Darbe anayasalarının ürünü olan HSYK, kurulduğu günden bugüne sürekli tartışma konusu olmuştur. 2007 yılında başlayan darbeye teşebbüs soruşturmalarında, HSYK’nın soruşturmaya ve yargıya (açıkça) müdahale etmesi üzerine, kurumun anti demokratik yapısının yoğun olarak tartışılmasına neden olmuştur. Bu tartışmalar hükümetin elini güçlendirmiş, (HSYK, Askerî Mahkemeler, Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere) anayasanın birçok maddesinde değişiklik paketinin fitilini ateşlemiştir. 7 Mayıs 2010 tarihinde TBMM’de yapılan oylamada, anayasa değişiklik paketinde bulunan 23 maddenin 22’si 330’un üzerinde oy almıştır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, (yetkisini kullanarak) bunu referanduma götürmüştür. Gerek Meclis müzakereleri ve gerekse 12 Eylül 2012 tarihinde gerçekleştirilen referandum aşamasında, Anayasa paketinin en çok tartışılan ve “en gözde” maddelerinden biri HSYK olmuştur. Referandum öncesi kampanya sürecinde, CHP ve MHP’nin “hayır” çağrısı gereken desteği görmemiş, anayasa paketi, darbe düzenine karşı olan “halk başta olmak üzere”, “Cemaat” ve “yetmez ama evet”çilerin desteğiyle %58 oyla kabul edilmiştir. CHP, referandumun ardından kabul edilen HSYK kanunundaki bazı maddelerin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine başvuruda bulunmuştur. Anayasa Mahkemesi (iptal başvurularının çoğunu reddederken), “her seçmenin sadece 1 aday için oy verebileceği” hükmünü iptal etmiş, yargı içindeki çoğunluğun, bütün üyelikleri elde etmesinin yolunu açmıştır. Yasa gereği (2010 yılından itibaren) 4 yıl süreyle görev yapacak HSYK üyelerinin seçimi, buna göre yapılmıştır. Yeni HSYK’nın (adam kayırma, muhalif olanları sindirme, yasal yetkileri operasyonel amaçlarla kullanma, vs.) icraatlarıyla eski HSYK’nın izinden gitmesi, yapılan değişikliğin beklentileri karşılamadığını ortaya koymuştur. Bu kurumdaki üyelerin 4 yıllık görev sürelerinin sona ermesi nedeniyle, seçim hazırlıkları başlamıştır. HSYK seçimlerinin uzunca bir süre ülke gündeminin birinci sırasına oturması, bu kurumun önemini göstermektedir. Türkiye’deki darbe sürecini, bu sürecin devamlılığını sağlayan mekanizmaları dikkate almadan, sadece HSYK ile sınırlı bir değerlendirme eksik olacaktır. Bu nedenle, önce “siyasal sistemin tarihsel sürecini”, akabinde “darbe düzenini”, daha sonra da “HSYK’yı” değerlendirmeye çalışacağız.
