İlkbahar, büyülü gözleriyle etrafı süzmeye başlamıştı yine. Her yan hayata dönmüştü. Bir otobüs penceresinden görülen kadarı bile, bahara yüz tutmuş toprağın, ağacın, çimenin neşesini, sabırsızlığını anlatmaya yetiyordu. Nereye baksa gözleri, hayattan pay almadan geri dönmüyordu kendine. Yani hayat, mutad olduğu üzre, çılgınca fışkırmaya durmuştu yine ölü topraktan.
Mutluluğa kesilmişken herşey, zaman öylece kalsa keşke diyordu. Öylece kalakalsa hayat, hiç zeval bulmasa. Yeşil hep böyle yeşil, mavi hep böyle mavi, çiçekler hep böyle çiçek kalsa. İçinin coşkusu, yanından hızla geçtikleri denizin dalgalarıyla yarışırken kendini düşünmek İstedi, varlığını böyle doya doya hissederken. Yaşamak güzel şeydi doğrusu. Hem de büyük, ürpertici bir şey. İnanmak ise yaşamını güzelleştiren her şey. Yaşıyordu ve inanıyordu ve hem de anlamlı yolculuklar üzerindeydi. Seyir halinde. Anlamlı yorgunlukların sızısı vardı dizlerinde. İnandığı doğrular için yorulmanın verdiği huzur dinginleştirdi yüz ifadesini. Gözlerindeki huzuru cama vuran aksi de gizlemiyordu. İmtihan için geldiği hayatta çabalamaya, yaşamaya uğraşıyordu. Mücadele diyordu, direniş diyordu pek çok cümlesi. Bunlar az değil diyordu elbette çok da değil. Bir an zihninden imtihan sözcüklü ayetler geçe yazdı. "Biz sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan eksiltme ile..." Kendisi hangisiyle sınanıyordu ya da sınanacaktı? Kim bilirdi? Neyle imtihan edilir, nasıl sabredilirdi? Cevapları gelen günler, geçen dünlerle birleşip yazacak, ve satırlar boynuna asılacaktı, kıyamette okunmak üzere.
Hep söylüyordu, söyleniyordu hep; sabır merkezli hayatlar kurulmalı diye. Bakalım hayatı ve Ölümü anlamlı kılan çizgiler çizebilecek miydi kendi toprakları üzerinde. Önünde uzun yıllar vardı ve yaşanacak pek çok şey.
Otobüs yüzlerce kilometreyi, güzel koyları, dağlan, denizin dalgalarını geride bırakıvermişti. Bir mola yerinde daha, sıcak çaylar yudumlanıyor ve hayat sihirli parmaklarıyla dokunuyor bir kez daha ona, annesinin kucağında uyuyan bebeğin tebessümüyle. Mutad olduğu üzre hayat nesil nesil yeniliyordu kendini.
Derken, bir dost beliriverdi aniden. Üzgün gözler ne yapacağını, ne diyeceğini bilmez tavırlarla yaklaşıyordu kendine doğru. Şaşırmak, sormak mı, susmak, beklemek mi lazımdı? Ve tez duyulan kara haber onu da bulmuştu bir mola yerinde, acele içilen çayların buruk deminde. Kara haber dökülüverdi cümlelerden üzerine sağnak acılarla birlikte.
Bilen var mıydı, kardeş ölümü nasıl bir haberdir?
Her yan ölüme dönmüştü. Hayat, ölüm yazmıştı bugün ona. Fısıltılar onun için suskunluk olmuştu artık. Etrafta ne ağaç, ne deniz, ne çiçek, ne çimen kalmıştı. Deniz göğe kaçmış, ağaç dağların ardına saklanmış, çiçek taç yapraklarını örtmüştü yüzüne. Artık toprak hayat fışkırtmıyor, hayatı kara sinesine çekiyor, emiyordu mutad okluğu üzre...
