olduğu propagandası, saf zihinleri ifsâda teşne olup sinsi yayılımı perdelemektedir. Olan, küfrün, hard veya softpower icra farkıdır sadece. Modernizmin post-modernizmle çareyi tüketmeyip muhalefeti/yenilenmeyi kendinde gerçekleştirmesi gibi, liberalizm de alternatifini/eleştirisini dahi aynı kurucu akıl/ilkeler ekseninde neo-liberalizm, liberteryenizmle yapmaktadır. Jakoben laiklikle Anglosakson tipi laiklik (sekülarizm) arasındaki ilişki/fark da bu kabil bir durumdur.
Laikliği, “din ve vicdan özgürlüğü” şeklinde tanımlamak da büsbütün hatadır. Öncelikle kavramın kendisi bu tanıma yol vermez. Kavram, kaynak ve amaç itibariyle apayrı anlam alanına sahiptir. Kaldı ki burada özgürlükle kastedilen liberal anlayış ekseninde bir tanım ise -ki öyledir- bizce bu, bir başka cehenneme davetkâr söylemdir. Rasyonalizmden kaynaklanan Fransız aydınlanmasınındevrimci/militarist kavramlardan birinin “laiklik” olduğunu söyleyen laisistlerin6 açık tanımlamalarına rağmen, Türkiye’de muhafazakâr çevrelerin laikliği hâlâ din dışılıktan beri bir anlam alanında okumaları hayret vericidir. Bu yaklaşım,7 evvelemirde savunmacı ve belki kendi şartlarında izahı mümkün, lâkin dinden yana meşrûiyeti olmayan bir zihin karmaşasından beslenmektedir.
Laikliğin hiçbir türünün İslâm ile bir yakınlığı yoktur. Kezâ İslâm, kaynak amaç ve hedef yönüyle vahye dayalı iken, bütün ideolojiler gibi laiklik ise kaynak amaç ve hedef açısından beşerîdir ve hiçbir zeminde İslâm ile bir arada düşünülemez. Tarihin hemen her döneminde küfür farklı isim ve görünürlükte; jakoben-militarist ya da ılımlı-uzlaşmacı bir dil ve tonla ortaya çıkmıştır. Bu fark, küfrü küfür olmaktan çıkarmadığı gibi birini asıl düşman addederken yerine önerileni ise dost-sevimli kılmaz. Bu anlamda, Soğuk Savaş döneminde muhafazakâr dindarların, kapitalizm-komünizm kıyası üzerinden tarafgir tercihleri, tarihe not düşülecek gayr-ı İslâmî bir tutumdu. Değişen sadece yöntem farkı, küfrün farklı görünür halleridir. Sünnetullah cihetiyle varlık; insan ve yaşam, tecezzî (ayrılma/bölünme) kabul etmediği gibi otorite de tecezzî kabul etmez. Bölmeye mâtuf talebiyle fıtrata muhalif olan laik anlayış, doğrudan ulûhiyetin ihlâli olup İslâm’a terstir.
Dine daha müsamahakâr baktığı ya da İslam’la benzerliği olduğu iddia edilen laiklik tipini meşrûlaştırmak, dilden ve dinden yana temelsizdir. ”Dinde zorlama yoktur.” İslâmî ilke, yer yer bütünden kopuk Bektâşî okumayla dile getirilmektedir. Bu iddia da delile dayanmayan, köpürtülmüş politik bir okumadır. Atıf yapılan âyet, bilakis mesnetsiz iddiacıları reddeder. Âyetin tamamı, bağlamında okunduğunda neyin kabul neyin reddedilmesi gerektiği görülecek;vaz’ olunan hükmün, laikliğin reddini gerektiren ‘îman’ umdesi olduğu anlaşılacaktır. “Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu reddedip Allah'a inanırsa kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.”8
Sekülarizm
Sekülarizm, Orta Çağ skolastik düşüncesine ve kilise îmanına tepki olarak gelişen; Aydınlanma felsefesiyle şekillenen bir düşünme biçimidir. Batı toplumunun, içinde bulunduğu derin hurafe ağından kurtulmak için geliştirdiği sekülarizm, kendi büyülü dünyasını/hurafesini doğurmakta gecikmemiş, topyekûn tanrıya/dine karşı bir tutuma evirilmiştir. Sekülarizm (dünyacılık), Kur’ân’ın tabiriyle, uhrevî olanın ertelendiği, dünyevî olan lehine derin bir sapkınlığa dönüştüğü olgudur. Sekülarizmle dinî ve uhrevî olan her yaklaşıma sırt çevirme; hatta metafiziksel olan her şeyin kökünü kazıma amaçlanmıştır.
