Hangi türde olursa olsun, edebi yapıtlar da konularını kuşkusuz insandan, insanın iç ve dış doğasından/dünyasından, toplumsal olgulardan, siyasal bilinç ve gelişmelerden alır. İnsan teklerinin ve topluluklarının, yeryüzü serüvenindeki olay ve olgular, kırılma ve parçalanmalar, düşüş ve yükselişler sözün hünerli kutusundan geçerek hem yeryüzü tutanağında bir iz bırakır hem de insanlarda etkili karşılıklar üretir. Kısaca "insanlık durumu" diye adlandırılabilecek bu kavram ve yaşayış kesitlerinin anlatılmasında en elverişli, kapsamlı ve kalıcılık boyutu taşıyan sanatsal alan da herhalde edebiyattır.
Aylık edebiyat dergisi Hece, son sayısında, yukarıda söylediklerimize genel bir çerçeve oluşturacak şekilde "Hayat-Edebiyat-Siyaset" yazılarından oluşan büyük bir toplam eşliğinde okuyucusuyla buluştu.
Hece dergisi, daha önce "Türk Öykücülüğü, Türk Şiiri, Türk Romanı, Eleştiri, Ahmet Hamdi Tanpınar, Diriliş ve Nuri Pakdil" başlıklı özel sayılar çıkarmıştı. "Hayat, Edebiyat ve Siyaset" başlığı ile yayımlanan bu sekizinci özel sayıda, altmış bir değişik yazarın çeşitli konulardaki çalışmaları yer alıyor. Derginin üç sayısının (Mayıs, Haziran ve Temmuz) birleştirilmesiyle ortaya çıkan "Hayat-Edebiyat-Siyaset Özel Sayısı", Hayat-Edebiyat, Dünden-Bugüne Edebiyat'ta Hayat ve Siyaset, Siyasetin Edebiyata Etkisi, ve Hayat-Edebiyat-Siyaset Kaynakçası bölümleriyle, toplam 680 sayfadan oluşuyor.
Derginin giriş yazısında, hayat-edebiyat-siyaset üzerine genel bir çerçeve çizilmiş ve insanın hayatı, hayatın da insanı etkilediği üzerinde durularak, hayatın kimi zaman kuşatıcı kimi zaman da kuşatılacak bir nesne olduğu belirtilmiş ve hayata nereden bakıldığının onu tanımlamada ve kuşatmada esas etken olduğu vurgusu yapılmış.
"Görmek istediği ile birebir ilişkilidir insanın baktığı yer. Sanattan, edebiyattan, siyasetten, dinden, ekonomiden… bakar. Oysa bütünlük ve varoluş bilici, hayatın, varlığın amacına açılan damarların hepsinden birden bakabilecek bir açının oluşumunu gerçekleştirmeyi ve ona ulaşma çabasını gerektirir."
Hayatın kendisinin bir edebiyat metni olmadığı gibi edebiyatın da yalnız başına bir hayat olamayacağı vurgusunun yapıldığı giriş yazısında, hayatın doğal siyaset dokusunun siyasallaştırılması sonucu hayat olmaktan çıkması gibi siyasallaşan edebiyatın da siyasal işlevselliğe ve sorunsala yabancılaşarak donuk bir yazı yığını haline geleceği savunulmuş;
"Hiçbir insani eylem, bir başkası için kullanılmak durumunda olmamalı ve harcanmamalıdır. Ancak o zaman kendince işlevsel olacaktır. Edebiyat hayatı ve siyaseti, siyaset de edebiyatı ve hayatı besleyen kaynaklardır."
Bunun dışında olanın güdümlü bir edebiyat ve siyaset ortaya çıkaracağı gerçeğinin altı çizilerek, Cumhuriyet dönemi edebiyat ve siyasetinin güdümlü bir edebiyat ve siyaset olduğu, toplum hayatını bu güdümlü edebiyat ve siyasetin belirlediği ve hayatı ona göre dizayn ettiği vurgulanmış.
Birinci bölümde, genel anlamda edebiyat-siyaset ilişkisinin incelendiği makalelere yer verilmiş.
