35- (Sana verdiğimiz gibi senden önce) Musa’ya da kitabı vermiş ve (onun bu ağır peygamberlik yükünü taşımasında) kardeşi Harun’u ona ortak/yardımcı olarak görevlendirmiştik.
Veli OlarakAllah’ın Yettiğine Dair Geçmiş Misaller
Bu ayetten 40’a kadar olan ayetlerde, 31. ayette Peygamberimize hitaben söylenen, “Senden önceki tüm peygamberler için mücrimlerden düşmanlar kıldık, yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin kâfidir.” hatırlatma ve vaadiyle ilgili geçmiş kavimlerden misaller verilmektedir.
Verilen misallerde, kavmi helak edilmiş olan tüm peygamberlere, o kavmin mücrimlerinin düşman olduğu, peygamberlerin ve onlara tabi olan müminlerin bu mücrimler karşısında zayıf ve çaresiz olmalarına rağmen, Yüce Allah’ın onları velayetiyle daima doğru yol ve mücadele hattı üzere tuttuğu ve zamanı gelince bu mücrimleri helak etmek suretiyle kurtarıcı yardım vaadini yerine getirdiği bildirilmektedir.
Bu vaat sadece peygamberler için değil, hak eden bütün İslami hareketler içinde geçerli olup; hak etmek için öncelikle sıratı müstakim üzere olmak, ardından da mücadeleden vazgeçmemek, durumunu ve duruşunu bozmamak gerekir. Aksi halde bu vaat geçerli değildir.
Bu sünnetullah kaidesi, günümüzdeki İslami hareketlere bu vaadin niye gerçekleşmediğinin cevabını oluşturmaktadır. Eğer bugünde hak eden İslami hareketler olsa, Yüce Allah veli ve nasır olarak mutlaka yetecektir, demek ki hak edecek seviyede bir İslami hareketimiz yoktur.
Musa’ya Verilen Kitabın Vahiy Süreci Yönünden Kur’an’la Benzerliği
Musa’ya verilen kitaptan maksat, Musa’nın Medyen’den ailesi ile dönüşü esnasında Tur Dağı yamacında, Yüce Allah’ın ateşin yanında onunla bizzat konuşmak suretiyle indirdiği ilk vahyî mesajlardır. (Kasas, 28/29-52) Lakin kitap bundan ibaret olmayıp, Mısır çıkışı tekrar Tur Dağı yamacında levhalarda yazılı olarak indirilen vahyi mesajları da dâhil, Musa’nın tüm peygamberliği süresince indirilen bütün vahyî mesajları içermektedir. (Araf,7/103-171)
Bugün Yahudilerin elinde bulunan Tevrat, Musa (a)’a indirilmiş olan vahiylerden bir kısmını ihtiva etmekle beraber, bu vahyî bilgiler, Musa ve Harun’a ait hadisler, siyer bilgileri, tefsirler ve tarihî bilgilerle çorba yapılmış ve kalan bu vahyî bilgilerin üzerindeki hakkın üzeri örtülmüş durumdadır. Buna rağmen, Kur’an’a hakkınca vakıf olanlar mevcut Tevrat’ı okuyunca, kalan vahyî bilgileri tanıyabilmektedirler. Aynı durum İncil içinde geçerlidir.
Musa’ya inen kitabın vahiy süreci, Peygamberimize inen kitabın (Kur’an) vahiy sürecine benzemekte olup, bu ayet Peygamberimize olduğu gibi Musa’ya da kitabın tek bir defada değil, peyderpey bir süreç içinde indirildiğini ima etmekte ve müşriklerin 32. ayette dile getirdiği, “Kur’an (kitap) ona tek bir defada indirilmeli değil miydi?” itirazlarına dolaylı bir cevap olmaktadır. Vahyin süreç içinde indirilmesi tüm peygamberler içinde aynen geçerlidir ve zaten aksi de düşünülemez. Yani hiçbir peygambere vahiy/kitap tek bir defada indirilmiş değildir.
