Hz. Davud kıssası Kur’an ve Tevrat’ta yer almaktadır. Lakin Hz. Davud, Kur’an’a göre hem yönetici hem peygamber; Tevrat’a göre sadece idareci/kral bir şahsiyet olarak tavsif edilmektedir. Kur’an ve Tevrat kıssaları arasındaki bu önemli farklılık aynı zamanda Kur’an ile Tevrat arasındaki, Tevrat’ın muharrefliğine dayanan farklılığı yansıtmaktadır.
Kur’an, Tevrat’ta da yer alan benzeri Davud kıssasını anlatırken, Tevrat’ın aksine olaylara tevhidi açıdan yaklaşır ve Tevrat’taki, tevhide aykırı ve hidayete yönelik mesajları engelleyen tahrifatı tashih eder. İşte Tevrat’ın Davud kıssasındaki en büyük tahrifatlardan biri olan Hz. Davud’un peygamberliği olgusu, Kur’an-ı Kerim’deki Davud kıssası anlatımı ile tashih edilerek kıssa asli kulvarına oturtulmuştur.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Davud’un resullüğünü şöyle beyan eder: “Hem Rabbin göklerde ve yerde kim varsa daha iyi bilir. Andolsun, peygamberlerin bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Davud'a da Zebur'u verdik”1
Bunun yanı sıra resuller silsilesi içerisinde diğer resullerle birlikte Hz. Davud’u da sıralar: “Biz Nuh'a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. Ve (nitekim) İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, esbâta (torunlara), İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.”2
Öncelikle Hz. Davud’un peygamberliğini ve ona verilen kitap Zebur’u izhar eden Kur’an, böylece Tevrat’taki önemli bir tahrifatı tashih ederek, anlatacağı Davud kıssasının bu temele yani onun resullüğüne ve getirdiği vahyi değerlere dayanacağını açıklamış olur.
Bundan sonra Kur’an, Tevrat’ta oluşmuş olan bu önemli farklılığa binaen müteselsilin gelişmiş diğer muharref olgulara da yer verir. Bunlar arasında Hz. Davud’un, Tevrat’ta işlediği rivayet edilen büyük günahlarına dair anlatımların tashihi gelir.
Kur’an-ı Kerim’in, Sa’d Suresi içerisinde anlatılan “Davud ve Davacılar” kıssası, hidayete yönelik öğüt ve ibret vermenin yanında aynı zamanda Tevrat’taki mezkûr olumsuzluğu -Davud’un zina ettiği ve adam öldürttüğü iddiası- tashih etme amacı gütmektedir. Metodik açıdan kıssaya öncelikle bu olguyu gözeterek bakılmalıdır. Aksi halde zina eden ve adam öldürten bir tevhid önderi profili kabulü ortaya çıkar ki, bu olumsuz olgu tevhidi açıdan asla kabul edilemez bir durumdur. “…Müfessirlerin kaydettiği hikâye, değil bir peygamber hakkında, en ahlaksız bir kral hakkında anlatılsa kabul görmez. Böyleyken, bir peygambere nasıl yakıştırılabilir.”3
Kur’an, Hz. Davud’un idareciliği üzerine şunları beyan eder: “…Allah ona (Davud'a) hükümdarlık ve hikmet verdi, dilediği ilimlerden ona öğretti…”4“Onun mülkünü/hükümranlığını kuvvetlendirmiş; ona hikmet ve güzel konuşma vermiştik.”5
Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e göre; “Hz. Davud hem bir yönetici/kral hem bir peygamberdir. Bu iki önemli unsuru onda buluşturan Allah, krallığı ve hâkimiyetini sürdürmesi için ona adalet ve zırhı vermiş bu sayede İsrailoğullarını; Ahit Sandığındaki Hz. Musa’nın emaneti Tevrat ve kendine özel Zebur kitabı örnekliğinde adaletle; putperestleri ise zırhın verdiği askeri güçle yenerek yönetmesini sağlamıştır.”6
Hz. Davud’u sadece yönetici/kral7 olarak yansıtan, peygamberliğini ise hazfeden Tevrat ise onun idareciliği hususunda biyografik ve kronolojik geniş açıklamalarda bulunmaktadır. Bu hususta Tevrat’ta şu açıklamalar yer almaktadır: “İsrail'in bütün oymakları Hevron’da (el-Halil) bulunan Davud'a gelip şöyle dediler: ‘Biz senin etin, kemiğiniz. Geçmişte Saul (Talut) kralımızken, savaşta İsrail'e komuta eden sendin. Rab sana, 'Halkım İsrail'i sen güdecek, onlara sen önder olacaksın' diye söz verdi.’ İsrail'in bütün ileri gelenleri Hevron'a, Kral Davud'un yanına gelince, Kral Rab'bin önünde orada onlarla bir antlaşma yaptı. Onlar da Davud'u İsrail Kralı olarak meshettiler. Davud otuz yaşında kral oldu ve kırk yıl krallık yaptı. Hevron'da yedi yıl altı ay Yahuda'ya; Yeruşalim'de otuz üç yıl bütün İsrail'e ve Yahuda'ya krallık yaptı.”8
Buna göre Hz. Davud; İsrailoğullarının bir önceki kralı Talut’an sonra tüm İsrailoğulları boylarının desteği ile kral olmuş; önce Hz. İbrahim’in yaşadığı Hevron/Hebron/el-Halil’de daha sonra kendi kurduğu Yaruşalim/Yaruşhalayım/Kudüs’te, kırk yıl süren hükümranlık dönemi sürdürmüştür.
