1960'lı yıllar Türkiye'sinde İslami faaliyetlerin niteliği hakkında neler söyleyebilirsiniz?
-1964 yılının Kasım ayında Hilal dergisini çıkarmak üzere göreve geldim. Bundan sonra da Hilal Yayınları'na başladık. Öncelikle 196O'lı yılların genel görünümünden önce Türkiye'nin geçirmiş olduğu gerek siyasi gerekse kültürel evreleri kısaca gözden geçirmek gerekiyor. Osmanlı Devleti'nin son dönemindeki yapısal bozulmalar, uzun savaş yılları, Osmanlı'nın yıkılması ve ardından oluşturulan yeni bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyet dönemindeki siyasal ve kültürel baskı ve dayatmalara halkın yer yer ayaklanmalar şeklinde ortaya çıkan tepkileri oldu. TC köklü değişim ve dönüşüm çabalarını/baskılarını Kemalist inkılaplar olarak adlandırmıştı. İşte bunlar içerisinde bizce en önemli olanı Harf İnkılabı olarak adlandırılanı idi. Bu hareketle top yekûn bir millet tamamen cahil duruma getirilmişti. Böyle bir durumun telafi edilmesi çok zor ve uzun yılların çabaları ile mümkün olabilirdi. Durum böyle olunca bizler Cumhuriyet nesli olarak hiçbir şey öğrenmeden yetiştik. O zaman hiç kimse bir-şey bilmiyor ve ülke perişan bir durumda. Bu durum 1950'li yıllara kadar bu şekilde sürüyor. 1950'de o karanlık tünelden az da olsa ışıklar görünmeye başladı. Ezanın Arapça okunması, Kur'an kurslarına serbestiyet getirilmesi ki önceki dönemlerde kesinlikle yasaktı. Osmanlı Devleti İslam dünyası ile en çok irtibatı olan devletti. Şarktan garba kadar kesin bir hakimiyeti vardı. Bunlar birden bire unutuldu. Devlet siyasetini yanlış düşünceler yönlendirdi. Bizden başka hiç kimsenin varlığı kabul edilmedi. Sınırlar çizildi. İslam dünyasına da, bize de bu garip geldi, diğer müslüman halklarla hiç bir temasımız olmadı.
1950'li yıllarda Osmanlı'nın son dönemindeki insanların ölümü ile toplumun İslami düşünceyi öğreneceği kimseler kalmıyor. Tam bu yıllarda milliyetçilik-mukaddesatçılık düşünceleri yoğun bir biçimde gündeme geliyor. N. Fazıl en çok mukaddesatçılık üzerinde duran bir kişi. Mukaddesatçı düşünce ile daha çok İslami eğilimler dile getiriliyor. Biz bu bakımdan kendimizi mukaddesatçı olarak tanımlıyorduk fakat herhangi bir bilgiye de sahip değildik. Bu zamanda Hasan Basri Çantay'ın üç ciltlik Kur'an-ı Kerim meali ve İzmirli İsmail Hakkı'nın kitapları vardı. Fakat İzmirli İ. Hakkı'nın kitapları oldukça ağır bir dille yazılmıştı. Bizler bunları anlayabilecek bir alt yapıya sahip değildik. 196O'lı yıllara işte böyle gelindi.
1960 İhtilali'nin ardından gelen serbestiyet döneminde Salih Özcan İslam dünyasına doğru gezi programlıyor. Gayri resmi bir niteliği olan İslam Konferanslarına katılıyor. Pakistan'a gittiği bir sırada Mevdudi ile görüşüyor. Ardından Mısır ve Suudi Arabistan'ı ziyaret ediyor. Oradaki önde gelen İslam düşünürleri ve hareket adamları ile temaslara geçiyor. Buralarda verilen ürünleri gerek dergi-kitap gerekse gazeteleri Türkiye'ye aktarıyordu. Bizler de Salih Özcan'ın getirdiği eserleri tercüme ettirip yayınlıyorduk. Bu esnada Suriye, Mısır, Pakistan gibi bazı İslam ülkelerinden okumak üzere Türkiye'ye gelen öğrencilerle bir takım temaslarımız oldu. Ayrıca onların da tavsiye ettikleri eserleri tercüme yoluna gittik. Ama Salih Özcan'ın etkisi tartışılmaz bir konumdadır. Kendisi oldukça olumlu bir müteşebbisti.
Bildiğimiz kadarıyla siz o yıllarda İslami uyanışa katkıda bulunması açısından en fazla dikkat çeken Hilal Dergisi ve Hilal Yayınları'nda görev aldınız. Türkiye toplumunun tarihi süreç içinde yitirdiği tevhidi kimliği yeniden kazandırmak için bu çevrede ne gibi tartışmalar olmuştu?