Tur Dağında yazılı olarak indirilen vahiy, vahyin temel ilkelerini içeren bir başlangıç ve özet mahiyetinde olup, peygamberlikle görevlendirilmesinden vefatına kadar Musa (a)’a ihtiyaç olarak vahiy indirildiği Kur’an ayetlerinden anlaşılmaktadır.
Harun’un Vezir Olarak Görevlendirilmesinin Anlamı
Ayette Harun’un Musa ile beraber geçici ağır yük taşıyıcı olarak (vezir) görevlendirildiği bildirilmiş olup, vezir terimi, istenmeden zaruret gereği taşımak üzere kendisince yüklenilen yada kendisine rağmen kendisine yüklenilen sorumlulukları ifade etmektedir. Yani, Musa’nın ağır peygamberlik yüküne zaruret gereği kardeşi Harunda ortak edilmiş oluyor.
Şuara Suresi 10’dan 16’ya kadar olan ayetlerde, Musa (a)’ın peygamberlik yükünün ağır olması ve kendisinin bu yükü taşımaya uygun olmamasını mazeret göstererek peygamberliğin kardeşi Harun (a)’a verilmesini istediği, bunun üzerine Yüce Allah’ın her ikisini peygamber olarak görevlendirdiği bildirilmektedir.
Bu durum şunları ortaya koymaktadır: Allah yolunda mücadele ağır bir yüktür. Bu mücadelede ben değil biz olmak, bencil ve benmerkezci olmamak gerekir. Müminler bu işe ehil olanları kendilerine tercih etmeli; mücadelede kendilerinden daha ehil ve gayretli olanlara kıskançlık değil, gıpta ve sevgi ile yaklaşmalı ve onlarla işbirliği yapmalılar.
36- (Her ikisine) demiştik ki: Gidiniz (iki uyarıcı olarak) bizim ayetlerimizi yalanlayan ve bunda direnen (Firavun) kavmine. (Firavun kavmi uyarıları dikkate almamakta direnince, Firavun ve ordusunu suda boğduk ve bunun neticesi bir süreç içerisinde o kavmin iktidarını adeta) kökünden yıkıp devirdik.
Firavun Kavminin Yalanladığı Ayetler Nelerdir?
Ayette Firavun ve kavminin yalanladığı ayetlerin, Yakup ve Yusuf peygamberlerce Mısır’a getirilen vahyî mesajların olması en kuvvetli yorumdur. (Mü’min, 40/34) Çünkü henüz Musa ve Harun’ca Firavun ve kavmine uyarı yapılmamış olduğundan, Musa ve Harun’un getirdiği ayetleri yalanlamış ve yalanda direniyor olmaları mümkün değildir.
Firavun ve kavmi, daha önce Yakup ve Yusuf’un getirdiği ayetlerin bir tekrarı mahiyetindeki Musa ve Harun’un getirdiği ayetleri yalanlayıp ve bu yalanlamada sonuna kadar direnince, Firavun ve ordusu suda boğulmak suretiyle helak edildiği gibi, bunun ardından bir süreç neticesinde Mısır’daki Firavun iktidarı ve Mısır medeniyeti çöktürülmüştür.
37- (Yine bunun gibi) Nuh kavmini de resulleri yalanlamakta direndikleri için (suda) boğduk ve onların (bu durumunu) kendilerinden sonraki tüm insanlık için bir işaret kıldık.(Bile bile hakkı kabul etmemekte direndiğinden dolayı çeşitli şekillerde dünyevi azaba ve helake uğratılanların cezası bundan ibaret olmayacak elbette.) Zalimler için (asıl gerçek ceza olarak) anlatılamaz derecede acı bir azap olan (daimi cehennem azabı) hazırladık.
Müminler Tek Bir Ağacın Uzuvlarıdır
Nuh kavmi sadece Nuh (a)’ı yalanladığı halde, “Peygamberleri yalanladılar!” denmesi, bir peygamberi yalanlamanın tüm peygamberleri yalanlamak, bir kitabı yalanlamanın tüm kitapları yalanlamak anlamına gelmesinden dolayıdır.
