Hayırlı Bir Topluluk Olmanın Temel Kriteri: Emr-i Bi'l Ma'ruf ve Nehy-i Anil Münker

Hasip Yokuş

“Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; maruf (iyi ve İslam'a uygun) olanı emreder, münker olandan sakındırır ve Allah'a iman edersiniz.” (Âl-i İmran, 3/110)

Bu yazıda esas olarak tebliğ ve davet sorumluluğumuzun hatırlatılması amaçlandığı için köken ve ıstılahi anlamları farklı olmakla birlikte esas meramımızı ifade etmek ve yazının asıl maksadının gözden kaçırılmasını önlemek maksadıyla tebliğ, teybin, davet, irşad gibi kelimelerin farklı kullanımlarını özellikle ihmal ettik. Hakeza, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak, hakkı ve sabrı tavsiye etmek de aynı sebeple konumuz bağlamında benzer anlamlarda değerlendirildi.

Çevresel Faktörlerin Değerlendirilmesinde Yapılan Yanlışlıklar

Farklı platformlarda ve kimi bilimsel çalışma etiketiyle yapılan gençlik, kadın ve/veya toplumun dindarlaşması/sekülerleşmesi temalı değerlendirmelerde Z kuşağı, cinsiyetçilik, tüketim, bireyselleşme, deizm, ateizm, sekülerleşme gibi kavramların altı gereğinden fazla çizilmektedir. Modernleşme ile birlikte dinin bireysel ve sosyal hayattaki değeri, konumu ve geleceğinin ne olacağı meselesi mütemadiyen tartışılmaktadır. Klasik sekülerleşme teorisine göre; sekülerleşme sürecinin sonunda din ya tamamen tarih sahnesinden silinecek ya da sosyal hayat ve siyasetten uzaklaşarak kendi asli yeri olan vicdanlara çekilecekti.

Bu yönde yapılan değerlendirmelerin toplumsal bir gerçekliği mi yoksa bir temenniyi mi ifade ettiği ayrıca tartışılması gereken bir husustur. İlave olarak İslami camiaların kendi iç değerlendirmelerinde bile zayıflayan İslami çalışmalarını kimi boyutlarıyla “zamanın ruhu” ile ilintilendirmeleri; insanın yaratılış gayesi, anlam arayışı; dinin mahiyeti ve doğasından kopuk değerlendirmeleri beraberinde getirmektedir. Esasında zamanın ruhu ile din arasındaki bağıntı en uç boyutuyla Aydınlanma felsefesi tarafından ifade edilmişti. Ne ki insanlar bilimde gelişip doğa olaylarını keşfettikçe dine/tanrıya olan ihtiyaç azalacaktı. Ancak bu yönde yapılan değerlendirmelerin; ilmî temeli olmayan, belli ideolojik kalıplar ve ezberlerden müteşekkil, gerçeklikten uzak hezeyanlar olduğu görüldü. Özetle; İslami çalışmalarımıza olan ilginin zayıfladığı doğru ama bunun sebepleri hususunda kafalarımız karmakarışıktır.

Aynı şekilde Covid sürecinin bireyselleşme üzerindeki olumsuz etkisi, FETÖ’nün çarpık yapılaşmasının toplumda oluşturduğu güvensizlik, AK Parti iktidarı döneminde kimi muhafazakâr kişilerin içerisine düştüğü ahlaki zaaflar gibi etkenlerin de altı çizilmektedir. Hâlihazırdaki tablomuza farklı oranlarda etkilerinin olması mümkün olmakla birlikte tüm bu etkenlermevcut tablomuzu izah etmekte yetersiz kalıyor.