Tevrat’ta, Hz. Davud’un krallığı, nitelik ve nicelik olarak genişçe anlatılırken, asıl önemli olan yanı –resullüğü- ortada gözükmemektedir! Buna mukabil Davud kıssasında anlatılan Natan isminde bir peygamber vardır ve kendisi ile Tanrı Yehova arasında iletişimi sağlamaktadır. Tevrat’ta bu olgu şöyle anlatılır: “O sırada kral, Peygamber Natan'a, "Bak, ben sedir ağacından yapılmış bir sarayda oturuyorum. Oysa Tanrı'nın Sandığı (Ahit Sandığı) bir çadırda duruyor!’ dedi. (Peygamber) Natan, ‘Git, tasarladığın her şeyi yap, çünkü Rab seninledir’ diye karşılık verdi. O gece Rab Natan'a şöyle seslendi: Git, kulum Davut'a şöyle de: Rab diyor ki, oturmam için bana sen mi tapınak yapacaksın?”9
Tevrat’tan alıntıladığımız bu ifadeler, Kur’an’ın, Peygamber Davud (a) beyanının tam aksi bir durumdur. Hz. Davud hakkında Kur’an’a muhalif bu durum yanında Hz. Davud’a, Tevrat’ta isnat edilen zina ve adam öldürtme gibi suçlar vardır. Dolayısıyla hem peygamberliğinin ortada gözükmemesi hem de ona isnat edilen suçlar Kur’an’ın peygamberlik müessesesiyle tam tezat anlatımlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hz. Davud’un Adaleti
Kur’an ile Tevrat arasındaki Hz. Davud ile ilgili kıssaların ortak ve önemli özelliği; Hz. Davud’un bir idareci olarak hüküm vermesi yani adalet dağıtımı anlatımlarıdır. Kur’an, bu hususu şöyle arz eder: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”10
Tevrat ise bu olguya şöyle değinir: “Bütün İsrail'de krallık yapan Davud halkına doğruluk ve adalet sağladı.”11
Kur’an ile Tevrat arasındaki bu ortak adalet temasına rağmen Kur’an’da serdedilmeyen ancak Tevrat’ta isnat edilen, Hz. Davud’un işlediği suça dair, kendine kestiği hükmün infazı yerine gelmemekte dolayısıyla adalet ikame edilmiş olmamaktadır.
Tevrat’a göre Hz. Davud’un suçları şudur: “Öyleyse neden RAB'bin gözünde kötü olanı yaparak, onun sözünü küçümsedin? Hititli Uriya'yı kılıçla öldürdün, Ammonlular'ın kılıcıyla canına kıydın. Karısını da kendine eş olarak aldın.”12 Hz. Davud’un kendisine Peygamber Natan tarafından sorulan mecazi soruya istinaden kendi hakkında verdiği hüküm şöyledir: “Zengin adama çok öfkelenen Davut, Natan'a, ‘Yaşayan Rab'bin adıyla derim ki, bunu yapan ölümü hak etmiştir!’ dedi, Bunu yaptığı ve acımadığı için kuzuya karşılık dört katını ödemeli.”13 Bu hükme mukabil yerine getirilmeyen adalet hakkında Tevrat’ta şunlar anlatılmaktadır. “Davut, ‘Rab'be karşı günah işledim’ dedi. Natan, ‘Rab günahını bağışladı, ölmeyeceksin’ diye karşılık verdi. ‘Ama sen bunu yapmakla, Rab'bin düşmanlarının O'nu küçümsemesine neden oldun. Bu yüzden doğan çocuğun kesinlikle ölecek.’”14 Anlaşılacağı üzere Hz. Davud “…Bunu yaptığı ve acımadığı için kuzuya karşılık dört katını ödemeli...” hükmüne göre sadece bir oğlu Tanrı Yehova tarafından öldürülerek bir katı ile cezalandırılmaktadır. Yani dört hükmüne rağmen bir kat ceza, o da onun çocuğuna uygulanmaktadır. “…bunu yapan ölümü hak etmiştir…” kısas hükmüne rağmen kendisine kısas yapılmayarak affedilmektedir. "Rab günahını bağışladı, ölmeyeceksin…" Tevrat’taki “Bütün İsrail'de krallık yapan Davut halkına doğruluk ve adalet sağladı.” ifadesi yanlış olmaktadır. Çünkü Davut hem adam öldürmekte hem adaletin hükmü kısası uygulamamaktadır. O zaman sormalı nerede kaldı Uriya’ya adalet? Uriya’nın hem karısı hem canı gitti. Kendisinden sonra sağlanmayan adalet de cabası! Bütün bunlara göre Kur’an perspektifinden baktığımızda; Tevrat’ın “Davut halkına doğruluk ve adalet sağladı…” ifadesine mi yoksa Tevrat’ta anlatılan Davud merkezli muharref hikâyeye mi inanmamız gerekmektedir?
Tevrat’taki bu büyük çelişkiye mukabil Kur’an-ı Kerim’de, Hz. Davud’a, Tevrat’ta isnat edilen suçlar ve uygulanmayan hükümler (Davud’a mahsus istisna) anlatımı yoktur. Aksine “Davacılar” kıssasında, Hz. Davud’un verdiği adalet hükmünün genel ve temel bir prensip olarak kıyamete kadarki tüm toplumlara yansıması vardır: “Davud: Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler.”15
Şimdi Kur’an-ı Kerim’in, Sa’d Suresi içerisinde anlatılan “Davud ve Davacılar” kıssasındaki adalet dağıtımının ilk aşaması olan hüküm verme olgusuna dair önemli anlatımı analiz ederek Hz. Davud’un adalet anlayışını, daha doğru ifade ile Allah’ın emrettiği külli adalet sistemini anlamaya çalışalım.
