hüzün...
yağması beklenen bir yağmur gibi
sokulur her gece kuytularıma
yırtıp gelerek karanlığı
ta başucuma ilmeği kaçmış
bir nakış gibi durur öylece...
ben ki dirilmenin elifbasında,
pür melal telaşlarla kaç kez düştüm,
kaç kere delindi ciğerim
od ile yakıldı yüreğim, ölmedim.
şimdi bekliyorum ey ölüm,
saracağın vakit o güçlü kollarınla
esirge merhametini,
gölgem düşsün kuyusuna Yusuf'un
ben Yakup gözlerimle kederlerden geçeyim
yağmur yine düşsün toprağa
ne mersiye dilerim ne ağlamaklar ardımdan...
hüzün...
kendime giden uzaklığım
ve kendimden gelen yalınlık
çocuk ve anne, anne ve elleri
zaman harf harf dokusun içimi
gölgem serilsin ikindi vaktine
Tur-i Sina'ya, âsaya ve kelâma...
bendiyim kelimenin ve bendesiyim
hiçbir vakit bu kadar ölmedim
öldüm ama nihayet bu.
iklimimde bahar yok.
düğüm düğüm ağlamaklar,
ve ahdini ezber eden suna boylu hüzünler,
geçerler bir kervan kederiyle
ağlasam recmedecekler
sussam ölüm kere ölüm...
kınından çıkmış bir sustalıdır yüreğim
acının sularına gömülen,
cebimde körkütük birkaç dize
içimde aykırı sözcükler;
yetim çocukların yurtlarında ranzalara çarpan...
ve duydum sesini yalnızlığın...
en deli çıvgınlara verip gençliğimi
hüzün eğirdim derviş sabrıyla
ve dilsiz ve lâl ve susarak...
hüzün...
dostudur gecelerin,
yarenidir gündüzün.