Tek Parti Hegemonyasından 1960 Darbesine
Türkiye’nin yakın tarihi, (genellikle) “tek partili dönem” ve “çok partili dönem” diye ikiye ayrılır. Tek partili bir siyasi rejimden (diktatörlükten) “çok partili bir rejime” (şeklî demokrasiye) geçilmesi önemli ise de siyasal sistemin esas “dönüm noktası” 1960 darbesidir! 1960 darbesine kadar tek parti diktatörlüğü ve bu diktatörlüğün gölgesinde on yıllık Demokrat Parti iktidarı, 1960 sonrası ise (askerî darbeyle yeniden yapılandırılan) “darbe düzenini” ifade etmektedir. Cumhuriyet tarihimizin ilk yılları Osmanlı Devletinin son dönemine dayanmakta olup, sosyal ve siyasal olaylar zincirleme olarak Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, (kesintiye uğramamış), köklü bir değişim olmamıştır. Hatta Cumhuriyet dönemi bürokratlarıyla Osmanlı Devletinin son dönem bürokratları “aynı kişiler”dir! Türkiye Cumhuriyetinin doğuşu olarak kabul edilen 23 Nisan 1920’de Meclis üyelerinin (Osmanlı Meclisi Mebusan üyeleri) Ankara’da toplanmasının sebebi de İngiliz askerlerinin mebuslara fiilî saldırısı ve Meclisin İstanbul’da görevini yapamaz hale gelmesidir. Aynı meclisin, işgal altındaki bir şehirden daha rahat çalışabileceği başka bir şehre taşınması, bir devletin (Osmanlı Devletinin) sonu, yeni bir devletin (Türkiye Cumhuriyetinin) başlangıcı sayılmamalıdır. İstanbul’dan Ankara’ya gelen Meclisi Mebusan üyelerinin tamamının Cumhuriyete taraftar olduğunu açıkça dile getirdiği dikkate alındığında, çok az sayıda milletvekilinin 29 Ekim 1923 tarihli oturumda “Cumhuriyeti ilan etmesine” de gereğinden fazla önem izafe edilmemesi gerekir.
İstanbul’un işgal altında olması, hükümetin ve meclisin çalışamaması, Osmanlı’nın askerî bürokratlarına Ankara’da toplanma, yeniden yapılanma (meclis hükümeti kurma) ve yeni devletin rotasını belirleme imkânı vermiştir. Padişah tarafından işgal kuvvetlerine karşı Anadolu’da silahlı mücadeleyi örgütlemekle görevlendirilen ve (İstanbul’daki) meclis üyelerini Ankara’ya davet eden Mustafa Kemal Paşa’nın Osmanlı paşası olduğu unutulmamalıdır. Ankara’daki “meclis hükümeti” de Kemal Paşa ve silah arkadaşları tarafından kurulmuştur.
Türkiye’de 1920’den 1946’ya kadar tek parti diktatörlüğü hüküm sürmüştür. II. Dünya Savaşından sonraki gelişmeler, tek parti diktatörlüğüyle yöneltilmekte olan Türkiye’yi demokrasiye (çok partili hayata) geçmeye zorlamıştır. İktidarda bulunan CHP, yeni kurulacak bir partinin (devletle özdeşleşmiş bir CHP’ye karşı) seçim kazanmasının imkânsız olduğuna, kazansa bile iktidar olamayacağına, partinin en mülayim milletvekillerinden biri olan Adnan Menderes’in tehlike arz etmeyeceğine, inandığı için Demokrat Parti’nin kurulmasına izin vermiştir. CHP’nin yanında başka partilerin seçimlere katılmasının, medeni dünya nezdinde CHP’nin meşruiyetini artıracağını düşünmüştür. CHP, DP’nin katıldığı ilk seçimi, hileyle (açık oy gizli tasnif), taşla sopayla kazansa da halkın, yanında olmadığını, bütün iplerin kendi elinde olmadığını görmüştür. DP’nin, bir sonraki seçimde, halkın büyük desteği ve açık farkla kazanması, CHP’yi önlem almaya zorlamıştır. CHP, 1957 seçimleriyle “sandıkla iktidarın gelemeyeceğini” anlamış, darbe hazırlıklarının startını vermiştir. 1960 darbesi, CHP’nin organize ettiği, orduyla el ele gerçekleştirdiği bir darbe olarak tarihe geçmiştir! 1924’ten 1960 darbesine kadar yürürlükte olan 1924 Anayasası, siyasal iktidara geniş bir hareket alanı sunduğundan, CHP’nin sistem içindeki etkilerini ortadan kaldıracağından, askerî bir darbe ile oyunun kuralları (1961 Anayasasıyla) yeniden belirlenmiştir. Bu anayasayla, DP ve (iktidara gelecek) diğer partilerin iktidar alanı daraltılmış, bu alan, “bürokratik kurumlar arasında paylaştırılmış, her kuruma birer vasi tayin edilmiştir. CHP’nin ideolojisi anayasanın ruhuna işlenmiş, vesayet kurumlarıyla da anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.