Sekülarizm, Batı’da daha çok tarihsel bir süreç olarak kilise dogmalarına karşı ortaya çıktığı halde bugün laiklik olarak devrim talebiyle dayatmacı bir kimliğe bürünmüştür. Sekülarizm, Hristiyanlığın hayatın her alanına egemen olduğu Orta Çağ’ın sonlarında Aydınlanma, Rönesans ve reformlar ile birlikte meydana gelen büyük dönüşümün (modernite) dinsel açıdan nitelenmesidir. Bu, Hristiyanlığın artık altın çağının son bulduğu, toplumun dinden uzaklaşması, inanç ve eylemlerin ilâhî yerine dünyevî hedeflere yönelmesi, dinin işlevinin seküler toplumsal işlevlere dönüşmesi ve hülâsa kutsalın yerini dünyevî olanın almasıdır. Farklı bir ifadeyle sekülerleşme, dinin toplumda otoritesini yitirme sürecidir.
Dünyevîleşme, bizatihi Allah’ı tanımama, ona muhtaç olmama; tekebbür ile Allah’ı unutma, mülkün gerçek sahibinin Allah (cc) olduğunu görmezlikten gelme, hâsılı Allah’a karşı nankörlük halidir. Dünyevîleşme kendisinden sonraki birçok sapmanın da sebebidir. Sekülarizmle din, dünyevîleşme yönünde evirilmeye tabi tutulmak istenmiştir. Dünyevîleşmenin temel karakteristiği öte dünya fikrine kayıtsız kalmadır. Dinin sosyal yaşamı düzenleyici fonksiyonunun reddi ile birlikte ‘eskatolojik’ (uhrevî) boyutunun da göz ardı edilmesi, Batı’nın dünyevîleşme serüveninde yer alan duraklardır.9
Modern çağın dominant söylemikaotik ve de komplekslidir. Bu tespit, din için de geçerlidir. Max Weber’in modernizm için söylediği “büyü bozumu”; ünlü deyimiyle, “tabiatın büyüden arındırılması” yerini, yeni ve fakat kendi büyülü atmosferine bırakmıştır. Bu değişim, tüketim, iletişim ve tüm çevresel faktörlerde kendini gösteren uyumsuz ve huzursuzluğuyla uysallaştırılan, nesneleştirilen insanla ortaya çıkmıştır. Oysaki modern iddia, ilerleme, kendisi için rakip gördüğü doğaya hâkim olma ile insanı merkeze almış ve özne kılmıştı. Sekülarizmin çelişkisi kutsallarını üretmesi iken, modern dinin çelişkisi de Protestan bir sonuç için reformize edilmeye çalışılmasındadır. Kalbe dayalı ontolojik bakışın, yerini, salt akla dayalı sınırlı olana terk etmesi yeni hurafe ağının oluşmasını sağlamıştır.
Demokrasi, laisizm, liberalizm gibi modern izm’lerin vaizleri, kutsalı büyü olarak reddederken kendi pagan kutsallarını oluşturmada gecikmemişlerdir. “İnanmış bir komünist veya faşist ya da başka bir neo-pagan, şimdi ve burada nasıl davranacağı -kimi sevmesi, ne için savaşması, neye tapınması gerektiği konusunda- bir Hristiyan’dan daha kesin emirlere sahiptir.”10
Aydınlanma felsefesi modernitenin rahmi olduğu gibi, kendiyle çelişik mistisizmi merkeze taşıdığı gelenekçilik de bir yönüyle Aydınlanmaya dayanmaktadır. Ve nitekim eleştirimizin/reddimizin esas sebebi, modernizm gibi gelenekçiliğin de vahyî ve insanî gerçekliği bir bütün olarak dikkate almamış olmasıdır. Kurucu ilkeleriyle çelişik tezahürlere sahip olmalarına ilâve, duruşlarının, siyasal emperyal taleplerle örtüşür olması da kaygımızı teyid eden hususlardır.11
Tasvir Edici mi Kural Koyucu mu?
