İslam peygamberi Hz. Muhammed (s)’i ve bildirdiği Kur’an vahyini, sağlıklı ve doğru biçimde anlamak bütün müminlerin görevidir. Fakat açıktır ki İslam toplumları olarak uzun yıllara dayanan en temel problemlerimizden biri de Peygamberimizin nasıl doğru anlaşılacağı ile ilgilidir.
Âlemlerin rabbi olan Allahu Teala (c) rahmetinin bir vesilesi olarak insanlığa elçiler ve kitaplar göndermiştir. Bu elçi ve kitaplar silsilesinin sonuncusu da insanlığı hidayete, kurtuluşa ulaştırmak için rehber olarak gönderilen Kur’an-ı Kerim ve bu rehberliğin şahidi ve model insan olarak gönderilen Hz. Muhammed’dir
Peki, üzerinde durulması gereken Hz. Peygamber’in “kutlu doğumu” mu, bir bebek olarak dünyaya geldiği tarih mi, yoksa vahye muhatab olarak peygamberlikle görevlendirildiği tarih midir?
İlk olarak Hicri 357-567 (Miladi 910-1121) yılları arasında Mısır’da hüküm süren Fatımiler’de olmak üzere Şii Müslümanlar arasında Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Fatıma’nın doğum yıldönümlerinde yapılan kutlamalarla ortaya çıkan ve Fatımileri takip eden Eyyübiler döeminde Sünni Müslimanlara da sirayet eden Mevlid kutlamaları giderek yaygın ve yerleşik bir hal almıştr.
Osmanlılar’da ise II. Selim döneminde camilerde yakılan kandillerden mülhem “Mevlid Kandili” adıyla anılmaya başlanan Mevlid kutlamaları, II. Selim’in oğlu olan III. Murad döneminde resmileştirilmiştir.
Yüzyıllardır, oluşturulan geleneksel bir form dâhilinde uygulanagelen “Mevlid Kandili”ne ek olarak son yıllarda Türkiye’de “Kutlu Doğum Haftası” adıyla Hz. Peygamber’in doğum yıldönümü kutlamaları gerçekleştirilmektedir.
Kutlu doğum ve bu formda üretilmiş olan diğer özel gün ve geceler, bir merasim dini değil hayat dini olan, hayatın içinden konuşan ve hayatın bütününe hitap eden İslam’a ait olmadığı bilinmesine rağmen pragmatist gerçeklerle savunulmakta ve sürdürülmektedir. İnsanların bu vesilelerle unuttukları bazı değerleri hatırladıkları gibi gerekçelerle Kur’anî ve Nebevî referanstan yoksun olan ve “özel günler”de icra edilen bu gelenekler muhafaza edilmektedir. Âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber’in anılmasına ve anlaşılmasına yönelik programların düzenlenmesi çok güzel ve gereklidir. Lakin bunun “mübarek gün-geceler” ihdas edilerek bir ritüele dönüştürülüp yapılması yanlıştır. Bu, dinin aslında olmayan bir uygulmayı dine eklemek anlamına gelecektir.
Hz. Peygamber’i anmak ve onu övmek isteyen bir Müslümanın bir güne saplanmasına lüzum yoktur. Kıymet günde ve saatte değil, şahsiyettedir ve o şahsın örnek alınmasındadır. O şahsiyete karşı gösterilecek hürmet ve sevgi şu veya bu merasim yapılmakla ifa edilmiş olamaz. Aksine ona en samimi bağlarla bağlanmak ve onun örnekliğini bugüne taşımakla mümkün olabilir.
Bu yüzden “asr-ı saadet” olarak nitelendirilen dönemin Müslümanları “mübarek” olarak anılan günlerden hiçbirinin tarihini tam tespit etmediler. Çünkü o günlerin hatıralarını belli bir zamana bağlamak istemediler. Müslümanların o hatıraları daima yaşamasını ve yaşatmasını sağladılar. Bizlere düşen Hira’da gerçekleşen “kutlu doğum”un izini sürmek, onu gündemleştirmek, insanlığın gündemine bu büyük doğumu taşımaktır.