Velev ki ifade edilen bu gerekçeler sebebiyle toplumun içten içe bir çürüme yaşadığı, ahlaki yozlaşmanın arttığı, Z kuşağının maneviyattan uzaklaştığı, dindarlara olan güvenin azaldığı şeklindeki değerlendirmeler şüphe götürmez bir hakikat olsa bile sorumluluklarımız anlamında ne değişecek ki? Değil mi ki peygamberler çoğunlukla ve esas itibariyle ifsad olmuş toplumlara gönderilmişlerdir. Burada dikkat çekmemiz ve mercek altına yatırmamız gereken esas mesele kendi zaaflarımız, tembelliğimiz, ciddiyetsizliğimiz ve tebliğ ve davet çalışmalarındaki gevşekliğimiz olmalıdır. Harici etkenlerden kaynaklanan olumsuzluklara dair tespitlerimiz ise tembelliğimizin bir mazereti olarak değil daha ciddi emek ve çaba göstermemizin gerekçesi olabilir ancak.

Tebliğ ve Davet Çalışmalarında Muhatap Kitlenin Değerlendirilmesi

“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (Nahl,16/125)

Bu ayette, “Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır.” ifadesi çok açık ve kesin bir emir olmakla birlikte kimlerin hikmet ve güzel öğütle Allah’ın yoluna çağırılacağı ayette net olarak belirtilmemiştir. Hz. Peygamber’e yapılan bu çağrıda ihtimal dâhilindeki muhataplar;  müşrikler, münafıklar, Ehl-i Kitab ve/veya Müslümanlardır. Ayette muhatapların açıklanmamış olması hitabın umumî oluşuna delil teşkil eder. Kur’an-ı Kerim tek bir zümreyi veya sınıfı değil, bütün insanları hidayete erdirmek için gönderildiğine göre bütün insanlar bu ayetin kapsamına girmektedir.

Yaşadığımız toplumda ise yapılan kimi anket çalışmalarındaAllah’a ve/veya ahirete inandığını ifade eden, kendini dindar olarak tanımlayan, düzenli bir şekilde ibadetlerini yerine getiren kişilerin oranları farklılık göstermekle birlikte toplumun büyük bir kesiminin kendisini İslam’a nispet ettiği bilinen bir husustur. Diğer taraftan farklı dinî, siyasal, ideolojik kimlikler üzerinden kendisini tanımlayan kesimlerin varlığı da inkâr edilemez. Muhatabı olduğumuz sosyolojik tablo nasıl olursa olsun ‘Rabbin yoluna’ çağırma yönündeki sorumluluğumuz hiçbir şekilde değişmediği gibi toplumun büyük bir kesiminin kendisini İslam’a nispet etmesi büyük bir avantaj ve mutlaka değerlendirilmesi gereken bir olumluluktur.

Tebliğde ve Davet Çalışmalarında Devamlılık

Müslüman, yaşadığı ortam ve şartlar ne olursa olsun fitne ve fesadın değil huzur ve güvenin, savaşın değil sulh ve esenliğin, kötülüğün değil iyiliğin egemen olması için sahip olduğu imkân ve meşru araçların tümünü bu yolda seferber etmekle yükümlüdür. Bu araçlar; gazete, radyo, televizyon, miting, konferans, seminer gibi kitlesel araçlar olabileceği gibi birebir ilişki üzerinden de akrabalarımız, komşularımız, mesai arkadaşlarımız olabilir. Ancak gerek Hz. Peygamber’in nebevi metodundan gerekse bireysel tecrübelerimizden edindiğimiz kanaat şudur ki yapılan davetin devamlılık arz etmesi esastır. Kendi terminolojimizle ifade edecek olursak ‘insanlarla ilgilenmek’ bir makale yazısıyla veya bir konferans sunumuyla gerçekleştirilebilecek bir şey değil. İnsanların dünyasına girerek, güven telkin ederek, eminlik oluşturarak ve belki de en önemlisi İslam’ı kendi şahsımızda en güzel şekilde temsil ederek sevdirmeyi ve sevdirdiğimiz bu güzel yolda mesafe kat etmelerini sağlayacak şekilde bir velayet hukukunu tesis etmek gerekir. Bu velayet hukuku ve yol arkadaşlığı aynı zamanda İslam’ınöğrenilmesi ve yaşama aktarılması sürecinde bir duygudaşlığı ve karşılaşılan zorlukları birlikte göğüsleyecek bir yardımlaşma ve dayanışma ruhunu da sağlayan önemli bir husustur.

