Hayat-İdeal İlişkisi ve Müslümanların Pratiği Üzerine

Şefik Sevim

 

 

Hayat-ideal ilişkisinde veya kopukluğunda tespit etmemiz gereken başlangıç noktası hayatı algılama biçimimiz ve iman etme sorunumuzdur. “Ey iman edenler! İman ediniz.” İnsanın en büyük çürüme noktası idealsizlik halinin benimsenmesi ve hayatın gayesi haline gelmesidir. 

İnsanın “aceleci olduğu”, “zayıf olduğu” Kur’ani bir hakikat iken, öyleyse Rabbimize dayanma zorunluluğumuz vardır. Umutsuzluk, hangi koşullar içerisinde olursak olalım haramdır. Allah’ın varlığı bile bizim için umut, güven, güç ve moral kaynak olarak yeterlidir.

İdeallerimizin aşınmasıyla, inanç hayatımızda, düşünce hayatımızda, pratik hayatımızda ölçüsüz ve sınırsız bir esnekliğin yaygınlaştığını görüyoruz. Bu tür bir esneklik büyük bir kişilik ve karakter erozyonuna / bozulmasına neden oluyor. Ölçüsüz ve sınırsız esneklik bağlılarını uzun vadeli erdemlerden uzaklaştırarak anlık, günlük inançlara ve ilişkilere mecbur bırakıyor.

Yabancılaşmanın, çözülmelerin, bozulmaların, çürümelerin, bilincine varamadığımız için bozulma ve çürümelerin bir parçası haline geliyoruz. Her gün, bir şekilde kalbimizden vuruluyoruz; ancak kalbimiz duyarlılığını yitirdiği için vurulduğumuzu hissetmiyoruz…

Şu da bir gerçektir ki içinde bulunulan koşulların etkisi, dünyevi birtakım hesaplar, hepsinin temelinde yatan iman zafiyeti bizleri zaman zaman inandıklarımızdan farklı pratiklere sevk edebilmekte, inandıklarımızla bire bir örtüşmeyen tutumlar takınmayı getirebilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Müslümanın hayata bakışının ne olması gerektiği En’am Suresi’nin 162. ayetinde gayet açık ve özlü bir biçimde hatırlatılmaktadır. “De ki: Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.”

Hayat boşluk kabul etmiyor. İlahi olanla, vahye müstenit olanla dolduramadığımız her şey, her mekân ve zaman şeytanın ve dostlarının bize karşı açtığı savaşta kazandığı, ele geçirdiği mevzilerdir. Hayatımız imanımızı değil; imanımız hayatımızı yönlendirmelidir.

İDEALLERİMİZİN TARİHSEL SÜRECİ

1)İdeallerimizi Dün Besleyen Neydi: Vahyi anlamaya dair okuduğumuz metinlerdi. Samimi duygulardı. İslam dünyasındaki gelişmelerdi. Uyanış sürecinin katıksız davranışlarıydı… Dün ağırlıklı olarak ideallerimizi şekillendiren, duygulardı. Akıl geri plandaydı. Şu an akıl ön planda, duygu ölmüş. Akıl, duygu ve pratik noktasında orantılı bir gelişim ortaya konulmadığından dengeli ve sağlıklı bir gelişim oluşamadı.

2)1970’lerde Türkiye’deki İslami Uyanış Sürecindeki İdeallerimiz Nelerdi:1970-80 arası en temel idealimiz İslam devleti ve ümmet idealiydi. 1970’lerle başlayan İslami uyanış süreci fikri/düşünsel çabalarla kısa süre sayılabilecek bir zaman diliminde hayatımıza idealler katmayı başarmıştır.

Bugün vardığımız nokta çok büyük emeklerin ürünüdür. İslam’ı sadece uhrevi bir din algılaması formunda sunan egemen siyasi sultalarla barışık yaşamayı nimet sayan bir gelenekten bugünlere gelebilmek büyük bir emeğin sonucudur. Kavmiyetçilikten, ulusalcı-milli reflekslerden, geleneksel ve modern hurafelerden arınmış tevhid ve adaletin merkeze alındığı bağımsız bir kimlik kazanımı küçümsenecek bir sermaye değildir.