Darbe Düzeni
Bir devletin anayasası, o devletin siyasal sisteminin çerçevesini oluşturmaktadır. Sistemin ana esasları (anayolları) anayasalarda belirlenirken, ayrıntılar (ara yollar) yasalara bırakılmaktadır. Türkiye’de, 1961’den bugünlere kadar devam eden “siyasal sistemin” temel esaslarını 1961 Anayasası oluşturmaktadır. 1980 yılında gerçekleştirilen askerî darbe sonrasında “yeni bir anayasa” hazırlatılmış ise de bu anayasa (1982 Anayasası), 1961 Anayasasının “biraz daha yasakçı” kopyasından ibarettir. Dolayısıyla, Türkiye’deki düzenin, 1961 yılından bugüne kadar (tam 53 yıldır) darbeciler tarafından dizayn edilen siyasal sistemin devamı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
1961 Anayasası, dikkatli bir şekilde incelendiğinde, siyasal iktidarın bütün kapılarının, seçimle gelen hükümetlere kapatıldığını, siyasal iktidarın yetkilerinin büyük bir çoğunluğunun bürokratik kurullar/kurumlar arasında paylaştırıldığı, önemsiz işlerin ise hükümete bırakıldığı görülecektir. Kabaca özetleyecek olursak, devletin üç anaerki olan yasama, yürütme ve yargı, vesayet kurumlarıyla kuşatma (vesayet) altına alınmıştır. Devletin en önemli organı yasama organına (TBMM) Anayasa Mahkemesi vasi tayin edilmiştir. TBMM’nin çıkardığı yüzlerce yasa, 11 üye tarafından iptal edilmiştir. Yasama organının yasama faaliyeti, 11 üyenin uygun görmesine bağlanmıştır. Yürütmeye (hükümete) MGK vasi tayin edilmiş, devletin temel politikalarını belirleme yetkisi, çoğunluğu askerlerden oluşan bu kurula verilmiştir. Yargıya da HSYK vasi tayin edilmiştir. Devletin üç anaerkine vasi tayin edilmekle yetinilmemiş, siyasal iktidarın iktidar alanı üst kurullar arasında paylaştırılmıştır. İlk ve ortaöğretim Tevhidi Tedrisata (tek tip eğitime), yükseköğrenim YÖK’e, radyo ve televizyon yayınlarını düzenleme yetkisi ve denetimi RTÜK’e, ordudaki terfiler ihraçlar YAŞ’a (Yüksek Askeri Şura) vs. bırakılmıştır. Vesayet sisteminin merkezine monte edilen cumhurbaşkanına, bu kurumlara yapacağı atamalarla, bu kurumların devamlılığını sağlama görevi verilmiştir. Vesayet sisteminin devamı için en önemli görev orduya verilmiştir. Ordunun iş ve işlemleri için “özel mahkemeler” ihdas edilmiş, sorgulanamaz ve denetlenemez bir yapı oluşturulmuştur. Devletin en önemli kurumları bu şekilde kontrol altına alınırken, bu sisteme itiraz eden kamu görevlisi veya sivilleri hizaya getirmek için DGM’ler kurulmuştur. Bu mahkemeler, resmi ideolojinin sopası olarak görev yapmış, toplumun her kesiminden, milyonlarca kişinin mağduriyetine sebep olmuştur.
Anayasada, anayasa değişikliği için belirlenen nisaba (2/3) hiçbir partinin ulaşması mümkün olmadığından, bazı hükümetlerin “düzeni değiştirme” çabaları başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Cumhurbaşkanlığı makamı, vesayet sisteminin en önemli parçalarından biri olduğundan, cumhurbaşkanlığı seçimleri ilginç olaylara sahne olmuştur. 2007 yılında, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmemesi için tezgâhlanan oyunlar (AYM’nin komik 367 kararı, Genelkurmay başkanlığının muhtırası) herkesin malumudur. AK Parti’nin, 2007 genel seçimlerinde elde ettiği zafer, vesayet kurumlarının sonu olmuştur.