Birçokları sekülarizm tezinin ‘tasvir edici’ (descriptif) nitelikte olduğunu, başka bir deyişle onun, ilmî müşahedeye dayandığını öne sürmektedir. Ne var ki konuyla ilgili literatür gözden geçirildiğinde söz konusu tezin, oldukça güçlü ‘kural koyucu’ (normatif) unsurlar taşıdığı görülür. Bu durumda sekülerleşme ‘şimdi-burada’ olup biten bir şey olmaktan çıkıp olması gereken bir şey oluyor... Laik (seküler)lere göre din, sadece ve sadece bireyin özel hayatında kalmalı ve kamu alanı bütünüyle sekülerleşmelidir.12
Laikliğin ‘tasvir edici’ olmayıp ‘kural koyucu’ olması, sadece politik talebiyle sınırlı kalmamıştır. Seküler bakış nezdinde bilim, îman umdesi gibi kabul görmüş; îmana konu inançlar ise Protestan form yönünde müdahaleye tabi tutulmuştur.
Buradan bakıldığında çevre (periferi) konu gibi gözüken ancak bizim okumamızla bilakis merkezî konuma sahip olan “bilginin kaynağı sorunu”, konu bağlamında ehem-mühim yer tutmaktadır. Sekülarizmle bir iktidar kurumu olarak konumlandırılan ‘modern bilgi’, vahiy kaynağından uzaklaşmakla, ihyânın yerine imhânın vasıtasına dönüşmüş dolayısıyla epistemik şiddetin aracı kılınmıştır. İslâm’a göre kaynağı vahiy olan bilgi konusunda13 eksen farkıyla dijitalizm, bilginin şiddet aracı kılınmasının son versiyonu olup dijital tiranlık peşindedir. Görünen o ki karşımızdaki dönemde bunu daha çok konuşuyor olacağız!
Sekülarizm-Epistemik Şiddet İlişkisi
-Psikiyatriye Dair Bir Okuma Denemesi-
Sekülarizm epistemik şiddet ilişkisi, laik diktayı ve liberal loşluğu anlamak açısından son derece hayati önemi haiz bir konudur. Modern bilim ve dolayısıyla modern tıbbın her bulgu ve sonucu, seküler (laik) anlayış nezdinde, kutsal makamında oluptartışılmazdır. Bilgici yanıltmada (dezenformasyon )sektörel payına en fazla düşen, psikoloji ve psikiyatri alanıdır. Nitekim “Endüstrileşmiş Batı ülkelerinde geliştirilen tanı dizgelerinin evrensel bir geçerliliği olduğu önermesi, berisinde sömürgeci bir zihniyeti saklıyor. Bu zihniyete göre, Batı toplumları insanlığın bilişsel evriminde ileri bir aşamayı temsil ederler. Bu zihniyet, yerel renkleri toptan ihmal etme eğilimindedir. Bunun için, pozitivist tıbbi modeli bize evrensel bir imkân olarak gösterir ve adeta şöyle der: “Şifâ lazımsa, onu da biz getiririz.” Bilimsel araştırma masum bir eylem değildir ve bilim adamları doğuştan masum insanlar değillerdir.”14
Akreditasyon ve standardizasyon kriterlerinin Batı’dan alınması, zulüm çekicine örs olanları masum kılmaz kuşkusuz! Belli standartlar, üretimde, ölçme ve deneyde anlaşılabilir gereklilik iken, bunu, anlayış ve inançlara uygulamaya kalkmak ise bilgici tiranlıktır sadece. Akreditasyon, denetlemek ve uygunsa yetkilendirmek(!) de böyledir. Nitekim yaşanan; özgürlük, eşitlik ve insan hakları derken öteki addettiklerini asimile, yetmiyorsa elimine etme hesabı içinde olan Batı’nın, bilgiyi, emperyal hedefleri istikametinde epistemik şiddete dönüştürmesidir. Nesnel teşhis ve tedavi protokolleri yanında psikiyatriye dair sübjektif değerlendirmelerin ağır bastığı hususlar/alanlar dahi Batı endeksli olarak standardize edildi. Oysa “Batı’da geliştirilmiş bir ölçeği yerel dillere tercüme ederek bir hastalığın veya bulgunun yaygınlığını saptayamazsınız… Psikiyatride ABD’de geliştirilen bir teşhis el kitabı DSM, neredeyse bir kutsal kitap hüviyetine büründü.”15
Psikiyatride kişilik bozukluklarını sınıflayan tanı grupları vardır. Kişilik bozuklukları da DSM ya da ICD tanı kriterlerine göre konur. Kuşkusuz psikiyatrik hastalara konulan tanıların çok fazla sübjektif olması sebebiyle belli kıstasların gerekliliği anlaşılabilir bir durumdur. Ancak ilgili ölçütlerle dünyadaki tüm hastaları sınıflandırmak, kategorize ederek sınırları netleştirmek ise daha farklı bir duruma karşılık gelmektedir. Modern psikiyatri bununla adeta “Doğru budur!” gibi kutsallar oluşturmaktadır. Diğer bilimlerde dahi her durum için sınırlar çok net değilken, psikiyatri için mutlak sınırlar koymak, her şeyden önce “Hastalık yoktur, hasta vardır.” hakîkatini göz ardı etmektir.