Kur’an-ı Kerim’deki “Davacılar Kıssası”
Kıssa, Kur’an’da şöyle beyan edilir: “Sana davacıların haberi ulaştı mı? Mabedin duvarına tırmanmışlardı. Davud'un yanına girmişlerdi de Davud onlardan korkmuştu. ‘Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız, aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster’ dediler. Bu, kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benimse bir tek koyunum var. Böyle iken ‘Onu da bana ver’ dedi ve tartışmada beni yendi. Davud: ‘Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortakçıların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. Yalnız iman edip de iyi işler yapanlar müstesna. Bunlar da ne kadar az!’ dedi. Davud, kendisini denediğimizi sandı ve Rabbinden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapandı, tevbe edip Allah'a yöneldi. Sonra bu tutumundan dolayı onu bağışladık. Kuşkusuz yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unutmalarına karşılık çetin bir azap vardır.”16
Sa’d Suresi’nde yer alan bu kıssa; Hz. Davud’un, adalet dağıtmadaki ölçütleri ve titizliğini beyan etmesi dolayısıyla bu yanının öğüt ve ibret alınmasını hedeflemişken; İslam tefsir ve siyer kaynaklarına baktığımızda kıssanın, Hz. Davud’un mihrabı/evi/sarayı, davacıların -melek ve sayıları- vasıflarına dair esrarengiz bir hava içerisindeki ilginç anlatımlarını müşahede etmekteyiz.
Yıllar önce yazdığımız bir makaleden alıntı yaparak tefsir ve siyer yazarlarımızın bu polemikçi yaklaşımın doğru olmadığını yineleyelim. “Öyleyse; tufan, gemi, balık, taht, cin, köşk, yaktin, dabbe vs. gibi tali meselelerle uğraşıp, kıssalardaki ana mesajları gözden kaçırmayalım. Kıssalardaki kapalı meseleleri ancak Kur'an'ın bildirdiği gayb bilgisinin sınırları içinde mütalaa etmeli, bu meselelerin ‘kıssacılık’ veya ‘İsrailiyat’an kaynaklanan mevzu haberlerle yorumlanması cihetine gitmemeliyiz. Özellikle kıssaları tarihî ayrıntılara hapsederek vakit geçirmeyelim. Zira biliyoruz ki, bu tür bir çaba bize haktan hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, yaptığımız iş gaybı taşlamaktan öteye bir şey olmayacaktır. Birer tebliğci olan bizler bu gerçeklerin ışığında tekrar kıssaları okuyalım. Okuduklarımızı Kur'an bütünlüğü içerisinde ele alarak değerlendirelim.”17 Şimdi analitik olarak kıssadaki verileri tek tek inceleyelim.
Hz. Davud’un Sarayı
“Davud ve Davacılar” kıssasına, müfessirler tarafından esrarengiz bir hava verilmesine neden olan olgu, davacıların, Hz. Davud’un yanına yani ikametine giriş şekillerindendir. Kur’an kıssasındaki anlatımda kronolojik olarak önce mihraba tırmanma ardından Davud’un yanına girme fiili anlatılmaktadır: “Mihrabın duvarına tırmanıp Davud’un yanına girmişlerdi…”18 Binaenaleyh kıssanın başlangıç kısmındaki bu anlatımı iyi analiz etmek gerekmektedir.
Ayetteki mihraba tırmanma ve içeri/yanına girme fiiliyatının tam ve doğru olarak anlaşılmasında Kur’an-ı Kerim’in nüzul dönemi Arap toplumu alt yapısı bilgileri gerekmektedir. Neden? Çünkü Kur’an, Araplarca bilinmeyen bir olayı değil bilinen bir olguyu onlara kıssa etmektedir. Ancak bu anlatımın önemli bir özelliği bulunmaktadır. Kur’an bilinen kıssayı mücmel/öz olarak nakletmektedir. Bu yüzden alt yapıyı bilmeden Kur’an’ın anlattığı bu mücmel ifadeleri tam olarak idrak etmek mümkün olmamaktadır. Şayet, Davud kıssasının Arap arka planındaki tarihsel verilerini bilmiyorsanız o halde Kur’an’ın Davud kıssasında anlattığı mihrap, mihraba tırmanma olayının keyfiyetini tam olarak nasıl anlayacaksınız?
İslam kaynaklarındaki tefsirlerde, Davud kıssasına ait tarihsel alt yapı/arka plan doğru dürüst aktarılamamıştır. Buna mukabil müfessirlerin fazladan yaptıkları lüzumsuz ve indî yorumlarla da kıssanın anlaşılmasında karmakarışık ve esrarengiz bir yapı oluşmuştur.
Öncelikle “Davud ve Davacılar” kıssasının tefsiri hususunda isabetli yorumları olduğuna kanaat ettiğimiz müfessirlerden Râzi’nin bu konudaki bir yorumunu alarak, bunu Arap arka planındaki Tevrat unsurları ile temellendirelim.