HSYK
Yazımızda, devletin bütün erklerine (yasama, yürütme, yargı) “vasi tayin edildiğini” açıklamıştık. HSYK (Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu) da hâkim ve savcıların vasisidir. Kendi adına işlem yapma yeteneğine sahip olmayanlara vasi atandığından, bu kişilerin iş ve işlemleri hakkında “vasileri” karar verdiğinden, HSYK’yı “hâkimlerin ve savcıların efendileri”1 olarak nitelememiz yanlış olmaz! HSYK’nın hâkimler ve savcılar üzerindeki yetkileri incelendiğinde, “efendi” nitelemesi bile yetersiz kalmaktadır. Kamu görevlilerinin hiyerarşik bir yapıya tabu (üste bağlı) olması, talimat alması, talimatları yerine getirmesi doğal ise de bu ilişki biçimi, hâkim ve savcıların yaptıkları işle bağdaşmaz! Hâkim ve savcıların görevlerini hakkıyla yerine getirebilmesi, (cumhurbaşkanı, başbakan, adalet bakanı dâhil), hiçbir kişiden, kurumdan talimat almamasına, “tarafsız” olmasına bağlıdır. Yürütmeye bağlı (talimat alan) bir yargının, adil (doğru) bir karar vermesi imkânsız denecek kadar zordur. Yargıya, sadece yürütme (idare) değil, başka kurumlar da emir ve talimat veremez. HSYK’nın, hâkim ve savcılar hakkında tasarrufta bulunma yetkisi, hâkim ve savcıların iş ve işlemlerini etkilemektedir. HSYK’nın, yakın geçmişte, görülmekte olan davaları etkilediği, beğenmediği davaların hâkimlerini değiştirdiği, hatta meslekten ihraç ettiği,2 mahkemelerin bazı kararlarında etkili olduğu bilinen bir gerçektir.
Bu kurumun kökleri, 1961 anayasasındaki “Hâkimler Yüksek Kurulu” ve “Savcılar Yüksek Kurulu”na dayanmaktadır. 1961 Anayasasında hâkimler ve savcılar için düzenlenen iki ayrı kurul, 1982 Anayasasında birleştirilmiş, “terk kurul” haline getirilmiştir. İşlevi, görev ve yetkileri itibariyle, her iki anayasadaki kurullar hemen hemen aynıdır. Bu kurumun üyeleri, bu kurumun seçtiği üyelerden oluşan Yargıtay ve Danıştay tarafından seçilmekte, Yargıtay ve Danıştay da (kendilerini seçen) HSK üyelerini seçmektedir. (Tam bir kapalı devre kast sistemi kurulmuştur.) Diğer vesayet kurumlarında olduğu gibi, bu kurula da Soğuk Savaş döneminden kalma ideolojiyi koruma ve kollama görevi verilmiştir. İdeolojik kimlikleri sebebiyle bu kurula atananlar, kendilerine verilen görevi, “fazlasıyla” yerine getirmişlerdir. Devlet adına işlenen cinayetler, bu kurulun atadığı hâkim ve savcılar tarafından örtbas edilmiştir. Resmi ideolojiye karşı çıkanların sesleri, bu kurulun atadığı hâkim ve savcılar tarafından kısılmıştır. 2007 yılında başlayan darbe soruşturmaları ve darbeye teşebbüs davaları, HSYK’nın müdahalelerine maruz kalmıştır. HSYK misyonunun gereği olan bu müdahaleler, bu kurulun yapısının herkes tarafından görülmesini sağlamıştır. HSYK’nın 5 üyesi ile hükümeti temsil eden adalet bakanı ve müsteşarı arasında süren gerginlik, bu kurulun konumunu tartışmaya açmış, kurul aleyhinde güçlü bir kamuoyu oluşmuştur. 2010 yılında referanduma sunulan Anayasa paketinin de en önemli maddelerinden biri HSYK olmuştur. Anayasa referandumu öncesinde, tarafımızca, referandumda anayasa değişiklik paketi desteklenmekle birlikte, “darbe ürünü HSYK’nın vesayet kurumlarından biri olduğu, diğer darbe ürünü üst kurullarla birlikte kaldırılması gerektiği, bu kurum kaldırılmadığı müddetçe yeni krizlere gebe olacağı” dile getirilmiştir.