“Ağırlıklı olarak Kuzey Amerika ve Batı Avrupa’da geliştirilmiş olan DSM-IV ve ICD kategorileri16 diğer toplumlara ya da azınlıktaki etnik grup üyelerine uygulanabilir mi? Yoksa Asya, Afrika, Güney Amerika ve Ortadoğu toplumlarının her birinin, Çin’in ruhsal rahatsızlıklar sınıflandırması kendi tanı sistemlerini geliştirmeleri mi gerekiyor?”17 Aynı teşhisi almış iki bireyde çok farklı klinik tablolar söz konusu olabilir. Bu da bize günümüzde kullanılan tanı kriterlerinin farklı birey ve sosyolojileri düşünmezaruretinihatırlatıyor. Ve modern tıbbın neleri/nereyi eksik bırakıp atladığını yüksek sesle soruyor. Dahası, dayatılanın, varlık tasavvurundaki sorunlu bakıştan kaynaklandığını salık veriyor.
Temel soru şu: Ölçütler (norm) kime ve neye göre olmalıdır? Her konu ve alanda norm değerlerin aynılığı ne kadar ilmîdir? Hatta ihtisaslaşma her durumda gerekli midir? Bilinmelidir ki psikolojik süreçler toplumsal ve kültürel süreçlerden bağımsız değildir. İnsan ve kültür etkileşimlerinin sebep ve sonuçlar üzerinde derinlemesine tesiri vardır. Örneğin, Las Vegas’ta haz krizi yaşayan birine depresyon tanısı konulmasıyla, İdlib’de bütün çocuklarını/yakınlarını bombardımanda kaybeden bir anneye depresyon tanısı konulması, hikâyelerinden bağımsız düşünülebilir mi? Bireysel bedende yaşanan haz-mutluluk ve ağrı gibi coşku ve ıstıraplar toplumlarda da yaşanır. Bunların teşhisi, ihtiyaç duyulan toplumsal anamnez (toplum öyküsü) dosyalarının çıkartılması; belki, yerel dünyaların öz ve soy geçmişlerine/hikâyelerine varıncaya dek mercek altına alınması ile mümkün olacaktır. “Toplumsal sorunların bir medikalizasyonu, yani tıbbileştirilmesi olduğunu (Illich) veya toplumsal olarak üretilen sıkıntıyı sadece bireye hapsederek kapitalist ideolojinin yeniden üretilmesine ve statükonun devamına hizmet ettiği”18 bir vasatta, hastaya kalan şifâdan başka, elde var sıfır.
Tıbbî, ahlakî ve sosyo-kültürel boyutların içiçeliğinin birbirinden ayrılmaz bütünlüğe sahip olduğu gerçeği unutulmamalıdır. Çabaların kendisi için olduğu “insan” tasavvurunda; vahiy eksenli, insan-varlık-bilgi sacayaklarından bilimsellik adına uzaklaşan tıbbın, yakın gelecekte kutsal ineğe dönüşmesi kaçınılmaz gözüküyor.
“Etnik ve kültürel çoğulculuğun dünya yüzünde yaygınlık kazandığı bir zaman diliminde Kuzey Amerika’da geliştirilen kişilik ve psikopatoloji yapılarının sıklıkla kültüre bağımlı olduğu ve beyaz / erkek / Anglo-Germanik / Protestan / eğitimli / orta-üst sınıf değerlerini yansıttığı düşünülmektedir. Mesleki tanı ölçütleri dünyanın %80’ini ve ABD toplumunun dörtte birini oluşturan diğer toplumları görmezden gelmektedir.”19 Modern bilimi kutsal addederek tahakküm aracına dönüştüren modern Batı, diğer toplum ve bireyleri yok sayarak ötekisini itibarsızlaştırma ve hatta elimine etme peşindedir.