Bu nedenledir ki imanın 5 temel esasından 3’ü tüm peygamberlere, indirilen tüm kitaplara, bu kitapları indiren tüm meleklere inanmak üzere bina edilmiş olup, peygamberlerin arasını ayırmak imanla bağdaşmaz. (Bakara, 2/285)
Bu hususun bir önceki ayetin tefsirinde, Musa ve Harun’un peygamberlikte ortaklığına dair yaptığımız açıklamadaki ben merkezci ve bencil olmamakla ilgisi açıktır. Yani geçmişte ve bugün benmerkezci ve bencil olmamak, geçmişte yaşamış ve halen yaşayacak tüm peygamberleri ve müminleri bir ağacın dalları, yaprakları ve meyveleri olarak görecek biz bilincine erişmeyenler, gerçek mümin olamazlar. Nitekim Yahudiler böyle olduklarından dolayı Peygamberimize iman etmemiş ve açık şirkleri olmadığı halde gerçek mümin sayılmamışlardır.
38- Ad, Semud, Ashabı Ress ve bunlar arasında (burada saymadığımız) nice kavimleri/nesilleri (tıpkı Firavun ve Nuh kavmi gibi, zulümleri nedeniyle azap ve helake uğratmıştık)
Ress Kavmi Kimdir?
Kur’an’da ismi geçen helak edilmiş tüm kavimler ve kıssaları Mekkelilerce ana hatlarıyla biliniyordu. Ashabı Ress de bu bilinen kavimlerden olduğundan dolayı inkârcılar bir itirazda bulunmamışlardır.
Lakin bu kavim hakkında Kur’an’da ayrıntılı bilgi verilmediği gibi, siyer kitaplarında da sağlam bilgiler yoktur. Gelen bilgiler, bu kavmin Semud kavminin soyundan olduğu ve kendilerine gelen peygamberi kuru bir kuyuya atarak katlettiklerine dair olup, doğrusunu Allah bilir.
39- (Helak ettiğimiz her bir kavme, yaptığımız uyarıların ardından, tıpkı şimdi senin kavmine geçmiş kavimleri misal verdiğimiz gibi, kendilerinden önce helak edilen kavimleri) uyarıcı misaller olarak vermiştik. (Fakat onlar buna rağmen inkârda direnince yurtlarını içlerindeki insanlarla beraber) kırıp geçirdik, yakıp yıktık, harap ettik.
Nush İle Uslanmayanı Etmeli Tekdir, Tekdir İle Uslanmayanın Hakkı Kötektir
Kur’an Mekkelileri (ve dolayısıyla ulaştığı ve ulaşacağı her insanı) önce tevhidî iman ve salih amele davet etmekte (tebliğ), bu çağrıya uyanları dünyada onurlu bir hayat ahirette daimi cennetle müjdelemekte (beşir), çağrıya uymayanları ise dünyada azap ve helak, ahirette daimi cehennemle uyarmaktadır (nezir). Bununla da kalmayıp, uyarılara kulak tıkayanların dünyevi azap ve helaklerine dair, Mekkelilerinde vakıf oldukları helak edilen kavimleri misal olarak vermektedir.
Bu durumun tüm helak edilen kavimler içinde aynen geçerli bir sünnetullah olduğunu bildiren bu ayet, aynı zamanda Mekkelilere ciddi bir tehdittir. Yani geçmiştekiler bu uyarı ve misalleri takmayınca başlarına geleni çok iyi biliyorsunuz. O halde bir an önce aklınızı başınıza almazsanız, sizin de aynı akıbete uğramanız kaçınılmaz bir durumdur, deniyor dolaylı olarak.
Ayette geçen tetbir kavramı, bir şeyi içindekilerle beraber kırıp geçirmek suretiyle harap hale getirmek anlamına gelmektedir. Nitekim tüm helak edilen kavimlerin yurtları, içlerindeki sakinleriyle beraber su, lav, deprem vb. afetlerle kırıp geçirilmek suretiyle, sakinleri helak, yurtları harap hale getirilmiştir. Bunun neticesi helak edilen insanlar toprağa karışıp yok olmuşsa da harap edilen yurtların kalıntıları bugünlere kadar gelmiş ve insanlar için bir ibret vesikası (ayet) olmuşlardır.
