AK Parti Hükümeti ile Fethullah Gülen Cemaati arasında uzun bir süredir gözlemlenen çekişme artık düşük yoğunluklu bir çatışma olmaktan çıkıp, tam tekmil bir tasfiye ve imha savaşına dönüşmüş durumda. Kemalist, ulusalcı, sol ve bilumum laik çevrelerin bu manzarayı büyük bir sevinç ve heyecanla karşıladıkları sır değil. İslami hassasiyete sahip geniş toplum kesimleri ise yakın zamana kadar militarist dayatmalar ve Kemalist vesayet mekanizmasına karşı ittifak içinde görünen bu iki aktörün çatışmasını şaşkınlık ve kısmen hayal kırıklığı ile izlemekte. Kavganın çatışan tarafların ikisine de zarar vereceği ve bir ileri aşamada geriletildiği düşünülen Kemalist vesayet odaklarının elini güçlendireceği kaygısı doğal olarak bu cenahta büyük bir tedirginliğe ve moral bozukluğuna yol açmakta.
Aslında çatışmanın yeni olmayıp, 2011 seçimleri öncesine uzanan bir gerilime, bilhassa da bürokratik kadrolara ilişkin yapılan atamalar ya da görevden almalar, yer değiştirmeler üzerinden bir çekişmeye dayandığı biliniyor. Emniyette, yargıda, eğitimde ve üniversitelerde yoğunlaşan kadro savaşlarının giderek artan bir mesafeli duruşa ve gerilime yol açtığı gözlemlenmekteydi. 7 Şubat 2012 tarihinde ‘MİT krizi’ diye adlandırılan yargı operasyonu ile gün yüzüne çıkan bu çatışma durumu dershanelerin kapatılması/dönüştürülmesi gündemiyle aleniyet kazandı ve tüm boyutlarıyla kamuoyu gündemine taşınmış oldu. 17 Aralık’ta patlatılan rüşvet ve yolsuzluk dosyalarıyla birlikte ise bu kavgada artık açık, kapsamlı ve derin bir imha savaşı aşamasına geçildiğini söylemek yanlış olmaz.
Kim Kazanır? Ne Kazanır?
Şüphesiz iki eşit gücün mücadelesinden söz etmiyoruz. Bir tarafta 11 yıllık ve bugüne kadar sert sınamalardan güçlenerek çıkabilmiş bir iktidar, üstelik de halk desteğine sahip bir iktidar var. Diğer tarafta ise örgütlenme düzeyi ne kadar sıkı ve yaygın, aynı şekilde etkinlik alanı ne kadar geniş olursa olsun sonuçta bir yapı, kendi tabiriyle bir hareket söz konusu. Dolayısıyla muhataplarını da sınırlayabilen, alanlarını daraltabilen, haklarında kararlar alıp yaptırım uygulayabilen bir iktidar gücü karşısında bir grubun, bir hareketin sınırlı bir güce ve araçlara dayanmak durumunda olduğu bellidir. Ne var ki, devlet gücünü kullanma avantajı yanında iktidarın yıpranma riskinin çok fazla olduğu, zaten hassas dengeler üzerine kurduğu işleyişin ‘içeriden’ darbelere karşı çok korunaklı olmadığı dikkate alındığında yıpratma düzeyi yüksek bir kavga ile karşı karşıya olunduğunu görmek de zor olmaz.
Şunun anlaşılması gerekiyor, bu savaşta kazanandan ziyade daha çok kaybeden ve daha az kaybeden olacak. Dolayısıyla kimse açık, net, gururlandıran bir zafer beklememeli!
AK Parti asker-sivil bürokratik oligarşiyle mücadele ederken kurumsal olarak zayıf da olsa, güçlü bir halk desteğine sahipti ve meşruiyet sorunu yaşamıyordu, sesi de gür çıkıyordu. Nitekim bu süreçte karşılaştığı baskılar, dayatmalar seçimlerde oy artışını beraberinde getiriyordu. Gezi olayında da bu durum değişmedi. ‘Gezi kalkışması’ Hükümet açısından ciddi bir sarsıntı oluştursa da AK Parti’ye puan kaybettirebilecek bir vasfa sahip değildi. Bilakis dindar kesimlerde Erdoğan’ı koruma ve sahiplenme duygularını pekiştirdi. Çünkü karşı safta hizalanan güçler, odaklar, kesimler zaten ‘karşıda’ idiler.