Şaban Sağlık'ın "Edebiyatta Bağlanma Sorunu" başlıklı makalesi giriş yazısını tamamlayan, bence okunup üzerinde iyice düşünülmesi gereken bir çalışma olmuş. Bu çalışmada da edebiyatın hayatı tamamen belirlemesinin imkansız olduğu, güdümlü veya bağımlı bir edebiyat ve siyasetin dayatmacı/indirgemeci olacağı görüşü savunularak konuyla ilgili farklı kesimlere mensup yazarların görüşlerine yer verilmiş. Tahsin Saraç'ın bu konudaki fikirleri oldukça manidar:
"Ben güdümlü edebiyat, güdümlü sanat deyimindense sorumlu sanat deyiminin kullanılmasını yeğlerim. Her olay karşısında, dünyaya bakış açısında, sanatçı kendini sorumlu tutacak, kaçmaya, yan çizmeye gitmeden gereken tavrını takınacak, ondan sonra da takınmayı saptadığı davranışa uygun sanat yapacaktır. Sanatta gerçek ve namuslu özgürlükte budur, kanımca. Bunun kötüye işleyişi de olmaz değil, toplumcu sanat yapıyorum diye bas bas bağıran, söylev çeken, slogan çığırtkanlığı yapan nice sömürücüler boy gösteriyor ortalıkta. Hemen belirtmek gerek ki şiirle, sanatla, hiçbir yeni öğreti, hiçbir ülkü aşılanamaz; ancak bilinen şeyler güzel çağrışımlara bağlanarak daha bir benimsetilir. Sanatla bir bilinç bilenir, bir bilinç hep sıcak ve uyanık tutulur."
Bu bağlamda hiçbir şey siyasetsiz, insani fikirlerden ve toplumdan, dolayısıyla hayattan kopuk değildir. Her ne olursa olsun sanatçı, yazar; yaşadığı an'a tanıklık etmesini bilendir. Her şey bir yere, siyasete, inanca, düşünceye bağlıdır veya bağımlıdır. Ancak bu bağımlılık insanı, sanatı ve siyaseti hayattan kopuk ve ötekine yaşama hakkı tanımayan kör bir noktaya götürmemelidir. Bu düşünceden hareketle insanın yalnızca yaratana bağlanması insanı, sanatı, siyaseti özgür ve bağımsız kılacağı kanaatindeyim.
Bunun yanı sıra yine birinci bölümde yer alan Abdurrahim Karadeniz, Ali Ayçil, Ali Değirmenci ve Hayriye Ünal'ın yazıları konuyla ilgili oldukça önemli vurgular içermeleri bakımından okunması gereken makaleler olarak göze çarpıyor.
Özellikle Hayriye Ünal, Hardt ve Negri'nin birlikte yazdıkları "İmparatorluk" kitabı çerçevesinde hem dünya hem de Türkiye siyaseti üzerine önemli tespitlerde bulunmuş:
"İmparatorluğun içerisinde oluş gerçeğimiz umutsuzluğa neden olmamalıdır. İmparatorluğun hem içinde hem de karşısında olabiliriz ve aslında en güçlü muhalif hareketler ve en verimli alternatifler, eskinin kabuğu altında yeni bir toplum yaratarak, içeriden doğacaktır." Elbette, Hz. Muhammed de Kureyşlilerin içinden çıkmıştı –ki bana göre devrimlerin en görkemlisidir-, o zamandan bugüne değişen toplam sermaye birikiminin aşırı artışı değil sadece, ihtirasların sınırları yok artık."