- Salih Özcan tarafından 1964 Kasım'ında bizlere devredilen Hilal Dergisi daha önce Ankara'da çıkıyordu. Biz kendisine bu yayıncılık işini İstanbul'da düzenleme teklifinde bulunduk ve bu teklif kabul olunca Cağaloğlu Aydınlar Han'da göreve başladık. İslam'ı anlamak noktasında gördüğümüz tüm ışıkları, tüm ipuçlarını değerlendirmeye gayret ettik. Bu gayretler tercüme çalışmalarının hızlanmasıyla somutlaştı. Tirajı 10.000'i bulan dergimizin geniş toplum kesimlerinde olumlu tepkilerle karşılanması karşısında bazı çevreler telaşa düştü. Bu çevrelerin başında Işıkçılar gelir ki liderliğini Hüseyin Hilmi Işık yapıyordu. Bu kesim geniş alanlı bir aleyhte propaganda başlattı. Bastırdıkları broşürleri Türkiye'nin her yerinde, her kesime dağıtıp S. Kutup, Mevdudi gibi ıslahatçı alimlerin kafir olduklarını ilan ettiler. İnsanlara bu kişilerin yazılarını kesinlikle okumamalarını tavsiye ettiler. Bizler de bu durum karşısında H. Hilmi Işık'ın kitaplarını bazı yetkililere gösterip onun ilmi seviyesi hakkında beyanatlar istedik. Tabii ki kitapların hiç bir ilmi değeri olmadığı yönünde cevaplar geldi.
Tercüme faaliyetlerine karşı çıkan çevreler daha çok "Neden Osmanlı kütüphanelerindeki eserler araştırılmıyor?" sorusuyla meşgul oldular. Bizler peygamberin "Hikmet müminlerin yitik malıdır onu nerede bulursa alır." sözü gereğince hareket ettiğimizi, onların yabancılar olarak niteledikleri insanların bizim müslüman kardeşlerimiz olduğunu söyledik.
Bu dönemde görev aldığınız Hilal dergisinde S. Kutup, Mevdudi, M. Kutup, H. el-Benna gibi İslam dünyasının önemli şahsiyetlerinden yapılan tercümeler nasıl bir hedefe yönelikti?
- Bu donemde İslam'ı kolay ve doğru bir biçimde anlatan bu ıslahatçı alimlerin görüşleri bizleri oldukça derinden etkiledi. Söyledikleri sözler İslami düşüncenin oldukça bulanık bir duruma getirildiği ülkemizde arı, berrak, temiz bir şekle dönmesini sağlamaya yöneltici idi. Bizleri bu durumları etkiledi, aklımıza yattı. Sahip olduğumuz bilgileri sistematize edebilme olayını kavrattı bu eserler. Yöntem sahibi olmamızı sağladı. Doğru gördüğümüz, doğru bildiğimiz her şeyi herkese öğretmeyi hedefledik.
Yapılan bu yayınlar ve yayınlara ilgi duyan insanlarla girilen ilişkilerde bir alt yapı oluşturma çabalarınız oldu mu? Toplumun geniş kesimlerine hitap edecek ve onlara program sunabilecek eğitilmiş bir kadro veya çevre oluşturmak gibi bir düşünceniz var mıydı?
- Yaşadığımız dönemde bu tür bir oluşumu başlatmak hayli zordu. Bizler müslümanca düşünen ve hareket eden bir neslin yetişmesi için uygun bir iklim oluşturmak çabasındaydık. Öncelikli gayretler bu yöndeydi. Fakat bir de şu husus var ki biz bu durumlarla baş başa kaldığımızda olaylar çok hızlı gelişmişti. Alt yapı oluşturma, bir eğitim programı hazırlama gibi bir şeyi düşünemedik. Düşünsek bile bu, güçle doğru orantılı olan bir durumdur. Bizler geceli-gündüzlü okuma ve araştırma içerisine girdik. Hatta öyle ki tahsilimiz bile aksadı. Tek yönlü bir yola girip dergi ve kitaplar yoluyla Türkiye'nin farklı bölgelerinde ki insanlarla bu doğrulan paylaşmak istedik. İçsel (içe dönük) bir programa sahip değildik.
1960'lı yılların toplumsal yapısı ve siyasal düşüncesinin Türkiye insanı üzerindeki olumsuzlukları bertaraf edebilmek için temel kaynaklara ve özellikle Kur'an'a kanalize edebilme gayretleri nasıl yankılar uyandırdı?
- Bazı haller var ki bunların olumlu veya olumsuz etkilerini önceden görebilmek-kestirebilmek oldukça güçtür. Bizler için Türkiye halkına yönelik bu çalışmalar yer altındaki suların ne zaman, nerede ve ne kadar yeryüzüne çıkabileceğini kestirmek kadar güçtür. Evet 1960'lı yıllarda bu çalışmalar olmasaydı bugün belki de sizler böyle bir düşünceden haberdar olmayacaktınız. Yani sizler o dönemdeki gayretlerin ürünlerisiniz. Örneğin bir Necip Fazıl, İslam'ı ana kaynaklarından öğrenseydi o günkü ve bu günkü durum daha bir farklı olacaktı.
Bu arada "Kur'an'ın sesine kulak veriniz" başlığını kapak yaptık. Bazı ayetleri sert bir biçimde başlıklar halinde sunduk. "Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse onlar kafirlerin ta kendisidir" ayeti bizleri oldukça etkiledi. Hatta birçok kimseyi tekfir etmeye başladık. Okuduğumuz her ayet meali bizleri daha bir bilinçlendiriyor, daha bir sarsıyordu. Dergide "Nizam Serisi" adı altında bir dizi kaleme aldık. Burada İslam'ın devlet nizamı, İslam'ın iktisat nizamı, aile nizamı, hukuk nizamı vs. başlıklar altındaki bu diziyle İslam'ın da kuşatıcı bir sistem, ideoloji olduğunu insanlara anlatmaya çabaladık. Bizler, insanların istifade etmesi için doğru bildiklerimizi ortaya koyduk. Ama gücümüz olsaydı dernekler, lokaller, okuma salonları açar, geniş bir kadro oluştururduk.
Röp.: Kenan Alpay