Tebliğ sadece doğruları anlatmak olmadığı gibi, tebliğci de anlatmakla yetinen bir ileti aracı değildir. Rabbimizin gönderdiği dinleri bir süreç dâhilinde ve bir peygamber rehberliğinde zamana yaymasının en büyük hikmeti bu olsa gerek. Peygamberler kendilerine gönderilen bu vahyi sadece aktaran bir postacı şeklinde değil, hikmetle ve güzel sözle uyarma (tebliğ), sadece bilgi aktarma (talim) değil, bu teorik bilgi çerçevesinde toplumu eğitme, rahle-i tedristen geçirme, hiçbir kafa karışıklığına sebebiyet vermeyecek şekilde açıklama (teybin), farklı alanlardaki uygulamaları hayata geçirme (teşri), insanları davet ettiği değerleri kendi hayatında somutlaştırma (temsil), birlikte olduğu toplulukları hata ve yanlışlıklardan arındırma (tezkiye) şeklinde misyonlar ifa etmişlerdir.

Kime ve Neye Davet?

Allah'ın kendisine kitap, bilgi ve peygamberlik vermiş olduğu hiçbir kişinin kalkıp da insanlara: ‘Allah'a değil bana kul olun.’ diyebilme yetkisi yoktur. Fakat o, ‘Öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz kitaba göre rabbaniler olunuz.’der.” (Âl-i İmran, 3/79)

Yukarıdaki ayette çok açık ve sarih bir şekilde peygamberlerin dahi insanları kendisine kul olmaya çağırma gibi bir hak ve yetkileri yoktur. İnsanlar sadece ve sadece Allah’a kul olmaya ve Kitab’ın tedrisinden geçerek Allah’ın yolunun erleri olmaya davet edilir. Ayette: “tuallimunel kitabe ve bima kuntum tedrusun” vurgusu, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Kılavuz ve rehber olarak “öğrettiğiniz” ve “tedris ettiğiniz kitap” yani Kur’an’ın altının çizilmiş olması çok önemli bir hatırlatmadır.

Kişinin kendi cemaatine, partisine, derneğine, vakfına, şeyhine, abisine/ablasına yaptığı davetler bir anlamda bunları hak ve hakikatin yegâne temsilcisi olarak görmesinden kaynaklanan çarpık bir anlayıştan kaynaklanmaktadır.

Kendi mezhebimizi, meşrebimizi din usulü anlamında doğru bir istikamet üzere görmemiz anlaşılır bir husustur. Aksi halde şüpheyle baktığımız, doğruluğundan emin olamadığımız bir yolu takip etmek mümkün değil. Ancak cemaatlerimiz, derneklerimiz, vakıflarımız “Allah için rabbaniler” olma yolunda bir misyon edinmemize vesile olduğu oranda kıymete haiz birer araçtır. Yol haritası ve kılavuzumuz ise her daim Kur’an’dır.

Tebliğ ve Davet Müslümanlar İçin Zorunluluk mu Tercih mi?

Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.” (Nahl,16/125) “Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve uyar.” (Müddessir, 74/1-2) Bu ayetlerde hitabın Hz. Peygamber’e olduğu açıktır.

Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide, 5/67) Bu ayette görüldüğü gibi tebliğ ve davet peygamberlik misyonunun ayrılmaz bir parçasıdır. Bu vazifeyi yerine getirmeyen elçilik vazifesini de yerine getirmemiş olur.

