Hayatın yükü ya da yoğun, yoksul ve yoksun

Ali Değirmenci

Avrupa'dan uzakta, dünyanın bir ucundaki Upolu Adası'nda huzur ve barış içinde yaşayan, Güney denizi şefi Tiavea'lı Tuiavii 1900'lerin başlarında, "göğü delen adam" olarak nitelendirdikleri modern Avrupa insanının yaşayışını saf, ümmî ve fakat etkileyici bir bakış açısı ve üslupla çirkin, karmaşık, ahmakça ve tiksinti verici bulmaktaydı. Onun zihni, kalbi ve bedeni henüz pek kirlenmemiş bir insan olarak, dışarıdan bir gözlemle Avrupa ve dolayısıyla uygar dünyaya yönelttiği çocuksu fakat anlamlı/değerli eleştiriler ne kadar güzel ve etkileyicidir.

Gerçekten de yıllardır, her fırsatta ve her türlü vasıtayla süblime edilmeye çalışılan bu yaşayış, günümüzde ulaştığı nokta itibarıyla, insanoğlunu topyekûn bir dejenerasyon ve asimilasyon tehlikesiyle karşı karşıya bırakmış bulunmaktadır. Bugün yerel, etnik, kültürel ve hatta dini kimlik ve karakter kaybının ötesinde ve üstünde, "insan olma ve insan olarak kalma" anlayışı bile ciddi, çok yönlü ve tehlikeli bir abluka altındadır. "Eşref-i mahlukât" olarak, "ahsen-i takvim" niteliğiyle yaratılan ve "yeryüzünde Allah'ın halifesi" kılman insanoğlu, bütün bu erdemlerden ve rabbinden uzaklaştıkça zihnen ve manen kan kaybetmekte, kendisine ve hedeflerine de sürekli yabancılaşmaktadır. "Ekini bozan", tabiatı, toplumsal ve kültürel dokuyu deforme edip yozlaştıran insan neslinin tahrif ve tahribi de çoğullaşmakta, insanlar neredeyse önce intihar edip sonra yaşadıkları ortama, mekanize edilmiş sisteme angaje olarak ölümcül bir anlamsızlık atmosferin sürüklenmektedirler. Tıpkıbasım mekanlar, usûl, görüntü ve çeşni bakımından birbirine son derece yakın akraba olan hayatlar; onca kalabalığa rağmen -deyim yerindeyse- iğdiş edilmiş, tekilleştirilmiş; edilgen, daha baştan mağlup ve hastalıklı benlikler üretmektedirler.

Çirkinlik, ahenksizlik, fakirlik, beğeni kısırlığı, yalnızlık, yaşayıştaki semantik çözülüş ve çağdaş değerlerdeki kakafoni gibi modern olumsuzluklar, o kadar süs, kibir ve konformizme rağmen "çok çiğ bir çağ" imajına sürekli vurgu yapmaktadır. Bu tür bir gelişme, korkunç ve bütüncül bir hafıza yitimi ve tekdüzelik tehlikesinin yaygınlaşmasına da ivme kazandırmaktadır.

Diğer taraftan böyle bir görüntünün müsebbibi ve bu şeytani cenderenin herkesten önce ve herkesten fazla müessir, müdahil ve müdavimi olan egemen Avrupai sistem ve onun peykindeki istikbar mekanizması; sinsice bir mantaliteyle bunu insanlığın ortak kaderiymiş gibi lanse etmeye ve yeryüzündeki bütün insanların önüne koymaya çaba göstermektedir. Henüz bu bataklığa bütün boyutlarıyla girmemiş olan ve geri kalmış olarak nitelendirilen toplumlar da, bu kollektif suçluluk duygusu altında ezilmeye, çaresiz bırakılmaya, başkalarına el açmaya ve dolayısıyla yönetilip yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Kendisini kirletip tüketen ve suçüstü yakalanan uygar vicdan, kabahati başkalarının üstüne atabilme telaşıyla kendi fasit dairesinin dışına çıkarak yeni dünya düzenleri oluşturmaya çabalarken bile, çıkarcılığından buyurganlığından ödün vermemektedir. Yeryüzünü zulüm, kan, gözyaşı ve günahla dolduran Batılı tahakkümcü mantalite, yine "insanlığın ortak temaları" anlayışıyla bütün bir dünyayı günah çıkarma tapınağı olarak görmek istediğinde de dünyevi, pragmatist dualarla kefaretini istemekte, her halükârda küstah ve bencilce davranmaktan imtina etmemektedir.