Şöyle diyor İmam Râzi: “Ayetteki mihrâb kelimesiyle de, Dâvûd (a)'un içine girip, Rabbine taatle meşgul olduğu ev kastedilmiştir. Bir şeyin, parçalarının en kıymetlisi ile isimlendirilmesi gibi, o evde mihrâb bulunduğu için, o eve mihrâb denilmiştir.”19
İsabetli bir yorum olarak gördüğümüz Râzi’nin bu tefsiri bile yetersizdir. Neden? Davud’un evi nasıl bir evdir, nerededir? Bu soruların cevabı yoktur. Neden? Çünkü Kur’an’daki Davud kıssasının tarihsel alt yapısı bütünüyle ya da diğer bir deyimle detaylarıyla verilmemektedir. Bunun ana sebebi kıssanın alt yapısı Tevrat’tadır.
Müfessirler kıssa ile ilgili mufassallaştırmalar yaparken Tevrat verilerinden yararlanmayı ya hiç düşünmemişler ya da toplumun vereceği tepkilerden çekinerek bunları Tevrat’ın değil de sanki kendi özel bilgileriymiş gibi Tevrat’taki asıllarıyla kendi indî görüşlerini mezcedip aktarmışlardır. Hal böyle olunca kıssanın “basit” ayrıntıları, efsanevî veya esrarengiz bir havaya büründürülmüş olmaktadır.
Hz. Davud’un yaşadığı coğrafya, ikamet ettiği yer hakkında yeterli mufassallaştırma sağlamayan müfessirler tanımı yapılmayan bir evin duvarı-suru vs. gibi teferruatı ile halkı meşgul etmişlerdir. Oysa önce Davud’un evi, layıkıyla mufassallaştırılmış olsa idi; Kur’an’daki “Davud ve Davacılar” kıssasında anlatılan tırmanma ve gizlice içeriye girme fiilleri ne idüğü belirsiz efsanevî anlatımlardan kurtarılmış olacaktı.
Peki, Tevrat nakline göre, bir kral olarak İsrailoğullarını yöneten Hz. Davud’un ikamet ettiği yer ve yapı hakkında Arap toplumu arka planında ne vardı ki, Cenabı Hakk, Kur’an-ı Kerim’deki “Davud ve Davacılar” kıssasına, Davud’un evi ile ilgili detayları vermeye gerek duymadan “Mihraba tırmanıp…” diye başlangıç yapmıştır.
Bizce bu sorunun cevabı ya da ayrıntıları Tevrat’taki, Davud’un ikamet ettiği yer ve yapı ile ilgili anlatımlarda bulunmaktadır. Hemen aktaralım: Tevrat’ın II. Samuel kitabında şunlar geçmektedir: “Ne var ki, Davud Siyon Kalesi'ni ele geçirdi. Daha sonra bu kaleye ‘Davud Kenti’ adı verildi… Bundan sonra Davud ‘Davud Kenti’ adını verdiği kalede oturmaya başladı… Sur Kralı Hiram Davud'a ulaklar, sedir kütükleri, marangozlar ve taşçılar gönderdi. Bu adamlar Davud için bir saray yaptılar.”20
Tevrat’ın II. Samuel kitabındaki bu verilere göre; Arz-ı Mev’ud toprakları içerisindeki Yaruşhalayim/Kudüs’ü21 ele geçiren Hz. Davud, buranın en hâkim tepesinde bir saray yaptırır. Bunun için araları iyi olan Lübnan’ın Sur bölgesi kralı Hiram’dan22 yardım alır. Tevrat Hz. Davud’un sarayı hakkında Davud’un kendi ağzından şu tavsifleri yapar: “Kral sarayına yerleşmişti. Rab de onu çevresindeki bütün düşmanlarından koruyarak rahata kavuşturdu. O sırada Kral, Peygamber Natan'a, ‘Bak, ben sedir ağacından yapılmış bir Sarayda oturuyorum. Oysa Tanrı'nın Sandığı bir çadırda duruyor!’ dedi.”23
Anlaşılacağı üzere Kudüs’ü putperestlerin elinden kurtararak oraya hâkim olan Hz. Davud, servi/selvi ağaçlarından bir saray yaptırarak ikamet etmeye ve İsrailoğullarını buradan yönetmeye başlar. Ancak kral ve aynı zamanda peygamber olan Hz. Davud; Hz. Musa’nın sünneti gereği İsrailoğullarının davalarına, içinde kutsal “Ahit Sandığı”nın24 da bulunduğu Ohel Moed/Buluşma Çadırı25 önünde hüküm vermekteydi.
Hz. Musa’dan beri gelen bu adalet dağıtma kuralı Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır: “Yusuf oğlu Manaşşe'nin boylarından Manaşşe oğlu Makir oğlu Gilat oğlu Hefer oğlu Selofhat'ın Mahla, Noa, Hogla, Milka, Tirsa adındaki kızları, Buluşma Çadırı'nın girişinde Musa'nın, Kâhin Elazar'ın, önderlerin ve bütün topluluğun önüne gelip şöyle dediler: ‘Babamız çölde öldü. Rab'be başkaldıran Korah'ın yandaşları arasında değildi. İşlemiş olduğu günahtan ötürü öldü. Oğulları olmadı. Erkek çocuğu olmadı diye babamızın adı kendi boyu arasından neden yok olsun? Babamızın kardeşleri arasında bize de mülk verin.’ Musa onların davasını Rab'be götürdü. Rab Musa'ya şöyle dedi…”26
Bütün bu Tevrat anlatımları veçhesinde İsrailoğullarıyla ilgili davalara kutsal “Buluşma Çadırı”nın bulunduğu yerde bakan Hz. Davud’a; Sa’d Suresi’nde anlatılan davacılar, davalarına bakması için istisnai bir durum olarak gizlice girdikleri Hz. Davud’un yönetim yeri olan sarayda müracaat etmektedirler.