Asra yemin olsun ki insan hüsrandadır. İman edenler, sâlih amel işleyenler ve birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr, 103/1-3)

Evlâdım! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten sakındır ve bu uğurda başına gelecek musibetlere sabret. Çünkü bunlar azim ve kararlılık gösterilmesi gereken mühim işlerdir.” (Lokman, 31/17)

O müminler ki kendilerine yeryüzünde bir hâkimiyet verdiğimizde, namazlarını dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emreder, kötülüklerden neyhederler. Bütün işlerin neticede varıp değerlendirileceği yer Allah’ın huzurudur.” (Hac, 22/41)

Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler. İyiliği emreder, kötülükten nehyederler. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Allah’a ve Resul’üne itaat ederler. İşte onlar, kendilerine Allah’ın merhametle muamele edeceği kimselerdir. Şüphesiz ki Allah, izzet ve hikmet sahibidir.” (Tevbe, 9/71)

Onlar Allah’a ve ahiret gününe inanır, iyiliği emredip kötülükten sakındırır ve hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte bunlar, sâlih kullardandır.” (Âl-i İmran, 3/114)

Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Âl-i İmran, 3/104)

Bu ayetlerde açıkça görülmektedir ki İslami tebliğ ve davet peygamberlik misyonunun esasını teşkil etmekle birlikte tüm müminlerin de temel sorumluluğudur.

Fasid ve batıl ideoloji ve hareketlerin temsilcilerinin dahi ellerindeki tüm imkânlarını bu fasid anlayışlarını yaymak amacıyla seferber ettikleri bir vasatta, insanların dünya ve ahiret kurtuluşunu hedef edinen bir dinin müntesiplerinin bu sorumluluklarını ihmal etmeleri kabul edilemez.

Çok daha kısıtlı şartlarda ve sınırlı bilgi ve tecrübeye rağmen öğrenci evlerinde, çay ocaklarında, kitapevlerinde yürütülen tebliğ ve davet çalışmalarının feyiz ve bereketini bizzat yaşadık, gördük. Oysa bugün çok daha imkânlı, çok daha bilgili ve çok daha tecrübeli olduğumuz halde bu hayırlı çabayı ihmal etmenin sancılarını yaşıyoruz.

Bugünden başlayarak her birimiz akraba çevremizde, okulumuzda, çalışma ortamımızda bildiğimiz, tanıdığımız insanlarla ilgilenirsek göreceğiz ki asıl sorun çevresel faktörlerde değil, bizlerdedir.

Birkaç Hatırlatma

1) Yaptığımız uyarı ve hatırlatmaların öncelikli muhatabı aslında kendi şahsımızdır. İslami tebliğ ve davet çalışmalarını yürütürken kurtarmaya çalıştığımız asıl kişi biziz.

2) Tebliğ ve davet dili kal dili değil, hal dilidir. Tebliğ ve davetin başarılı olması, anlattığı doğru ve güzel şeyleri tebliğcinin önce bizzat kendisinin yaşaması ile doğru orantılıdır. Kişi dile getirdiği eksiklik ve zaafların pençesinde kendisi kıvranıyorsa muhatabı üzerinde tesir bırakması mümkün değildir.

3) İmkânlarımızı doğru ve verimli kullanmak için davette bulunduğumuz muhataplarımızın durumunun iyi etüt edilmesi hikmetin gereğidir. Hz. Peygamber’in tebliğ ve daveti sırasında dikkat ettiği hususlardan biri de insanın içinde bulunduğu şartları nazar-ı itibara almaktı: fikrî seviyesi, alışkanlıkları, telakkileri, kişisel temayülleri, anlayış kapasitesi vs.

4) Tebliğ ve davet konularını sınırlı birkaç mevzuya hapsetmemeliyiz. Kur'an-ı Kerim’in vazettiği inanç esaslarının yanı sıra, ibadet ve ahlaka ilişkin hükümler de tebliğin sınırları içindedir.

5) Tebliğ ve davet Allah'ın mesajını muhataplara ulaştırmak olduğuna göre burada fedakârlığın, ölçülü olmanın, kulluk bilincinin devrede olduğu bir süreci tasavvur etmek gerekir. Tüm çalışmalarda olduğu gibi dağınık, plansız, programsız bir çabanın başarı şansı azdır.

Rabbim bizleri bu yöndeki sorumluluğunu hakkıyla yerine getiren kullarından eylesin…