Ne var ki, AK Parti ve Erdoğan açısından Fethullah Gülen Cemaatiyle yaşanan gerilimde safları netleştirmek o kadar kolay olmasa gerek. Hükümetin son tahlilde dinî bir grupla yaşadığı gerilimi izah etmekte zorlandığı açık. Tam bu noktada dershane tartışmasıyla gerilimi tabana doğru yaymasındaki ‘hikmet’ ise anlaşılabilecek gibi değil. Dershanelerle ilgili olarak hükümetin yapmak istediği düzenleme ister haklı olsun, ister haksız gelinen yer itibariyle bir fiyasko görüntüsü veriyor. Tepede süregelen kavgaya çocukları, gençleri ve dolayısıyla ailelerini de dâhil etmek nasıl bir aklın ürünüydü, doğrusu anlamak güç!
AK Parti’nin Handikapları
AK Parti açısından bu meselenin en zorlu tarafı kadrolarının yetersizliği ya da zaafından kaynaklanıyor. Gülen Cemaatine mensup kadroları tümüyle tasfiye etmeyi başardığını varsayalım. Yerlerine kimleri dolduracak? Bu yönde bir altyapısı, hazırlığı var mı? Yok! Dolayısıyla derme çatma isimlerle, oradan buradan toplanmış, kifayetsiz, samimiyetsiz kadrolarla mesafe almak mümkün değil! En tepe noktalarda dahi Muammer Güler gibi, Zafer Çağlayan gibi, Egemen Bağış gibi isimlerle çalışmak durumunda kalıyorsanız, gelinecek yer malûm sayılmaz mı?
Yapılan operasyonun gerek siyasi, gerekse hukuki bir dizi şaibeli tarafının olduğu açıktır. Halkbankası üzerinden yürütülen tartışmaların da işaret ettiği üzere ABD, İsrail ve benzeri güçlerin çıkarları doğrultusunda sonuçlar vereceği kesin olan bu operasyonun ne ölçüde yerli olduğu tartışmalıdır. Aynı şekilde bir yılı aşkın bir zamandır sürdürülen operasyonun tam da Hükümet-Cemaat kavgasının kızıştığı bir ortamda gündemleştirilmesi atılan adımlarda hukuki gereklilikten ziyade örgütsel hesapların belirleyici rol oynadığını göstermektedir. Zaten aylar önce başlatılan izlemelerin, tespitlerin, teknik takibin Hükümet ile Cemaat ilişkisinin koptuğunun kesinleştiği bir ana kadar bekletilmesi ve tam da bu aşamada Hükümete bir darbe olarak gündemleşmesi başka nasıl izah edilebilir?
Ama her şeye rağmen 17 Aralık Operasyonuyla birlikte Gülen Cemaatinin hükümete ağır bir darbe indirdiği görmezden gelinemez. Bakanların çocuklarının dâhil olduğu bu yolsuzluk ve rüşvet trafiğinin ortaya dökülmesi komplo iddialarıyla, anti-emperyalist söylemlerle, yedirmeyiz türünden sloganlarla ne kapatılabilir, ne geçiştirilebilir. Oğlu boğazına kadar pisliğe batmış ve ‘rüşvete aracılık’ suçlamasıyla yargılanan bir İçişleri Bakanının ilk andan itibaren o koltukta tutulması, yetmezmiş gibi bir dizi atama, görevden alma kararına imza attırılması izahı güç bir tutum olmuştur.
AK Parti yaşananlardan ders almalı ve yer yer bir rant dağıtım mekanizmasını andıran işleyişine son vermelidir. Tayyip Erdoğan’ın hem içeride, hem dışarıda İslami kimlik ve değerlere düşman ve Müslüman halkların kendi kaderlerini belirleme iradelerini çelmelemeye çalışan oligarşik güçlere karşı samimi ve cesur bir tutum takındığını inkâr etmek adaletle bağdaşmaz. Mamafih bu mücadelenin ümmet bilinci taşımayan, bencil, çıkarcı ve müfsid bir hayat tarzını benimsemiş tiplerle ne kadar sürdürülebileceği de kuşkuludur.
Gülen Cemaatinin Açmazı
Gülen Cemaatinin bu kavgada ne kazanacağı, hangi ödülün peşinde olduğu ise tam bir muammadır. Başından itibaren bu kavgayı niye sürdürdüğü, nasıl sürdürdüğü ve nereye varmak istediği hususunda İslami camianın genelinde kuşkular, kuşkulardan öte tedirginlikler üreten bir tutum içindedir.