Bu tarihsel arka plan ile birlikte Hz. Davud’un, Kur’an’da anlatılan davacılar kıssasını algıladığımızda; İmam Râzi’nin yorumunun ne kadar makul olduğu anlaşılacaktır. Râzi, ayette geçen “mihrâb” kelimesi için; “Bir şeyin, parçalarının en kıymetlisi ile isimlendirilmesi gibi, o evde mihrâb bulunduğu için, o eve mihrâb denilmiştir.” diyerek Tevrat’ta anlatılan tarihsel arka plan ile uyuşan bu yorumu yapmakla tam bir isabet kaydetmiştir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’de anlatılan davacıların, Hz. Davud’un yönetim yeri olan saraya, alışık veya rutin olmayan bir biçimde girerek ona davalarını sundukları kabulü; İslam kaynaklarındaki esrarengiz hava içeren polemik dolu lüzumsuz anlatımlara dur diyecektir. Böylece kıssanın asıl vermek istediği adalet temelli mesajlara odaklanılabilecektir.
Metodik açıdan “Sizin yanınızda bulunan Tevrat’ı tasdik etmek üzere indirdiğim Kur'an'a iman edin.” diyerek, Tevrat’ı tasdik eden dolayısıyla ondaki kıssaları da tasdik etmiş olan Kur’an’ın; Tevrat’ın ve onun anlattığı kıssalarının “Onların bir kısmı var ki, Allah'ın kelamını dinleyip anladıktan sonra onu bile bile tahrif ediyor.”27“Ey Ehl-i Kitab! Resulümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi.”28 diyerek düzelttiği de kabul edildiğinde geriye kalan kıssa unsurlarındaki verileri rahatlıkla Kur’an kıssalarının mufassallaştırmasında kullanabiliriz demektir.
Davud (a) kıssasında da mihrap ve onun ülke/halk/İsrailoğulları yönetimi ile ilgili keyfiyete dair hususlarını bu şekilde algılamak ya da mufassallaştırmak gerekmektedir. Dolayısıyla Kur’an, Hz. Davud’un yönetici olduğunu mücmel olarak beyan ederken, bu olgunun nerede, nasıl, ne kadar gibi nitelik ve niceliklerini Tevrat’ın anlatımlarına ya da diğer bir ifadeyle Arap arka planındaki Tevrat ve buna dayanan tarihsel bilgilere bırakmaktadır.
Bütün bunları göz ardı ederek, mücmel olan Kur’an kıssası anlatımlarını mufassallaştırmak demek; kadim kaynaklarda olduğu gibi müfessirlerin doğru bir metot olmayan indî ve karmakarışık yorumlarını kale almak demek olacaktır. Bunun olumsuzluğuna dair, Kur’an kıssalarının anlaşılmasında meydana gelen problemlerin günümüze kadar süren uzun süreçte giderilememesini bundan dolayı kıssalar üzerinde oluşan vakiîlik tartışmalarını gösterebiliriz.
Hz. Davud ve “Davacılar”ın Karşılaşması ve Yorumları
Dolayısıyla sarayın duvarlarını aşıp Hz. Davud’un içinde yaşadığı veya ibadet ettiği bölüme ulaşan davacıları ansızın karşısında gören Davud (a) şaşırmıştır. Ayet bu durumu şöyle aktarmaktadır: “…Ürkmüş/korkmuştu. Dediler, korkma!…”29
Hz. Davud neden korkmuştu? Çünkü bu durum olağan şartlara benzememekteydi. “Korkmuştu, çünkü o iki kişi normal yoldan değil, duvardan atlayarak odasına girmişlerdi.”30
Aniden karşısında iki kişi gören Hz. Davud bu durumu Hz. İbrahim’in, Hz. İshak’ın doğumu müjdesi esnasındaki melekler ile karşılaşmalarındaki konumuyla aynileştirmiştir kanaatindeyiz. Kur’an, Hz. İbrahim’in ve Hz. Lut’un karşılaştığı benzer bir durumu anlatır.31
Şayet Hz. Davud, davacılar ile aniden karşılaşmasındaki korkma fiiliyatını, bizim yorumladığımız şekilde düşünerek gerçekleştirmemiş olsa bile müfessirler, bu fiilin nedenini benzeri şekilde yorumlayarak; Hz. Davud’a gelen davacıların mahiyetini melekler olarak sorgulamışlardır. Kurtubi, bu olguyu şöyle aktarmaktadır: “Bu gelen iki kişinin, iki insan olduğu da söylenmiştir. Bunu en-Nekkaş demiştir. İki melek oldukları da söylenmiştir. Bu görüşü de bir topluluk benimsemiştir. Kimileri de bunları, kimliklerini tayin ederek gelen bu iki şahıs Cebrail ve Mikail idi, demişlerdir. Bunların insan suretinde ibadet ettiği günde Allah'ın ona gönderdiği iki melek olduğu da söylenmiştir. Bekçiler onları içeri girmekten alıkoymak isteyince, bunlar da ibadet ettiği yerin duvarını aşarak yanına gitmişlerdi. O namazda iken onların geldiklerini fark etmemiş, ansızın önünde oturmakta olduklarını görüvermişti. İşte Yüce Allah'ın ‘Sana şu hasımların haberi geldi mi? Hani onlar duvarı tırmanarak namaz kıldığı yere inmişlerdi.’ buyruğu bunu anlatmaktadır. Yani namaz kıldığı yerin üzerinden çıkarak yanına gelmişlerdi. Bu açıklamayı Süfyan es-Sevrî ve başkası yapmıştır.”32
Binaenaleyh ister Râzi’nin düşündüğü gibi; “Cenabı Hak, ‘O, bunlardan telâşa düşmüştü.’ buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Dâvûd (a) kendi, yanına onların mutâd olan yoldan gelmediklerini görünce, bir kötülük yapmak için girdiklerini anladı da, işte bundan dolayı telaşa düştü.”33 şeklindeki Hz. Davud’un normal bir refleks olarak aniden karşısında gördüğü davacılardan korktuğunu kabul edelim, isterse bu durumu Hz. İbrahim ve Lut kıssalarındaki benzer bir konumla irtibatlandırarak, gelenlerin “melekler” dolayısıyla Cenabı Hak tarafından önemli bir durumun bildirileceği endişesi ile korktuğunu kabul edelim netice değişmeyecektir. Davud (a) bir kral ve peygamber olmasına rağmen çeşitli mülahazalara dayanan beşeri bir insiyakla korkmuştur.