40- (Nitekim senin kavminin inkârda direnenleri, o kırıp geçirilerek harap edilen kavimlerden biri olan ve üzerlerine yanardağ lavları şeklinde) kötü bir sağanak yağdırılarak (harap hale getirilmiş olan Lut kavminin) harabe olan şehrinin üzerinden (ticari amaçlı yolculuklar nedeniyle devamlı) gelip geçmektedirler. Bu harabeleri görünce (ibret almaları gerekirken) ibret almıyorlar. Çünkü (senin kavminin inkârcıları) aslında yeniden yaratılıp (dünyadaki iman ve amellerinin adil karşılığını görmek şeklinde gerçekleşecek) yeniden ortaya çıkışı arzulamıyorlar.
Anlayana Sivrisinek Saz, Anlamayana Davul Zurna Az
İşte ibret vesikası olan bu harabelerden biri olan Lut kavminin yaşadığı şehrin harabe halindeki kalıntıları, Mekkelilerin Suriye tarafına yaptıkları ticari seferlerde üzerinden geçtikleri apaçık ibret vesikaları idi. İnkârcılar bu kavmin kıssasını ve akıbetini bildikleri halde, bundan kendileri için bir ibret almıyorlardı.
Çünkü onların inkârda direnmelerinin nedeni mesajı anlamamaları ve doğruluğunu kavramamaları değil, ahirette dünyadaki amellerinin adil karşılığı görmeyi arzulamamaları idi. Eğer onlara, dünyadaki amellerine bakılmaksızın, herkesin direkt cennete gideceği bir ahiret vaat edilse idi seve seve kabul ederlerdi. Lakin dünya hayatını ona göre dizayn edecekleri ve amellerine göre adil karşılık verilecek ve üstelik şefaat, yakın dostluk yada fidyenin kabul edilmeyeceği bir ahiret teklifini kabul etmeleri mümkün değildi.
Şirk ve Ahireti İnkâr Nefsini İlah Edinenlerin Kaçınılmaz Tutumudur
Çünkü ileride gelecek 43. ayette belirtildiği gibi, onlar hevalarını ilah edinmiş, dünyada hevalarının yönlendirdiği şekilde hesapsız ve sorumsuz yaşamak isteyen insanlardı ve bu nedenle dünya hayatındaki yön ve amellere adil karşılık verilecek bir ahiret anlayışını ve adil tek ilah anlayışı olan tevhidî kabul etmeleri mümkün değildi.
Zira adil karşılık alınacak bir ahiret ile adil tek ilah (tevhid) anlayışını, ancak Rablerinin huzurunda dünya hayatlarının hesabını verecekleri ve adil karşılık alacakları korkusu ile nefislerinin hevasına uymaktan kaçınanlar kabul ederler. (Naziat, 79/37-41)
Beleş Cennet Arzusu Evrenseldir
Mekkeli inkârcılarınbeleş cennet arzusu sadece onlara has olmayıp, gelmiş geçmiş ve günümüzde yaşayan tüm inkârcıların ortak isteğidir. Zaten şirk de beleş cennet arzusunun bir neticesidir.
Adil tek ilah yerine, O’nunla beraber kayırıcı (şefaatçi) yardımcı ilahlar edinmek dürtüsü, hevasına göre yaşadığı halde hem dünyada haksız yardımlar almak hem de (eğer olursa) ahirette kefeni yırtarak beleşten cennete konmak arzusundan kaynaklanmaktadır.
Yani çiftçinin buğday ekerken, belki dolu yağarsa diye sigorta yaptırmasına benzer bunların ahiret anlayışı. Asıl hedefleri dünya iken, belki ahiret olursa diye, sigorta kabilinden kendilerince şefaatçiler (sigorta) edinirler.