Modern dünyaya özgü çok yönlü temel aktarıcılar ve bilumum kitle iletişim araçları, ilgili ilgisiz yer yuvarlağında olup biten her şeyi, bu ortam içinde şekillenip tanımlanan her insanın önüne -daha doğrusu zihnine ve kalbine- koymakta, üst üste yığıp biriktirmektedir. İnsan havsalası böyle bir yığılmayı sindirip anlamlandıramamakta, bu da ister istemez gündem dejenerasyonuna ve beyin israfına sebebiyet vermektedir. Başka bir deyişle birey, kendisini kuşatanları kavrayıp kuşatamamakta, tereddüde boğulmakta, asla kendisi olamamaktadır. Bizi gerçekten ilgilendiren ve etkileyen şeylerle, bizim dahlimiz ve derdimiz olmayan gelişme ve olgular birbirine karışmakta, zaten bu tür bir problemler yumağıyla meşgul olmaya yetecek kadar imkan ve vakit de bulunmamaktadır. Her şeyi -amiyane tabiriyle- "kafaya takma"yı göğüsleyemeyen ve zaten böyle bir performansa da sahip olamayan insanlar, bu durumda, hiçbir şeye aldırmamakta, önemsememekte ve duyarsızlığa meyletmektedirler. Yapay problemler ve sahte gündemler, zihinsel zeminleri de kayganlaştırmakta, bulanıklaştırmaktadır. Böylece insanların çoğu pasif birer okuyucu, dinleyici, izleyici / seyirci olmayı kerhen de olsa kabullenmeye itilmekte, hep birilerinin vekâleti, vesayeti ve inisiyatifi altında ömür tüketmektedirler.

Modern yaşayışın günümüzde daha belirgin bir şekilde temayüz eden hususiyetlerinden biri de, içeriksiz bir yoğunlaşmayı öne çıkarmasıdır. Adeta hayata katılan her yeni eşya ya da fenomen yahut gelişme, hayatı biraz daha hantal ve hımbıl kılmakta, biraz daha ağırlaştırmaktadır. Böylece, zihnini ve kalbini sadeleştirmek, yeğnik kılmak isteyen insanoğlu, tam tersine, bütünlük ve anlam ilişkisi kurulamayan eşyalar ve münasebetler ağında kaba ve kullanışsız bir yoğunluk, kargaşa ve kaosla yüzyüze gelmektedir. Günlük hayatı tıkabasa dolu gibi görünen bireyin elinde, sonuçta; bir avuç köpük kalmakta, bu da direnişi düşürmekte, pesimizmi artırmaktadır.

Madden ve manen yoksullaşma da bu modern hayatın önemli karakteristiklerindendir. Zengin ve rengîn görüntünün altında, aslında, basitlik, değersizlik, dengesizlik ve yoksulluk barınmaktadır. Zira hayatın şiirsel ve ahenkli hiçbir yönü kalmamakta, maddeye ve menfaate endeksli yaşayış tarzı insani, ilahi, etik ve estetik olan bütün manevi değer ve kazanımları baltalamakta, hayatın dışına itmektedir. Modern ilkelliğin ve barbarlığın palazlandığı her yerde hayat kötürümleşmekte, ahlaki gelişim inkıtaya uğramakta ve ulvi değerler bağı meyve veremez hale gelmektedir.

Çok şeye sahip olmak isteyen ve hayatını bu eksende tanzim eden insanoğlu böylece her şeyden yoksun olmaktadır. Çünkü durulan ve oradan ulaşılmak istenilen yerin yanlışlığı görülememekte, olması gerektiği şekilde kavranamamaktadır. Kapitalist egoizme dayalı mülkiyet ve kışkırtılmış aidiyet anlayışı, insani ve kamusal faydaları, katılım ve paylaşımı, dostluk ve dayanışmayı basite indirgemekte; hırslı ve tamahkâr olmayı ise hastalık derecesinde kuvvetlendirmekte, "birbirinin kurdu olan" insanların türemesine, ma'rufun bitimine ve münkerin egemenliğine zemin hazırlamaktadır. Fısk ve fücur, fıtri / insani bütün kaleleri iğrenç ve sinsice bir yaklaşımla teslim almaktadır.

Böyle bir hayatın çeşitli bağlamlarda önümüze koyduğu sıkıntı, hafakan, telaş ve problemler, haliyle insanlığı her şeye rağmen anlam kırılmasına, muhteviyatsız ve münderecatsız bir yoğunluğa, yoksulluğa ve yoksunluğa sürüklemekte; evrensel bir bıkkınlık ve mutsuzluğa yol açmaktadır.

Sözlerimizin sonunda, batılı bir müştekinin, Mme de Stael'in şu çağrısına kulak verelim:

"Hayatın yükü altında ezilmeyelim. Merhametsiz düşmanlarımıza, nankör dostlarımıza, fikri melekelerimizi ezmiş olmak zaferini tattırmayalım"