Şimdi kıssanın üzerinde duracağımız bir sonraki safhası, kıssanın Hz. Davud’un korkması ile ilgili bölümünü izah etmesi açısından önemlidir. İbrahim ve Lut kıssasındaki melekler ile resullerin karşılaşmalarında melekler, kendilerinin Allah’ın elçileri olduğunu beyan etmektedirler. “Korkma, çünkü biz Lut kavmine gönderildik.”34“Dediler ki: Ey Lut! Biz Rabbinin elçileriyiz…”35 Hâlbuki Hz. Davud’un karşılaştığı davacılar, kendilerini bu vasıfla -melek/Allah’ın elçisi- tanıtmamaktadırlar. Kur’an davacıların bu durumunu şöyle aktarmaktadır: “Korkma! Biz birbirine hasım iki davacıyız.”36 Davacılar, Hz. Davud’un korktuğunu görünce onu sakinleştirmek ve aniden karşılarına çıkma amacını açıklamak için böyle bir tanıtım yapmaktadırlar.
Yani Hz. Davud’un mihrabında onun yanına gelenler hem Allah’ın elçisi yani melek değiller hem bunun aksi olarak insandırlar. Bunu nereden anlıyoruz? “…Bu benim kardeşim…”37 demelerinden. Dolayısıyla Hz. Davud’un yanına girenler hem kardeştirler ve hem de birbirlerine hasımdırlar. “Biz birbirine hasım iki davacıyız…”38 Ayette Hz. Davud’un yanına girenlerin ağzından verilen bu açıklamalar gayet insani(!) iken müfessirlerin; davacıların bu beyanlarının aksine -melekler gibi- polemik konuları ürettiklerini gözlemlemekteyiz.
Müfessirlerin bazıları davacıların ayette belirttikleri; “muhakkak bu benim kardeşim”39 ifadesini, onların kan/nesep değil din kardeşi40 oldukları şeklinde izah etmelerine rağmen ayetin bütünü ele alındığında, kendisini sözle ikna eden ve koyununu alan kişinin çok yakını olduğunu ifade etmek dolayısıyla bu durumu ayrıca vurgulamak için bunun özellikle beyan edildiği anlaşılmaktadır.41 Aksi halde aynı kavimden iki kişinin birbirlerini bu şekilde -din kardeşi- tavsif etmeleri gereksizdir. Yani davacı, dava konusunu detayları ile yargıca aktarmaktadır. Onun bu tanımlamaları tamamen uğradığı haksızlığı ifade için olsa gerektir.
Bu açık tanıtım ve insan olmalarının getirdiği -nesebi kardeş ve insani bir tavır hasımlık- bir olguya rağmen müfessirler, davacıların, melek olma vasfı üzerinde ısrarla durmaktadırlar. “Bu iki şahsın melek olduğunu söyleyenlerin delilleri de şunlardır: 1) Müfessirlerin ekserisinin bunda ittifak etmiş olmaları. 2) Hz. Davud'un makamının, ibadet ederken halkının fertlerinden herhangi bir kimsenin yanına tırmanmasına imkân vermeyecek biçimde olması... Binaenaleyh, bu işin melekler tarafından yapılmış olması gerekir. 3) "Onlar, ‘Korkma...’ dediler." cümlesi, bu iki şahsın melek olduklarına adeta delâlet eder gibidir. Çünkü halkından herhangi bir kimse, bu makamdaki şahsa, kolay kolay böyle bir söz söyleyemez... 4) Bu iki şahsın, "aşırı gitme" şeklindeki sözleri de bunların melek olduklarına delâlet eder gibidir. Çünkü Hz. Davud'un yönettiği kimselerden herhangi biri, ona, "zulmetme, haktan ayrılma" demek cesaretini gösteremez.”42
Diyelim ki, Hz. Davud, yanına aniden gelen davacıların; nereden-nasıl içeri girdiğini bilemediği için onları melekler sandı. Peki, müfessirlerimizin; Cenabı Allah’ın bildirdiği “Mihrabın duvarına tırmanarak içeri girmişlerdi.” ifadesindeki insani bir fiiliyatı kapsayan anlatımına rağmen; “Bunların insan suretinde ibadet ettiği günde Allah'ın ona gönderdiği iki melek olduğu da söylenmiştir. Bekçiler onları içeri girmekten alıkoymak isteyince, bunlar da ibadet ettiği yerin duvarını aşarak yanına gitmişlerdi.” ifadeleriyle Davud’un yanına girenleri ısrarla duvara tırmanan melekler olarak kabullenmelerini nasıl yorumlamak lazımdır?