Burada modern Batı’nın, kendi talebiyle/iddiasıyla çelişik il-liberal bir tutum içine girdiği dikkate şayandır. Diğer taraftan sinik ve yenilmişlik psikozunun suskunluğu ve fakat onurlu bekleyişi içinde olan kadim “Doğu düşüncesi, her bir insanın biricikliğine, bireyliğine ve dolayısıyla sınıflanamazlığına vurgu yapıyor.”20 Aslında bu okuma, liberal düşünce açısından dahi modern Batı’nın durduğu yerin fevkinde ileri bir görüşü salık veriyor.
Yaşamın her alanında sürdürülen sekülerleşme, kurumlar eliyle dinin sekülerleştirilmesi ile devam ediyor. Sürecin, “siyasaldan soyutlanan dinin Protestan din”e dönüştürülmesi ile sürdürüldüğü mâlûmdur. Psikiyatriye dair sınırlandırılmış değerlendirmemiz, tıbbın da dinin Protestanlaşması ifadesinden mülhem, seçkinci, elit ve doğasına muhalif bir tarzda “Protestan tıp”a dönüştürüldüğünü salık veriyor. Dinin ve tıbbın Protestan okumanın konusu olması, diğer alanların selâmeti hakkında yeterince fikir verecektir sanırım. Ve ötesi, sürgit!
Hâsılı
Dünkü câhiliyede tapınılan putlar, Lât, Menât, Uzzâ idi; bugün ise laiklik, demokrasi, liberalizmdir. Taştan, mermerden, tunçtan, heykeller/putlar devam ediyorsa da günümüzde, bilinmelidir ki bunlar da birer anlayışı, ideolojiyi temsil ediyorlar. Yani putçuluk sadece şekillerde, cisimlerde aranmamalıdır. Etten-kemikten, sistem ve ideolojilerden putlar vardır. Bütün mesele, küfrün aldığı yeni şekilleri ve kullandığı farklı dilleri, yöntemleri doğru okumak ve aldanmamak... Îmanın değişmez ilkelerini, küfrün değişken seyrine anlatabilme ferâset ve basîretine ihtiyaç vardır. Bütün peygamberlerin mesajı, gönderildikleri kavmin, Allah’tan başka edindikleri putları ret noktasında yoğunlaşmıştı. Peygamberî mesajın özü, Allah’a, ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde ortak koşulmasının reddedilmesine dayanıyor. Doğru okunup doğru takip edilmesi gereken iz, burasıdır. Neticede üretilmiş ideoloji ve muharref dinlerin ifsâdından kurtulmak için tek güvenli liman vardır. Oda vahyi kaynak ittihâz eden, tahriften korunmuş ed-din olan İslâm’dır.
İmkân ve nüfuz açısından taraf tutan liberalizm, zenginliği ve etkinliği kurumsallaştıran, sınıfsal soft örgütlenme biçimini (neo-devlet) üretmiştir. Liberal anlayış, eşitsiz ve de tercih imkânına yer vermemekle temelde bireyi, özgürlüğü ve eşitliği ihlâl ile ihdâs ettiği kendi ilkelerini de çiğnemektedir. Bireyi nihilist (hiççi) psikolojiye esaretle, devleti, sermaye ve emperyal küresel irade lehine domine eden liberal anlayış, iblisin ayak izlerini takip etmektedir.
Müşrik Arapların hallerinden mülhem mâlûm tasvirle, liberalizm, taptığı putunu yeme sarhoşluğunu yaşamaktadır.
Dipnotlar:
1- J.J. Rousseau, ”Demokrasi, ayak takımının despotizmidir.” diyor. Fransız düşünür Montaigne ise”Ufacık bir toprak dâvâsı için halkın içinden on beş kişiyi seçmeyi akıl ediyoruz, sonra en önemli dâvâmızı, tutup bilgisizliğin, adaletsizliğin ve kararsızlığın anası olan halkın oyuna bırakıyoruz. Akıllı bir insanın hayatını düşüncesiz bir sürünün oyuna bırakması akıl kârı mıdır?” diyor. (Montaigne, Denemeler, çev. Sabahattin Eyuboğlu, Cem Yay., İstanbul, 1982, s. 74-75; Kitle psikolojisi için bkz. Le Bon, Gustave, Kitleler Psikolojisi, Timaş Yay., İstanbul, 1997) “Kasırgalarla nasıl tartışmaya girişilemezse, kitlelerin dogmalarıyla da öylece tartışmaya girişilmez. Vaktiyle Hristiyan dogmalarının sahip olduğu güce bugün de ‘genel oy’ dogması sahip bulunmaktadır... İnsanlar topluluk halinde daima birbirine eşitlenirler. Genel sorunlar üzerindeki kırk akademisyenin oyu, kırk bakkalın oyundan daha isabetli değildir.” (Le Bon, Gustave, Kitleler Psikolojisi, s. 133-134; Ahmet Yusuf Özütoprak, Dini Doğru Anlamak, Buruc Yay., İstanbul, 2009, s. 132)
2- En’âm, 5/116.