AK Parti’nin zayıflatılmasının ve Tayip Erdoğan’ın yıpratılmasının bu cemaate ne tür bir katkı sağlayacağı sorusunun makul, mantıklı bir cevabını bulmak hiç kolay olmasa gerek. Bu grup AK Parti döneminde devletin tüm imkânlarından sonuna kadar yararlanmış, devlet desteğiyle her yere uzanabilir konuma gelmiştir. Şimdi tüm bu zemini tepme anlamına gelecek tavırlar serdetmek doğal olarak herkesi şaşırtmaktadır. Ve bu anlaşılmazlık durumu ister istemez komplo teorilerini beslemekte, Gülen grubunun kendi iradesiyle hareket eden dinî hassasiyet sahibi bir cemaat olmaktan çok uluslararası güç merkezlerince yönlendirilen bir politik araç konumunda algılanmasını beraberinde getirmektedir.
Geçmişten bu yana kritik her noktada ürkek, edilgen ve yer yer işbirlikçiliğe yatkın tavırlar takınması ve bir türlü izzetli ve direngen bir tutum geliştirmemesiyle maruf bir yapının bugün sergilediği haşin, sert ve adeta gemileri yakmışçasına kararlı tutumu kafalarda soru işaretlerini çoğaltmış ve ne yapılmak istendiği hususunda kuşkuları artırmıştır. Bu yönüyle Gülen grubunun sıkı bağlar oluşturduğu cemaat mensupları haricinde, İslami hassasiyet taşıyan hiç kimseye ve bir bütün olarak İslami camiaya tutumunu izah edebilmesi mümkün görünmemektedir.
Kavgada Nerde Durmalı?
AK Parti Hükümeti ile Gülen Cemaati arasında yaşanan çatışma ortamında İslami camianın tavrı ve tepkisinin de dikkat çekici bazı zaaflarla malûl olduğunu görmek lazım. Şüphesiz Gülen çevresinin büyük bir öfke ve hınçla ve son derece adaletsiz bir tutumla kendilerini feci şekilde mağdur ve karşılarındakini de alabildiğine zalim gösterme çabasıyla resmetmeye çalıştıkları manzara rahatsız edici olmuştur. AK Parti iktidarının icraatlarıyla 28 Şubat sürecinde yapılanları karşılaştırmak ve “yok aslında birbirlerinden farkları” türünden bir yaklaşım sergilemek gerçekten çok ayıp ve çirkin bir tutumdur. Tarafgirliğin insanları ne kadar haksız ve ölçüsüz tavırlara sürükleyebileceğinin birer göstergeleri olarak değerlendirilebilecek bu tür tavırların tepki çekmesi doğaldır.
Yine geçmişten bu yana gerek ülke içinde gerekse de küresel manada tağuti güçlere ve emperyalist odaklara karşı mücadele veren Müslümanlara karşı takındıkları dışlayıcı, tahfif edici, yer yer suçlayıcı tutum yüzünden Gülen Cemaatine güven duyulmaması anlaşılabilir bir tutumdur. Nitekim son çatışma sürecinde bir kez daha Cemaat adına ortaya konan söylemlerin ve geliştirilen tavırların ABD ve İsrail odaklı bir yapılanma ile karşı karşıya bulunulduğu tezini güçlendiren göstergeler sunduğu aşikârdır.
Ama tüm bunlara rağmen İslami camianın genel manada sergilediği AK Parti iktidarını ve Tayyip Erdoğan’ı şerhsiz, şartsız, kayıtsız sahiplenme tutumunun doğru, geliştiren, ilerleten bir tutum olduğu söylenemez. Bu aşamada gerekli olan şey içeride-dışarıda İslami kimlik ve endişe sahibi kitlelerin Tayyip Erdoğan’a duydukları muhabbeti ve aynı şekilde emperyalist-siyonist güçler ve İslam coğrafyasındaki despotlar nezdinde yüklendiği omurgalı tavrı dikkate alarak saf belirlemek olmalıdır. Yani özetle Tayyip Erdoğan’ın mazlum ve Müslüman halklar lehine attığı adımları desteklemeli, bu noktada dayanışma içinde olmalı ama yanlışlarına, İslami kimlik ve değerlerimizle çelişen, çatışan politika veya söylemlerine de tavır alabilmeliyiz. Bu zaviyeden bakıldığında Fethullah Gülen grubunun herhangi bir biçimde haklı ve desteklenebilir görülebilmesi ise mümkün değildir.