Anayasa değişiklik paketinin, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumda (%58 oyla) kabul edilmesiyle, referandumu takiben, 13.05.1981 tarih ve 2461 sayılı (eski) Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu yürürlükten kaldırılmış, bu kanunun yerine, 11.12.2010 tarih ve 6087 sayılı “Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanunu” kabul edilmiştir. Kurul, anayasa değişiklik paketindeki esaslara uygun olarak yeniden düzenlenmiştir. Yeni yasada, kurulun üye sayısı 7’den 22’ye çıkarılmıştır. HSYK, Yargıtay’ın seçeceği 3 üye, Danıştay’ın seçeceği 2 üye, adli yargı hâkim ve savcılarının seçeceği 7 üye, idari yargı hâkimlerinin seçeceği 3 üye, Adalet Akademisinin seçeceği 1 üye, cumhurbaşkanının seçeceği 4 üye ile adalet bakanı ve müsteşarının katılımıyla (22 üye) ve 3 daireden oluşacak şekilde yapılandırılmıştır. Eski yasada, adalet bakanlığına bağlı olan teftiş kurulu, HSYK’ya bağlanmıştır. Yasanın yayınlanmasını takiben, CHP, bu yasanın bazı maddelerinin iptali istemiyle AYM’ye başvurmuştur. Anayasa Mahkemesi, iptal başvurusunun çoğunu reddederken, kurulun oluşumuna doğrudan doğruya etki eden “seçim usulüne” ilişkin maddedeki bazı kelimeleri iptal etmiştir. Yasada, her seçmenin bir adaya oy verebileceği düzenlenmişken, her seçmenin birden fazla adaya oy verebilmesinin önü açılmıştır. AYM’nin bu iptal kararının altında yatan neden, yargı içinde örgütlü olan yapının, HSYK üyelerinin çoğunu kazanacağı beklentisi olmuştur. Bilindiği gibi, HSYK üyeleri seçimini, (o tarihte, eski HSYK’nın destekçisi, referandumda “hayır” cephesinde yer alan) YARSAV’ın listesi değil, yargı bürokratlarının desteklediği liste kazanmıştır.
2010 yılında yeniden yapılandırılan HSYK’nın 4 yıllık icraatı, eski HSYK’dan bir farkının olmadığını ortayla koymuştur. Yeni yasayla, yapı değişmemiş, sadece vasiler değişmiştir. Yeni HSYK’nın ilk icraatı, Yargıtay’a 160 üye3 ve Danıştay’a 51 üye4 atamak (yerleştirmek) olmuştur! İkinci önemli icraatı ise (yeni yasanın 4. maddesine istinaden) yüzlerce hâkim ve savcı adayını belirlemek (ve yerleştirmek) olmuştur. Çok kısa sürede, yargının profili değişmiş, belli mahkemeler yeniden yapılandırılmaya başlamıştır. HSYK’dan güç alan savcının, MİT başkanı Hakan Fidan’ı şüpheli sıfatıyla ifadeye davet etmesi, Hükümet ile Cemaat arasındaki ortaklığın bozulmasına, (hatta) iplerin kopmasına neden olmuştur. Cemaatin, yargıda, tabanıyla orantısız bir güce sahip olması, siyasal iktidarın kendilerine vermiş olduğu yetkileri “kadrolaşmak” için kullandığını kanıtlamaktadır. Adalet bakanlığının en gözde bürokratlarının desteğiyle oluşturulan HSYK’nın (Cemaatin) 4 yıllık icraatı, bir araya gelmesi mümkün olmayan “farklı görüşteki” hâkim ve savcıların (bir araya gelerek) dayanışmasını sağlamıştır.