3- https://kisi.deu.edu.tr/sadik.acar/dosyalar/LAIKLIK%20KONUSUNDA%20KAVRAM%20KARMASASI.pdf(Erişim: 24.02.2021);https://www.tdk.gov.tr/icerik/diger-icerikler/tumsozlukler/(Erişim: 24.02.2021)
4- Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yay., İstanbul, 2005, s. 560-561.
5- “Ulü’l-elbâb” için bk. Kur’ân-ı Kerim; 38/29, 43; 2/269; 3/7; 13/19; 14/52; 38/29; 39/9, 18.
6- https://kisi.deu.edu.tr/sadik.acar/dosyalar/LAIKLIK%20KONUSUNDA%20KAVRAM%20KARMASASI.pdf(Erişim: 24.02.2021)
7- Bk. https://sorularlarisale.com/search/risale/laiklik;https://sorularlarisale.com/kaynaklar/kitaplar/mufassal-tarihce-i-hayat-1-badilli/613(Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Isparta Hayatı, 254; Emirdağ Lâhikası, II/123, 124;Zühret-ün Nur, 201)(Erişim: 24.02.2021)
8- Bakara, 2/256.
9- İleri okumalar için bk. Ramazan Yazçiçek, Dinsel Çoğulculuk,Ekin Yay., İstanbul, 2008.
10- Arnold J. Toynbee, “Yeni Paganizm”, Umran, İstanbul, 2002, Sayı: 94, s. 65-67.
11- Ramazan Yazçiçek, “Modern Mitoslar Ya da Çağdaş Hurafeler”, Nida, Malatya, Ocak-Şubat 2011, Sayı: 145, s. 31-38; Ramazan Yazçiçek, “Medine, Medine Sözleşmesi, Medeniyet Kavramları Dolayımında Mülâhazalar”, Soruşturma, İktibas, Ankara, 2021, Sayı: 505, s. 43-54.
12- Mehmet S. Aydın, “Dünyevîleşme”, İslâmîyat, Ankara, 2001, Cilt: IV, Sayı: 3, s. 13-14.
13- Bk. Ramazan Yazçiçek, “Akıl-Vahiy İlişkisi Üzerine Mülâhazalar (I-II)”, Nida, Bursa, 2020/21, Sayı: 199/200, s. 57-66, 82-93.
14- Kemal Sayar, Hüzün Hastalığı, Kapı Yay., İstanbul, 2019, 3. Basım, s. 85, 86, 96. Bk. Ramazan Yazçiçek, Haset, Ekin Yay., İstanbul, 2020, 3. Baskı, s. 48-53.
15- Kemal Sayar, Age, s. 93, 95.
16- Psikiyatrik rahatsızlıkların ayrıntılı betimlemelerini/teşhis ölçütlerini veren Amerika Psikiyatri Derneğinin yayımladığı kategoriler. Kitap, her üç-beş yılda bir yenilenir ve geliştirilir. Zamanın politik ve ahlakî havasına göre neyin akıl hastalığı kabul edilip neyin edilmediği değişir. En basit, en sıradan insan duygularını bile psikiyatrik bir kategoriye indirgeyen DSM-IV hayatın tıbbileştirilmesine hizmet etmektedir. Artık hüznümüz bile bizim değildir, o bir hastalıktır ve adı belki minör depresyon, belki yineleyici kısa depresyon veya eşik altı depresyondur. (Bk. Kemal Sayar, Hüzün Hastalığı, s. 95). El çabukluğuyla önce tanımlama ardından atıfta bulunma, sonrasında ise ilâç sektörünü işaret eden bir süreç işlemektedir kuşkusuz!
17- Kemal Sayar, Kültür ve Ruh Sağlığı, Metis Yayınları, İstanbul, 2012,s. 11.
18- Kemal Sayar, Hüzün Hastalığı, s. 102.
19- Kemal Sayar, “Aşınan Kimlikler, Dağılan Kişilikler”, Dîvân, İstanbul, 2002/2, Sayı: 13, s. 263.
20- Sayar, Hüzün Hastalığı, s. 96.