Şirkin En Önemli Sebebi, Ahireti Arzulamamaktır
Nitekim günümüzde de neredeyse tüm insanların benzer bir anlayışta olduğunu görüyoruz. Dinle ilişkileri zayıf olan insanlar pek ahirete ihtimal vermemekle beraber, eğer olursa mutlaka cennete gideceklerini iddia ediyor, sadece cennetteki yerlerini ve konumlarını tartışıyorlar. (Kehf,17/35-36)
Dindar olanları ise açıkça ilahlarımız diyerek yada Allah dostları diyerek, bazı şeyleri Allah katında kendilerinin ahiret kayırıcıları, yani beleş cennet için dayıları olarak görüyorlar.
Normalde adil olan tek ilah anlayışına sahip olan ve cennet için yeterince çaba gösteren bir insan niye şefaat anlayışına yönelsin ki? Ama dünyanın peşinde olup, ahirette adil karşılık arzulamayan kimseler, kaçınılmaz olarak şefaat istiyor ve bunun için Allah dostları dediği kişilerin torpilini umuyor. Bu gizli putçuluk/ gizli şirk, zamanla açık putçuluğa/ açık şirke dönüşüyor. (Yunus, 10/18-19)
41- (İnkârcılıkta direnenler) her ne zaman seni görseler (kendi aralarında şöyle konuşarak seni hafife almaya (ve bu şekilde vahyin mesajlarının etkisini kırmaya) çalışıyorlar:“Ne yani Allah (bula bula) bunu mu bir elçi olarak görevlendirdi!
42- Eğer onların üzerinde diretmemiş olsaydık neredeyse -bizi ilahlarımızdan ayıracak ve uzaklaştıracaktı– saptıracaktı.”(Aldırma onların bu hafife alıcı tutumlarına. İleride zamanı gelip) azabı gördükleri zaman anlayacaklar nasıl olsa yolca en sapık olan kimmiş!
İnanmadıkları İthamlarla Korunmaya Çalışanlar
Bir önceki ayette söz konusu edilen, yazılı ve yazılı olmayan ayetleri göremeyen ve nush ile uslanmayıp tekdirden de anlamayan inkârcıların, Peygamberimizin getirdiği mesajlar karşısında çaresiz kalarak, bu şekilde kendilerinin bile inanmadıkları söylemlerle korunmaya çalıştıkları ifade ediliyor bu ayetlerde.
Aslında Peygamberimizin kişiliğinin ve getirdiği mesajların kuvvetinin farkında olmakla beraber, sonraki ayetlerde ifade edildiği üzere, hevalarını ilah edinmeleri nedeniyle, ne pahasına olursa olsun Peygamberimizin mesajlarını etkisiz kılmak için panikle hareket ettiklerinden, söylemlerinde kendi kendileriyle çelişkiye düştüklerini bile göremiyorlar.
Nitekim 41. ayette Peygamberimizin peygamber olmaya layık bir kişi olmadığını, dolayısıyla getirdiği vahyî mesajların önemsiz olduğunu aşağılayıcı bir tarzda ifade ederlerken; 42. ayette ise“Az kalsın bizi ilahlarımızdan ayıracaktı!” diyerek Peygamberimizin getirdiği mesajın kendileri üzerinde ne derece kuvvetli bir etkiye sahip olduğunu itiraf etmiş oluyorlar. Şunu düşünemiyorlar, bu derece etkili bir mesajı getiren bir kişinin/elçinin, üstelik eminliği kendilerince sabitken, o mesajı getirmeye ehil olmaması mümkün olabilir mi?
43-Hevasını ilahı edineni gördün mü? (Bak da düşün şu hevasını ilahı edinen kimselerin durumu hakkında.) Böyle bir kişi üzerine sen vekil olabilir misin (Bu tiplerin sorumluluğunu üzerine alıp hidayete erdirebilmen mümkün mü)?