Her yanı bir boşluk kaplamıştı. Katran karası ısırgan yalazı bir boşluk... Acı, işittiği sözcüklerin beynindeki yankısıyla özdeş zamanlarda, tüm hücrelerine işledi. Her yanı kapladı acı. Göğü de yeri de. İçini de dışını da bürüdü. Zaman onu bir dağ yamacından almış, kurak bir bozkıra bırakıvermişti. Zaman yoktu artık. Mekan anlamsız. Burukluk mu. hüzün mü, isyan mı, tevekkül mü, ne hissetsindi şimdi o? Bilen var mıydı? Kardeş ölümü nasıl bir şeydi? Nasıl tadılırdı bu zehir zemberek haber, nasıl yutkunulurdu? Göz pınarları mı, daralan yüreği mi, çatlayan beyni mi daha iyi anlamıştı bu haberi?
Ne hissederdi insan, ne yapardı, kardeş ayrılığı kıyamete dek sürecek olduysa bir anda? Bilen var mıydı? Zaman çabuk mu geçiyordu ağır mı? Nasıl taşınırdı büyük, alnına bitmeyecek bir özlem yazıldıysa bir anda ve o anda bin kurşun yarası aldıysa yüreği? Bilen var mıydı?
Ne olacaktı şimdi? Bir sevgili yoktu artık. Geriye yüzlerce anı bırakarak yoktu. Sormadan, söylemeden, veda etmeden, aniden yoktu. Heyhat, "apansız yokluk" vardı artık.
Gülümseyişleri mi hatırlanmalıydı önce, yapılan kavgalar mı? Bayram sabahlan mı hatırlansındı beraberce el öpülen, otogardaki vedalaşmalar mı? Sırt sırta verilip uyunan geceler mi güzeldi, birlikte atılan kahkahalar mı? Çocukluk fotoğraflarına mı bakılmalıydı Önce, kendi el yazısı mı bulunmalıydı bir yerlerden? Bilen var mıydı? Defterlerini nereye koymuştu? Fotoğraflar da sararmamıştı henüz. On-sekizinde fotoğraflar sararmıyordu, onkekizinde bir beden çürüyüp giderken. Nedenini bilen var mıydı? Zaman onu korkunç bir boşluğa alıvermişti. Hayır, zaman da yoktu artık. Hayat, özlem ve acı üretiyordu yine mutad olduğu üzre.
Derken taziye cümleleri duymaya başladı. Ona hitab ediyorlardı ne tuhaf. Acı paylaşılabilir miydi? Herkes bir parçasını almaya çalışıyordu ama kendindeki pay neden hiç azalım yordu? Bilen var mıydı? Bilen var mıydı, kim serinletebilirdi bu cehennem vadisi kesitini hayatın?
Yürek sızıları gibi sorulan da bilmek bilmiyordu. Birden, tüm cevaplan bildiğini düşündü. Çünkü, hayatın da ölümün de kendisini işaret ettiği varlığı biliyordu. Çünkü. "Biz sizi biraz, korku, biraz açlık, mallardan, canlardan eksiltme ile imtihan edeceğiz" ayetini biliyordu. Ama bu defa ilme'l yakin ile bilmek düşüyordu payına. Dua elti. Çünkü biliyordu tek Rabbi yetişebilirdi imdadına. Tek o hafi iletebilirdi acısını. O dilerse tüm ateşlere "esenlik ol" diyebilirdi.
Bir an bir dostun dilinden dökülüverdi "esenlik ol" emri.
"Biz O'nun içiniz ve O'na döneceğiz"
Bir kez daha bildi. Bu defa ilme'l yakîn mertebesinde. Herşey O'nun iradesinde O'nun elindeydi. Rahmandı, acı verse de. Üzüntü verse de Rahim'di. Serlerinde hayırları gizliydi. Dertlerinde devaları içkindi. Bildi. Hayat da devam edecekti ölüm de. Her-şeye rağmen ölümü teslimiyetle, hayatı tevekkülle karşılamak eldeydi. Ölüm hayatın uyarıcısı olmaya, imtihanı, sınanmayı kotarmaya devam edecekti. Ve hayat, sabredenlerle, şükredenlerle, yılmayıp yola devam edenlerle müşerref olmak için beklemeye devam edecekti. Mutad olduğu üzre...
"Sabrı ve tevekkülü kuşandığına inandığım telefondaki metin ses. Yukarıdaki satırlar, dualarla birlikte sana ithaf olundu. Belki acılar da paylaşılabilirdi."