Tevrat verilerini kale almayanlar açısından gaybi bir konu olan; bekçileri, duvarları mevcut Davud’un mihrabını/evini kim görmüş/temaşa etmiştir ki, buna dayalı “Bekçiler içeri almadı dolayısıyla duvardan aştılar!” yorumu yapılmaktadır. Bu durum tamamen kıssaların anlaşılmasındaki metotsuzluğun/yanlış metodun getirdiği olumsuzluğun yansımasıdır.
Yine buna mümasil tarif edilen; “Hz. Davud'un makamının, ibadet ederken halkının fertlerinden herhangi bir kimsenin yanına tırmanmasına imkân vermeyecek biçimde olması... Binaenaleyh, bu işin melekler tarafından yapılmış olması gerekir.” tespiti hangi gaybi malumata istinaden yapılmıştır sormak lazımdır.
Görüldüğü gibi Kur’an kıssalarının mufassallaştırılmasında sahih bir metot ittihaz edemeyen müfessirlerimiz, indî mülahazalarla kıssadaki boşlukları(!) doldurmaktadırlar.
Râzi, Hz. Davud’un yanına gelenlerin melek oldukları iddiasının çürüklüğü ile ilgili olarak şunları nakleder: “O iki davalı, meleklerden olup, aralarında herhangi bir husumet bulunmayıp, biri de diğerine tecavüz etmemiş olduğuna göre, o iki şahsın, ‘Biz, birbirimize zulmetmiş iki davalıyız’ şeklindeki sözleri yalan olmuş olur.”43 Râzi’nin bu cevabı; Hz. Davud’un yanına girenlerin melekler olmadığını izah eden şaheser bir yorum değil mi?
Hadi davacıların, melekler olduğunu kabul edelim, o takdirde Cenabı Hak; Hz. Davud’un, görmediği için asla bilemeyeceği, kıssayı duyan Kur’an muhatapları açısından da -davacılar melek olduğu ve onlar için engel söz konusu olamayacağı için- anlatılması hiç gerekmeyecek bir fiiliyatı, “duvara tırmanma” fiili olarak niçin anlatmış olmaktadır? Tabii ki Hz. Davud’u ziyarete gelenlerin “insan” olduğu ve onların ansızın karşısına çıkıp Davud’un korkmasının sebebi ve böyle ani bir olayı, Allah’ın kendisini sınadığı inancı olarak tövbeye neden olduğunu anlatmak için.
Dolayısıyla Hz. Davud’a gelen davacılar, melek değil birer insandırlar ki, bu yüzden “tırmanma” gibi insani bir fiil ile olay anlatılmaktadır. Üstelik bu karşılaşmanın önemli bir mekânı vardır ki, bunu belirtecek “mihrap” ifadesi kullanılmaktadır. Bu yüzden kıssanın bu aşamasını, tarihsel veriler içerisinde doğru anlamak gerekmektedir ki, bundan sonraki bölümlerini tam manasıyla yorumlayabilelim.
Müfessirler tefsirlerinde; “Davud ve Davacılar” kıssasındaki mihrabın niteliği, davacıların mahiyeti derken yaptıkları acayip yorumlarla, kıssanın ana mihverini kaydırarak mesajını perdelemektedirler.
Bunlara davacıların sayısı üzerinde yapılan lüzumsuz polemikleri de eklemek gerekir. Davacıların meleklik vasfını tartışan müfessirlerimiz, bu sefer de gelenlerin kemiyetini tartışmaya başlamaktadırlar. “Tırmanarak fiili çoğul gelmekle birlikte, tesniye hakkında kullanılması ise ‘hasm’ lafzının anlamına binaendir. Çünkü bu lafız çoğul manası ile varid olmuştur, ‘kafile ve arkadaşlar’ lafızları gibi. İki kişi için kullanılması kastedilecek olursa, ‘iki hasım’ çoğul için kullanılacak olursa ‘hasımlar’ takdirinde kabul edilir.”44
Aslında müfessirlerimizin üzerinde çokça durması gereken kıssanın ana teması olan ve yönetici olsun olmasın tüm insanlığa prensip olacak şu ayet-i kerimedir. “Aramızda adaletle hükmet, haksızlık etme; bize doğru yolu göster.”45 Hz. Davud’un egemenliğindeki bir sistemde ona tabi olanlar yine ona, ana ilkeleri hatırlatabilmektedirler. Tıpkı halife olduktan sonra, "Ey insanlar! Ben haktan, adaletten ayrılırsam ne yaparsınız?" diye soran, mü’minlerin emiri Hz. Ömer’e sahabenin bir kısmı tarafından yapılan şu sert uyarı gibi: “Seni şu kılıçlarımızla doğrulturuz ya Ömer!” Buna karşılık Hz. Ömer, "Allah’a hamdolsun! eğrilir/saparsam beni kılıçları ile doğrultacak arkadaşlarım varmış" diyerek şükreder ve sevinir.