Nefs ve Heva İlişkisi
Yanlış bir şekilde, heva ile nefs kavramları aynı olumsuz anlamda kullanılırken, kişinin olumlu yanı anlamında ruh kavramı kullanılmaktadır. Oysa Kur’an’da nefs kavramı olumsuz değil, kişi anlamında nötr bir kavramdır. Nitekim Taha Suresi 41. ayette olduğu gibi, bizzat Yüce Allah kendisi içinde (nefsi) kullanmıştır.
Nefs nötr bir kavram olduğuna göre, Yüce Allah için tamamen olumlu, yani nefsinin hevası söz konusu olmayacak iken; Naziat Suresi 37’den 41’e kadar olan ayetlerde açıklandığı üzere, dünya hayatını ahirete tercih edenler, işlediğimiz ayette ifade edilen hevalarını ilah edinenler olmakta; Rablerinin huzurunda verecekleri hesabın korkusuyla nefislerinin (kendilerinin) hevasına tabi olmaktan kendilerini (nefislerini) alıkoyanlar ise kurtuluşa erenler olmaktadırlar.
Heva kavramı yukarıdan aşağıya kaymak, düşmek, alçalmak, hafif olmak manalarında tamamen olumsuz anlamda kullanılmaktadır. Kişinin hakka aykırı her türlü arzu, istek, beklenti, hareket vs. ifade etmektedir.
Heva İle Şehvet İlişkisi
Heva ile şehvet kavramları da karıştırılmaktadır. Âl-i İmran Suresi 14. ayetten de anlaşılacağı üzere, kadınlara, çocuklara, mala mülke karşı duyulan arzu anlamında şehvet nötr bir kavramdır. Helal olarak karşılandığında ibadet, haram yollarla karşılandığında isyan olur.
Mesela cinsel istek bir şehvet olup, heva bunu haram yollarla karşılamaya iter kişiyi. Kişi buna direnip, meşru eşiyle tatmin ederse helal ve ibadet olurken, haram olan yollarla (zina) tatmin ederse suç ve isyan, çirkin bir iş işlemiş olur.
Şems Suresi 7’den 10’a kadar olan ayetlerde ifade edildiği gibi her insanın (nefsin) hevası mevcut olup, bu hevaya tabi olanlar imtihanı kaybetmekte, hevasına rağmen hakka tabi olanlar ise kurtuluşa ermektedirler.
Hevanın İlah Edinilmesinin Anlamı
Hevanın ilah edinilmesi tabiri Casiye Suresi 23. ayette de geçmekte olup, Yüce Allah’ın bu tipleri, kalpleri ve kulaklarını mühürlemek ve gözleri üzerine perde çekmek suretiyle hakka ulaşmaktan alıkoyarak delalete düşürdüğü ifade edilmektedir.
Kasas Suresi 50. ayette ise vahyin doğruluğunu anladığı halde bunlara tabi olarak iman etmeyenlerin aslında hevalarına tabi oldukları ifade edilerek, hevalarını ilah edinmekten kastın, vahyî gerçekleri anlamalarına rağmen hevalarının esiri olarak vahye değil, hevalarına tabi olmak olduğu açıklanmaktadır.
Yasin 60-61. ayetlerde ise insanların şeytana değil Allah’a ibadet etmesi emredilmektedir. Nasıl ki şeytana ibadetten kasıt, onun vesveselerine tabi olmayı hayatının ekseni haline getirmekse hevasını ilah edinmekten kasıt da onun hakka aykırı isteklerine boyun eğerek tabi olmayı hayatının ekseni haline getirmektir.
Gizli (Mecazen) Şirk İle Açık Şirk İlişkisi
Gerek şeytana ibadet edilmesi ve gerekse hevanın ilah edinilmesi mecazi anlamda kullanılmıştır. Çünkü normal bir insan ne şeytana gerçek manasıyla ibadet eder ne de hevasını gerçek manasıyla ilah edinir. Lakin bunlara tabi olmak öz ve netice itibarıyla ibadet etmek ve ilah edinmek anlamına gelip, bunlara gizli şirk de denmektedir.