Dönem arayış dönemi olması hasebiyle kendi içerisinde bir cevvaliyet taşıyordu. Duygu ön plandaydı. Niyetler, endişeler, ameller katıksızdı. Her yeni okuyuş, muhalif olmayı, bu da farklı bir kimlik heyecanını kazandırıyordu. Hesap ve insanın olduğu muhtemel çabaları yaralayıcı güven bunalımları, vefasızlıklar, yılgınlıklar, marazi duruşlar tabii ki sürece bağlı olarak azdı. Dünyevileşmeye karşı yaşanılan sürecin avantajlar sağladığı kesindi. Ne nefsimizi çekim alanına alabilecek bize sunulmuş iktidarların arpalıklarından nemalanma imkânına sahiptik, ne de merkezi bürokrasinin nimetlerine kanabilecek keskin kurnazlıklarımız bugünkü kadar belirgindi.

3) İdeallerimiz Açısından 1980 Sonrası Sürecin Genel Bir Değerlendirmesi:1980’lerdeki İslami uyanış sürecinde emeği geçen kuşağın çok genç olması ve çok samimi bir şekilde dini arayış ve algılayış sürecini yaşamaları, onların hayat gerçekleri karşısında çok iddialı bir çerçeveyle ortaya çıkmalarına neden olmuştur. “Olması gereken bir çerçeve olarak” sunulan bu tarz sonraki kuşaklar tarafından devralındı. Kahir ekseriyeti bekâr ve öğrenci olma gibi hayat gerçekleriyle mesafeli olan bu kuşak evlilik ve istihdam süreçleriyle beraber hayat gerçekleriyle yüzleşmişlerdir. Genel anlamda bu kuşak savundukları ideallerle hayatın gerçekleri arasındaki dengeyi sağlamada başarısız kaldıklarından kendilerini doğal limanları olarak gören sonraki kuşaklarda ideallerin zayıflamasını tetiklemiştir.

1980-90 arası İslami uyanışın yapısal bir hüviyete doğru gitmesi, lokal düzeyde her çevrenin -belki de ilk uyanış ve bilinçlenme psikolojisinin getirdiği gözü karalılıkla- kendini ispat etmeye yönelik bir çaba içerisine girmesi, usul, yöntem ve strateji açısından sıkıntılı bir süreci de başlatmıştır. Çok önemli bir “potansiyel sermaye” ciddi usuli hatalarla yıpratıldığı gibi “zamanın hatayı kabul etmemesi” ilkesi gereği telafisi güç olan tarihi yanlışlıklarıyla da yüzleşmiştir. Ve ne yazık ki yaşanan bu gerçekliğimiz sonraki süreçte sarsıcı güven bunalımlarına, ideallerin ölmesine ve tüm olup bitenlere karşı endişeleriyle direnen Müslümanların emeklerinin bereketini düşürmüştür. Bu tarihsel vebalin hangilerimizin payına ne kadar düştüğüne/düşebileceğine dair muhasebesini cesaret edip ne kadar yapabildik?

Hiziplerin güçlerini birleştirmek yerine “Ben gücümü artırayım onlar mecburen bana gelecekler, bana boyun eğip tabi olacaklar!” düşüncesinin, yaşadığımız bunca felaketlerin önemli nedenlerinden biri olduğu unutulmamalıdır. Bu gerçekliğimizi şu şekilde tanımlamak da mümkün: Hizipçilik, ideallerimize kendi ellerimizle indirdiğimiz en büyük darbe olmuştur.

Bütün geleneksel ve modern hurafelere, atalar kültürüne, dini temsiliyet atfedilen mekanizmalara, toplumun taklitçi anlayışına karşı tevhid ve adalet söylemlerimizde kısmen yeni, gerçekçi, sarsıcı dini algılamayla tanışmanın samimiyeti ve heyecanı; kısmen muhalif olmanın refleksler; kısmen de mesajı gündemleştirmede hikmet, basiret ve denge gibi konularda sıkıntılı bir sürecin başlaması, mesajın toplumsallaşmasının önünde set oluşturmuştur. Bütün özgünlüğüne rağmen tevhidi söylem ve çabalar hikmetsiz usuli yanlışların bedeli olarak toplumda, heyecan verici, motivasyonu güçlendirici, duygu ve idealleri zenginleştirici atmosferi oluşturamamıştır. Özetle; hikmet, üsluba ve işleyişe vaziyet etmemiştir.