Rabbimiz, “Seni dalalette bulup, doğru yolu göstermedi mi?” (Duha, 7) ve “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin…” (Şura, 52) beyanlarıyla Peygamberimizin vahiy öncesi hayatının “kutlu” olmadığı gerçeğini bildirmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in ve ilk Kur’an neslinin gündeminde olan doğum, Abdullah oğlu Muhammed’in doğumu değil; Hira’da gerçekleşen vahyin doğuşundan başkası değildir.
Ne yazık ki bugün, biyolojik doğum merkeze alınarak gerçekleştirilen kutlamalarla zaman zaman ölçü kaçırılmakta. Peygamberimizin kutlu mücadelesini doğru anlamak ve onun ahlakını hayatımıza taşımak yerine abartılı sözler, şiirler ve ilahilerden oluşan kuru bir övgü edebiyatı yapılmakta, dahası farkında olmadan Peygamberimize yersiz kutsallıklar atfedilmekte. İslam’ın ve Kur’an’ın özüne uymayan yakıştırmalarda bulunulmakta. Oysa İslam’da kutsiyet yalnız bir varlık üzerine toplanmıştır. O da Yüce Allah’tır. Başka hiçbir varlığa kutsiyet atfetmek doğru değildir. Onun için İslam anlayışında mukaddes hatıra yoktur. Bir güne, bir aya, bir şahsa, bir hatıraya veya başka bir varlığa kutsiyet atfetmek sahih İslam geleneğinde yoktur. Müşriklerin geleneğinde yer alan benzer uygulamalar İslami renklere bezenerek Müslümanların geleneğine aktarılamaz. İslam, puta tabıcılığın amansız düşmanıdır ki, varlıklara kutsiyet atfetmenin sonu putlaştırmaya varabilir.
Hz. Muhammed (s) Allah’ın kulu ve elçisidir. Onu bütün bir insanlık için önemli ve vazgeçilmez kılan Hıra Mağarası’nda iken “Oku, Yaratan rabbinin adıyla oku.” (Alak, 1-2) emri ile başlayan ve hayatının sonuna dek devam eden risalet gerçeğidir. Evrensel anlamda tüm müminlere en güzel bir şekilde örnek olan mücadelesidir. Hz. Muhammed (s) bir resul, bir nebi, bir kul olarak Allah katından inzal olan Kur’an vahyiyle iç içe bir hayat yaşadı. Öyle ki onun ahlakını soranlara Hz. Ayşe’nin ifadesiyle; “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun ahlakı Kur’an’dır.” diye cevap veriyordu.
Hz. Muhammed’in davet, sabır, hicret, cihad gibi kavramların içeriğiyle birlikte hareket hattını ve takip ettiği metodu da kesin çizgilerle belirleyen Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an, 23 yıl süren uzun bir mücadele hayatının iman ve amel, düşünce ve hareket prensiplerini ortaya koyan bir kitaptır. Peygamberimiz de bütün bir insanlık için bu ilahi değerlerin nasıl yaşanılacağını gösteren bir Kur’an şahidi idi.
Kur’an-ı Kerim, furkan ve şifa olması hasebiyle insanlığın en temel problemleri hakkında çözüm önerilerini 1400 yıl önce Peygamberimiz ve ashabına olduğu gibi bugün de onun izinden giden muvahhid Müslümanlara yol göstermeye devam ediyor. Bu rehberden yararlanabilmek için ritüeller haline getirilmiş anma günleri düzenlemekten ziyade, Kur’an’ı ve onun örnekliğini yaşayan Peygamberimizi anlamak gerekir.
Anmak anlamayı, anlamak şahitliği, şahitlik yaşamayı gerektirir.