Aslında açık şirkin temelinde de bu gizli şirki yatmaktadır. Çünkü hakka tabi olan, Allah merkezli ve ahirete endeksli bir hayat sürer ve bu, tevhidî bir iman ve salih ameli kendiliğinden getirir. Hevalarına tabi olanlar ise ben merkezli ve dünyaya endeksli bir hayat sürer ve bu da şirki ve ahireti açıktan yada fiiliyatta inkar ile fasid/bozuk ameli kendiliğinden getirir.
Hevaya Uymakla Onu İlah Edinmek Arasındaki Fark
Kişinin tevhidî bir imana ve her alanı ve anı salih amel olan bir hayata sahipken zaman zaman hevasına yada şeytana uyması, bunları ilah edinmesi yada ibadet etmesi anlamına gelmez. Kişinin hevasına ve şeytana uymayı hayatının ana ekseni haline getirmesidir ilah edinmek ve ibadet etmek.
Ne var ki zaman zaman hevaya ve şeytana uymak istisna olmaktan çıkıp asıl olmaya başlar, kişinin hayatının ekseni haline gelmeye başlarsa, işte o zaman heva ilah edinilmeye, şeytana ibadet edilmeye başlanılmış olacaktır. Bu nedenle bu konularda çok hassas olmalı, daima muhasebe yapılmalı, kişi bulunduğu durumu olumlu ve yeterli görmemeli, şu anda bulunduğu durum olumlu bile olsa bu durumuna güvenmemeli, hevanın ve şeytanın son nefese kadar tehlike olduğunu bir an bile unutmamalıdır.
Hevasını İlah Edinenlere Vekil Olunmaz
Vekil terimi, kendini idareden aciz bir kişinin sorumluluğunu üstlenip işlerini idare etme manasına gelmektedir. Hevasını ilah edinenlerin sorumluluğunu üstlenip onları hidayet etmenin hem imkânsız hem de bunlarla uğraşmanın gereksiz ve yanlış olduğu ifade edilmektedir ayette. Zira hevasını ilah edinenin muhakeme yeteneği kaybolduğundan, onun sorumluluğunu üstlenip hakka hidayetine vesile olmak imkânsızdır. Aynı zamanda, böyle bir vekâleti hak etmediğinden gereksiz ve hakka aykırı bir istek ve gereksiz bir çabadır.
Bu ayette hem bir açıklama hem de bir uyarı söz konusudur. Hevasını ilah edinenler üzerinde tebliğ ve uyarı çalışmalarının olumlu etki yapmayacağı açıklanarak tebliğciler teselli edildiği gibi, böylelerine ille de hakkı kabul ettirmeye yönelik bir hırsın da yanlış olacağına işaret edilmektedir.
44- Yoksa sen (bu inkârcıların) çoğunun (senin söylediklerini) anladıklarını ve aklettiklerini mi sanıyorsun? Hayır! (Bu inkârcıların hevasını ilah edinmiş olan çoğu ne anlıyor nede aklediyorlar) çünkü onlar evcil hayvanlar gibiler. Ve hatta yolca onlardan daha sapkınlar.
Hevasını İlahı Edinen Hayvanlaşır!
Bu ayetin tefsiri Casiye Suresi 23. ayette de geçmekte olup, Yüce Allah’ın hevasını ilah edinmeleri nedeniyle bu tipleri, kalpleri ve kulaklarını mühürlemek ve gözleri üzerine perde çekmek suretiyle hakka ulaşmaktan alıkoyarak delalete düşürdüğü ifade edilmektedir.
Dolayısıyla onlar vahyi duydukları halde, mesajın içeriğini işitemez ve anlayamazlar. Nasıl ki inek ve koyunlar çobanın sesini işittiği halde içeriğini anlayamazken, çobanın sesinin tonundan, hareketlerinden ve değneğinden ne yapmaları gerektiğini anlarlarsa, hevasını ilah edinenin konumları da böyledir. Onlar ancak kötekten anlarlar. Nitekim Bakara Suresi 170 ve 171. ayetlerde bu durum veciz bir şekilde ifade edilmiştir.