Özal süreciyle beraber F. Gülen cemaatinin ve bazı tarikatların önünün açılması dini endişeler açısından büyük bir potansiyel bu zeminlerde tatmin olma yollarına gitti. İşine/aşına zarar gelmeyecek, sistemle başı ağrımayacak, “dini sorumluluğu ifa etme tarzı” olarak tanımlanabilecek bir dindarlık revaç buldu. Sembolik amellerle bile büyük faziletlerin elde edilebileceği anlayışı üzerine, siyasal söylemden muhalif duruştan uzak, taklitçi, itaatkâr, yapılacak hasenatların ebedi nimetlerle nasıl karşılık bulabileceğine dair bir dindarlık tarzı gittikçe revaç buluyor gibi görünmektedir.

İslami uyanış sürecinde arzulanan güçlü bir zemin ve kuşatıcı yapısal bir gelenek yakalanamadığından 80-90 arası süreçte ön planda görünen kimi aydın, yazar, akademisyen ve bürokratın kuşatılıp rafinerize edilebilme şansı da yakalanamamıştır. Söz konusu bu aydın ve entelektüellerin İslami değerler, hassasiyetler ve sabiteler açısından tartışılır adreslerde yer almaları hem kendileri açısından ciddi bir vebal hem de geniş bir kitlede güven kaybına neden olmuştur. Aynı zamanda bu aydınların ilkesizlik hali geçmişteki anlayışlarının saygınlığını ve meşruiyetini sorgulayıcı zeminlerin oluşmasında, beslendikleri anlayışı sorgulamada, marazlı bünyelerin hastalıklarını müzminleştirmede ve neticede Müslüman kitlede ideallerin zayıflamasında etkileyici bir unsur olmuştur.

Kısacası bedel ödemeyen bir aydın potansiyel, bu süreçten vebaliyle geçmiştir.

Kimi keskin İslami söylemlerin sahiplerinin ulusalcı-laik, Kürt yayın organ ve organizasyonlarında aktif rol almaları; kiminin Anadolu Müslümanlığını ön plana çıkarması; kiminin bazı tarikat ve hocaefendilere paralel vaziyet alışları; kiminin derin bürokrasi girdabında boğulması; kimilerinin de sağ muhafazakâr partilerin “reel politik” hesaplarına ram olması ne yazık ki tevhidi uyanışla beraber taşınan idealleri topluma kazandırma gayretlerine gölge düşürmüştür.

Bu süreçle ilgili göz nuruyla uzun seneler ciddi eğitim faaliyetleri ve nitelikli insan yetişmedi denilemez. Fakat oluşumların ekseriyetinde rekabet ve tekelcilik zihniyetinin hâkim olduğu da göz ardı edilemez. Hamasi duygularla kaygan zemin üzerinde alelacele sathi plan ve projeler çizildi. Bu projelerin testi yapılmadan dikte edildi ve bir ürün ortaya çıktı. Bu kaygan zeminde şekillenen kimi İslami yapılarda oluşan pragmatizm hastalığı da görülmedi değil. Neticede pragmatist anlayış da zımni de olsa bir maceracılık ruhunu besledi, kısa vadeli, mevzii programlar oluşturup İslam düşmanlarının gerçekliklerini algılayamama sorunu yaşandı.

SON ON YILDA İDEALLERİMİZİ OLUMSUZ YÖNDE ETKİLEYEN UNSURLAR:

İnsani Zaaflar:

Hayat karşısında Müslümanca ideallerimizi zayıflatan bir gerçekliğimiz de katıksız çaba ve emeklere karşılık, gösterilmemesi gereken nankörlük ve vefasızlıklardır. Allah rızası için yapılan fedakârlıkların aynı sosyal çevrelerdeki insanların duygu ve amel dünyalarında karşılıksız kalmasıdır.