Şimdi Hz. Ömer’e vahyi ilkelerden taviz vermemesi için bu sert uyarıyı yapan sahabe için; bu sert ifadeleri kullanabilmek insanlar için söz konusu olamaz dolayısıyla Hz. Ömer’i uyaranlar meleklerdir mi diyeceğiz?
İslam budur işte! Hz. 5 Davud zamanında da Ömer zamanında da… Kıssanın bu bölümünden çıkarılması gerekenler bu genel ilke ve mesajlar olması gerekirken olmadık tali konularla ilgili polemiklerle uğraşmak bu ana ilke ve mesajları örtmek demektir.
Ayette ayrıntılarıyla irdelenecek anahtar kelime ya da kavramlar; adalet, hüküm, haksızlık, doğru yol gibi kavramlardır. Bütün bunlar hem Hz. Davud’un adil yönetici konumunu hem de bu durumda olan/olacak tüm insanların davranışlarını kâmil manada anlamamızı mümkün kılacaktır.
-Devam edecek-
Dipnotlar:
1-Kur’an; İsra, 17/55.
2-Kur’an; Nisa, 4/163.
3-Fahruddin er-Râzi, Peygamberlerin Masumiyeti, s. 118; “….Tümden uydurma, halk dedikodusu, hatta alçakça bir iftiradır.” İhsan Eliaçık, Yaşayan Kur’an Türkçe Meal-Tefsir, c. II, s. 455.
4-Kur’an; Bakara, 2/251.
5-Kur’an; Sad, 38/20.
6-Cengiz Duman, “Adalet Örneği Hz. Davud”, Haksöz Dergisi, Sayı: 224, s. 49, 2009.
7-Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. VII, s. 465, İstanbul, 1990.
8-Tevrat; II. Samuel, 5/1–5.
9-Tevrat; II. Samuel, 7/2–5.
10-Kur’an; Sa’d, 38/26.
11-Tevrat; II. Samuel, 8/15.
12-Tevrat; II. Samuel, 8/9.
13-Tevrat; II. Samuel, 2/5 -6.
14-Tevrat; II. Samuel, 2/13-14.
15-Kur’an; Sa’d, 38/24.
16-Kur’an; Sa’d, 38/21–26.
17-Cengiz Duman, “Tebliğ Sürecinde Kur'an Kıssaları”, Haksöz Dergisi, Sayı: 30, Eylül 1993
18-Kur’an; Sa’d, 38/21–22.
19-Fahruddin er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, c. XIX, s. 61.
20-Tevrat; II. Samuel, 5/7–11. Tevrat’taki bu anlatımlarda Siyon kenti ve Davud’un kalesi olarak geçen coğrafi mevki bugünkü Kudüs şehrinin olduğu yerdir. Tevrat’ta bu yer aynı zamanda Yaruşhalayim/Yaruşalim olarak da geçmektedir. Bkz: Muammer Gül, “Kudüs ve Tarih İçinde Aldığı İsimler”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, C. 11, Sayı: 2, s. 306.
21-Muammer Gül, A.g.m., s. 306.
22-Tevrat; I. Tarihler, 14/1; I. Krallar, 9/11–14; II. Tarihler, 2/3–18.
23-Tevrat; II. Samuel, 7/1–2.
24-Lütfi Kaçan, Ahid Sandığı, s. 17–58, Ataç Yay., İstanbul, 2004.
25-Tevrat; Çıkış, 33/7–11. “RAB'bin Sandığı'nı getirip Davut'un bu amaçla kurduğu çadırın içindeki yerine koydular.” Tevrat; II. Samuel, 6/17.
26-Tevrat; Çölde Sayım, 27/1–6.
27-Kur'an; Bakara, 2/75.
28-Kur'an; Maide, 5/15.
29-Kur’an; Sa’d, 38/22.
30-Mevdudi, Tefhimu’l Kur’an, c. V, s. 63, İstanbul, 1996.
31-Kur’an; Hud, 11/69–70, 77.
32-İmam Kurtubi, el-Camiu li Ahkâmi’l-Kur’an, c. XV, s. 41.
33-Fahruddin er-Râzi, A.g.e., c. XIX, s. 61.
34-Kur’an; Hud, 11/70.
35-Kur’an; Hud, 11/81.
36-Kur’an; Sa’d, 38/22.
37-Kur’an; Sa’d, 38/23.
38-Kur’an; Sa’d, 38/22.
39-Kur’an; Sa’d, 38/23.
40-‘Kardeş’ kelimesiyle nesebî bir kardeşliği değil, din kardeşliğini kastetmiştir.” Mevdudi, A.g.e., c. V, s. 63.
41-Huletâ’ (tekili halît) terimi, lâfzen “başkalarıyla veya bir başkasıyla içli dışlı olan” demektir. Bu örnekte ise açıkça iki gizemli davacı arasındaki “kardeşliğe” atıfta bulunmakta ve bu sebeple, en güzel karşılık olarak “yakınlar” şeklinde çevrilmiş bulunmaktadır.” Muhammed Esed, A.g.e, c. III, s. 927.
42-Fahruddin er-Râzi, A.g.e., c. XIX, s. 62.
43-Fahruddin er-Râzi, A.g.e., c. XIX, s. 60.
44-İmam Kurtubi, A.g.e., c. XV, s. 41.
45-Kur’an; Sa’d, 38/22.