Yani insanın hayvanlar gibi ahireti hesaba katmadan sorumsuz yaşamak istemesidir hevanın ilah edinilmesinin sebebi ve böyleleri hayvan gibi davranmaya ve yaşamaya başlar ve hayvanlaşır. Öyle ki hevasının hilafına hiçbir şeyi göremez, duyamaz ve düşünemez. Böyle davranmak iradesi olmayan hayvanlar için fıtri olduğu halde, iradesini doğru kullanamayan insanlar için çok büyük bir zulüm ve sapma olduğundan, bunlar (mecazen) yolca hayvanlardan daha sapkın duruma düşerler.
Hevasını İlah Edinenler Hayvanlardan Daha Aşağı Konuma Düşerler
Tabiatıyla bu hayvanlaşma böylelerini hayvanlardan çok çok daha aşağı bir konuma düşürür. Elbette hayvanlarla insanlar kıyaslandığında hayvanlar aşağıdadırlar. Lakin insanlar hevalarını ilah edinince hayvanlaşırlar ve hayvanlardan daha aşağı duruma (esfele sefilin) düşerler. (95/Tin Suresi)
Çünkü hayvanlar içgüdüsel olarak davrandıklarından onlar için yanlış ve doğru söz konusu olmayacağı gibi, içgüdüsel davranışlar onlar için hidayettir ve yaratılışa uygun olandır.
İnsanlar hevalarını ilah edinince, hem tercih hakkını yanlış yönde kullanarak insanlık onurlarını heba ederler hem de yaratılış sınırlarının dışına çıkıp, hidayetten uzaklaşırlar. Bu nedenle yolca hayvanlardan daha kötü duruma düşmüş olurlar.
İnsanlar Gibi İşitmek ve Akletmek
Bu ayetteki işitmek maddi anlamda değil, duyduğu sözdeki hakkı anlamak/kavramak anlamındadır. Tıpkı 40. ayette geçen, harabeleri görmekten kastın, bunları helak ediliş nedenini anlamak olması gibi.
Kur’an’da akletmek ifadesi tamamen olumlu olup, düşündüğü şeylerde gerçeği anlamak anlamındadır. Yani bir konu üzerinde düşünüp de o konuda gerçeği anlayanlar aklederken, bunu yapamayanlar akletmemektedirler. Bugünkü anlamıyla akıllı olmak yada akılcılık, Kur’an’daki anlamına terstir. Kur’an’a göre, düşünce neticesi hakkı kavrayanlardır akledenler.
Tebliğden Vazgeçmeye Değil, Hikmete Davet
Bu ayetler tebliğ ve uyarıdan vazgeçilmesi gerektiğini değil, tebliğ ve uyarının niye fayda vermediğini açıklamaktadır. Bu şekilde Peygamberimize ve tüm tebliğcilerin, ne kadar ehil olsalar ve doğru tebliğ ve uyarı yapsalar bile, muhataplarının durumunun bu tebliğ ve uyarıların fayda vermesinde direkt etkili olduğunu ifade etmek, böylece yılgınlığa düşmelerini engellemek içindir. Aynı zamanda yanlış insanlarla, çoğu zaman kaş yapayım derken göz çıkarmak şeklinde neticelenen faydasız uzun uğraşlardan uzak durulması gerektiğini de hatırlatmak içindir.
Çıkmadık canda ümit vardır meselinde ifade edildiği gibi, son nefese kadar insanların kurtuluşu için ümit söz konusu olup, tebliğ ve uyarılara devam edilmeli ancak bu hikmetli bir şekilde yapılmalıdır.
Özetle herkese mutlaka hikmetli bir şekilde tebliğ ve uyarı yapılmalı, muhatabın tepkilerine göre bu çaba sürdürülmeli yada ara verilmeli, ara verilenler zaman zaman tekrar uyarılmalı, olumlu tepki verenlerde tebliğ çalışmaları aşama aşama ilerletilmelidir.