İlk kez 2010 yılında gerçekleştirilen HSYK seçimlerinde seçilen üyelerin 4 yıllık görev süresinin dolması üzerine, 2014 yılında yeni HSYK üyelerinin belirlenmesi için seçim hazırlıklarına başlanmıştır. HSYK’nın son döneminde bazı operasyonlara katkıları, bütün gözlerin HSYK seçimlerine çevrilmesine neden olmuştur. Kurulduğu günden itibaren sürekli tartışma konusu olan HSYK, ilk kez bu kadar “tartışmanın odağı” haline gelmiştir. Yüksek mahkemenin yapacağı üye seçiminde, Cemaatin desteklediği adayların, Yargıtay’da üçte üç, Danıştay’da ikide iki yapması, Cemaatin, bu iki yüksek mahkemeyi ele geçirdiğini göstermektedir. Adli ve idari yargıda (yaklaşık) 14.000 hâkim ve savcının, 12 Ekim 2014 tarihinde yapılan HSYK üyesi seçimlerinde, Cemaatin ve müttefiklerinin desteklediği adayların, adli yargıda 7 asil üyeyi takip eden yedek üyelikleri kazanması, idari yargıda 3 üyenin ikisini kazanması, sadece üst mahkemelerde değil, “yerel mahkemelerde” de nasıl bir kadrolaşma gerçekleştirdiklerini gözler önüne sermiştir.
Anayasadaki “hâkimlik ve savcılık teminatı”, Cemaatin atadığı hâkim ve savcılara da geniş bir “dokunulmazlık zırhı” sağlamaktadır. Yeni HSYK, görevini kötüye kullanan bazı hâkim ve savcılar hakkında “meslekten ihraç” kararı verse bile, bu kararlar belki de ihraç edilenlerle aynı meşrebe mensup hâkimlerin önüne gelecektir! Yargıtay ve Danıştay’daki kadrolaşmayı etkisiz hale getirmenin yolu, bu mahkemelere yeni atamalar yapmak; yerel mahkemelerdeki kadrolaşmayı tasfiye etmenin yolu, bu mahkemelere nitelikli olanları atamak; çoğulcu bir yapıya kavuşturmanın yolu da yerel mahkemelere çok sayıda hâkim ve savcı atamasını gerçekleştirmektir! Türkiye’deki “yargının yavaş işlemesinin” en önemli sebeplerinden biri, hâkim ve savcı sayısının5 yetersizliğidir! Son HSYK seçim sonuçları dikkate alındığında, 14.000 hâkim ve savcı sayısının 20.000’e çıkarılması, hem hâkim ve savcı açığını kapatacak hem de yargı içindeki kadrolaşmayı etkisiz hale getirecektir. Ancak yapılacak bu atamaların, yargıdaki kalite(sizlik) sorununa çözüm getiremeyeceği açıktır. Hâkimlik ve savcılık mesleğinin standartlarının da yükseltilmesi gerekir. Mesleki yeterlilikleri (ehliyetleri) dikkate alınmadan yapılan atamaların (yerleştirilen kamu görevlilerinin) sadece yargıyla sınırlı olmadığı bilinen bir gerçektir. Başkaca yöntemlerin uygulanması mümkün ise de kamu görevine atananların, hiç olmazsa, 5 yılda bir (diğer adaylarla birlikte) “seçmeye” tabi tutulması, yeterliliği olmayanların ayıklanmasını, bunların yerine kamu görevini daha fazla hak edenlerin gelmesini sağlayacaktır. Son HSYK seçimleri, mevcut vasileri uzaklaştırmayı başarmış ise de bu kurum mevcut olduğu sürece benzeri sorunların yaşanması muhtemeldir.