Yazının bir başka bölümünde cemaat, edebiyat, siyaset ilişkisi üzerinde duran Ünal şöyle diyor:
"...Peşinden binlerce insanı manevi bir güçle sürükleyebilen birinin bence kritik bir zamanda –11 Eylül sonrası- bir konudaki açıklaması kesinlikle tesadüfi değildir... Daha önce Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan bir dizi yazıda sormuştu bir yazar: "Bazılarının yaptığı gibi değil de direkt olarak Amerikalılar nasıl bir İslamı istediklerini söyleseler de dünyadaki 1,2 milyar Müslüman ona göre inançlarını düzenleseler? Hatta bir adım ileri giderek Kur'an-ı Kerim'i yeniden ve Amerikan mantığı ile yazsalar da terörün Amerika'ya karşı gelmek anlamında olacağını ve cezasının da bombardıman değil de cehennem olduğunu söyleseler!!" Yazar gülünemeyecek kadar harcıalem bir nükte olarak anmıştı belli ki bunu. "Üsame Bin Ladin'den nefret ediyorum" diyor Hoca Efendi mezkur röportajda; çünkü hakiki bir Müslüman'ın terörist olması düşünülemezdi ona göre. Bin Ladin'se hevesine göre davranıyordur. Ancak Şeyh Ahmet'in suikast sonucu İsrail tarafından şehid edilmesinden sonra 23 Mart tarihli gazetede Sayın cemaat lideri şöyle diyor;"Bir arkadaşımız İsrail'e gitmişti. Biraz Filistin'de de kaldı. Orada doktora yapan çok akıllı bir arkadaş. Bize; "Beş altı ay kaldım İsrail'de. Bir barış organizasyonunun yönetim kuruluna girmem için bana teklifte bulundular. İsrailliler tarafından teklif edildim. Bir Filistinli buna mani oldu. Gördüm ki o Filistinli bir silah tüccarıymış" dedi. Dolayısıyla birileri bu türlü hadiseleri hep canlı tutmak suretiyle bir yere varmak istiyorlar."
"23 Mart tarihli Zaman gazetesinin ilk sayfasının en üstünde cemaat liderinin ağzından "Bin Ladin İslamiyet'in aydınlık çehresini karartmıştır" manşeti var. Hemen altındaki manşet şu: "İsrail Yasin'i vurdu dünya ayağa kalktı." Türkiye tarzı muhafazakarlığın artık nesnesini bu derece şaşırmış oluşu, neyin muhafaza edilip edilmeyeceğiyle ilgili bir sorun olmayı aşmış, insanın kendi fıtratına yeniden ve yeniden ihanetine dönüşmüştür."
Türk edebiyatına siyasetin etkisi üzerine yapılan değerlendirmelerin yer aldığı ikinci, üçüncü ve dördüncü bölümlerde değişik görüşte kırk iki yazar yer almış.
Hayat, edebiyat ve siyaset üzerine genel değerlendirmelerin yapıldığı beşinci bölümden sonra gelen "Hayat-Edebiyat-Siyaset Kaynakçası" içerik bakımından 27 farklı başlıktan oluşmuş. Dergilerde ve kitaplarda yayımlanan yazıların yanı sıra kitap ve tez künyeleri de bu başlıklar altında toplanmış. "Eski Harfli Kitaplar" ise ayrı bir başlık altında okuyucuya sunulmuş. Buna rağmen kaynakçanın, konunun geniş bir alana yayılmasından dolayı yetersiz olabileceğinin altı çizilerek:
"Edebi bir metni, hayat'tan ya da siyasetten soyutlamak imkansızdı. Bu durum çalışmamıza belirli bir sınırlılık getirme zorunluluğu oluşturdu. Bu sınırlılık ölçütü, metinlerdeki adlandırmaların ya da içeriklerin, çalışmanın başlığını oluşturan kavramlarla örtüşmesidir." denilmiş.
Hayatın, edebiyatın ve siyasetin yozlaştığı, medya patronlarının ya da statükonun eteğinde edebiyat ve siyaset üretenlerin çoğaldığı, "insanın çağından tiksindiği" onurlu ve insanca yaşamanın zorlaştığı bir "cinayet çağı"nda kısıtlı imkanlarına rağmen bundan önceki özel sayılar gibi kapsamlı bir özel sayı daha çıkararak eksikliklerine ve kimi tartışmalı yönlerine rağmen alın terlerini yüreklerine ve kalemlerine akıtan Hece dergisini bir kez daha kutluyorum.
Hayatın, sanatın ve siyasetin yozlaştığı/güdükleştiği bir dönemde bu konuların dergilerin yanında daha geniş kitlelere/çevrelere ulaşabilme imkanı olan gazetelerde, televizyonlarda konuşulup tartışılmasını sağlayarak var olan yozlaşmanın giderilip insani olana yeniden dönüşü sağlayacak onurlu ve erdemli bir çalışmanın peşinde olmasını derginin amacına ulaşması açısından önemli buluyorum.