Yargıda yaşanan krizler, sadece yargıyı değil, diğer kurumları ve vatandaşların durumunu da yakından ilgilendirmektedir. Bu kurul, adalet idesinin önünde en büyük engellerden biridir. Son HSYK krizi, yeni bir anayasanın gerekliliğini değil, zorunluluğunu ortaya koymuştur. AK Parti, son iki genel seçimde “anayasayı değiştirmek için” oy istediği halde, darbe anayasası hâlâ yürürlüktedir! Önümüzdeki (2015) genel seçimlerde, seçmenlerden üçüncü kez anayasayı değiştirmeye yetecek kadar milletvekili talep etmesi samimiyetinin sorgulanmasına yol açacaktır. Mevcut anayasanın, “anayasada yazılan usulle” değiştirilmesi elbette mümkündür, ancak anayasada öngörülen nisaplarla değiştirilmesinin imkânsız olduğunu da (artık) kabul etmelidir. (Zaten bu yüksek nisap, anayasanın değiştirilememesi için konulmuştur.) AK Parti’nin, vesayet kurumlarından ve resmi ideolojiden arındırılmış, özgürlükleri esas alan yeni bir anayasayı doğrudan referanduma sunma yöntemi, 550 milletvekilinin kabul oyundan daha meşru, daha üstün ve daha pratiktir! AK Parti, sadece HSYK’nın değil, anayasadaki vesayet kurumlarının her birinin kaos ve darbe potansiyeline sahip olduğunu asla unutmamalıdır!
Dipnotlar:
1- Adil (doğru) yargılamanın gerçekleşmesi, yargılama (muhakeme) erklerinden yargılama makamının (mahkemenin) tarafsız ve bağımsız olmasına bağlıdır. İddia makamı ve savunma makamı (zaten) taraf olduğundan, bunların tarafsız olması gerekmez.
2- Askerî darbe ile anayasayı ilga eden Kenan Evren hakkında dava açan Adana Savcısı Sacid Kayasu’nun ve Şemdinli’deki bombalama olayı failleri hakkında kamu davası açan Ferhat Sarıkaya’nın meslekten ihraç edilmesi, güncel iki örnektir.
3- Yargıtay’da boş bulunan üyelikler için 4988 aday arasından birinci tur oylama sonucunda 673 aday oy almış ve bunlar arasından 423 aday ikinci tur oylamaya katılmaya hak kazanmış, ikinci tur oylama sonucunda ise en fazla oy alan adaydan başlamak üzere Yargıtay’da boş bulunan 160 üyelik kadrosuna seçim yapılmıştır.
4- Danıştay’da boş bulunan üyelikler için 544 aday arasından birinci tur oylama sonucunda 183 aday oy almış ve bunlar arasından 115 aday ikinci tur oylamaya katılmaya hak kazanmış, ikinci tur oylama sonucunda ise en fazla oy alan adaydan başlamak üzere Danıştay’da boş bulunan 51 üyelik kadrosuna seçim yapılmıştır.
5- Avrupa Konseyi ülkeleri arasında yapılan bir araştırmada, 100.000 kişiye düşen ortalama hâkim sayısı, profesyonel hâkim ve profesyonel olmayan hâkim şeklindeki ayırımlar ve ülkelerin yargı sistemlerindeki farklılıklar nedeniyle değişmekle birlikte; 2008 yılı verilerine göre hazırlanan 2010 CEPEJ Raporuna göre, bu oran Fransa’da 9,1, İtalya’da 10,2, İsviçre’de 14,1, Belçika’da 15,2 ve Türkiye’de 8,30 civarındadır. (HSYK 2011 Yılı Faaliyet Raporu, sf.30)