Siyasi Nedenler:

Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber Türkiye’nin kendine özgü tarihsel etnik ve siyasal şartlarına bağlı olarak devletin varlığının olmazsa olmazlarını koruma ve hayatiyetini sürdürme konusunda gittikçe askerileşen kimliği ve neticesi olan uygulamalar (Geliştirilen istihbarat ağları/araçları, işkence teknikleri, ağırlaştırılmış cezalar, siyasallaşan yargı, iradeleri kırılan bireyler, nesneleştirilen yığınlar…) toplumsal ideallerin sönmesine neden olabilecek bir tonda hayat gerçeğimizin üzerine bir karabasan gibi çökebilmektedir.

Var olan değerleri aşındıran sistemin bizatihi varlığı bile ideallerimizi zayıflatan bir unsurdur. Hukukun siyasallaştığı, emeğin alabildiğince ucuzladığı, paylaşımın unutulduğu bir toplumsal yapıda “iaşesini temin etme” neredeyse en öncelikli toplumsal sorun olmaya başlamıştır. Böyle bir toplumsal yapıda değer ve idealler neredeyse lüks olarak algılanır olmuştur.

Sistemin kendi işleyişindeki çarpıklıklar ve kirlilikler neticesinde uygulanan yanlış politikalar, rant hesaplaşmaları, çeteler, hak ve adaleti ayakta tutmamanın bir sonucu olarak oluşan işsizlik ve istihdam sorunu aynı şekilde büyük kitleleri tüm değer ve ideallerden koparıp, sadece ‘nasıl geçinebilirim’ zeminine doğru sürüklemiştir.

Dünyevileşme:

“Duamızı kim çaldı bizim? Seherlerde tabiatla birlikte uyanıp Rablerini zikreden bizleri sabah namazlarını kaçırmanın huzursuzluğunu hissettirmeyecek hale kim getirdi?”

Müslümanlar için en büyük engel 1994’ten sonraki siyasi hayatta meydana gelen değişikliklerle başlayan süreç oldu. Siyasi alandaki imkânlarla başlayan dünyevileşmeler tamamen farklılaşan, sınıf atlayan, oturduğu semtleri beğenmeyip değiştiren, sosyal ve aile hayatlarında değişikliklere kalkışan, imam hatipleri beğenmeyip çocukları özel okullara taşıyan vs. gibi davranışlar içine gömülen bir kesimin aramızda türeyip 70’li yılların söylemlerini terk ederek ağız değiştirmeye başlamasına yol açtı...  

Bir zamanlar gençlik kurum ve kuruluşlarında kendi inancı uğruna mücadele veren yiğit ve samimi insanlar, Özal döneminde iktidarın nimetleriyle tanıştırılıp merkezi bürokraside önemli mevzilere oturtturuldu. Dava adamlarının görev ve sorumluluğu unutuldu. Müslüman kitle bu dönemde 70’li yıllara nazaran biraz daha büyüdü, ama bu tehlikeli ve mayınlı alanların daha çok içine çekilince İslami söylemler parti politikalarına ters düşmeyecek söylemlere dönüştü.

Gittikçe hızlanan dünyevileşme süreci içerisinde Müslümanlar bu sürecin doğal bir sonucu olarak, ciddi boyutta gelecek korkuları taşımaya başlamışlar ve bu korkunun ürünü olan ilkesiz davranış kalıplarının boyunduruğuna girmişlerdir.

Tarihin hiçbir döneminde insandaki meleki boyut bu denli zayıflamamıştır. Dünyevileşme sınavında dökülen etrafımızdaki çok sayıda insan bize hal dilleriyle nasıl bir vahametle karşı karşıya olduğumuzu haykırıyor.

Sermaye ve statülerin el değiştiriyor olması, bize kendimizi, gerçek ideallerimizi unutturuyor. Himmetimizin dinimiz olduğu konusu şüpheli. Himmetimiz dünya ve dünyevi yüksek başarılar, servet ve statüler oldu. Bize bu imkân ve avantajları İslami hassasiyet, idealler ve çok zor şartlar altında sürdürdüğümüz mücadele kazandırdı, ama şimdi bunları en geri bölgelere ittik, hatırlamak istemiyoruz. Bizim mahalledeki değişim iyiye doğru değil. Sosyal gelişmişlikle beraber dünyanın cazibeleşmesi imkân ve nimetler alanının alabildiğince genişlemesi, teknolojinin zevkçiliği pompalaması, modern ulus devletlerdeki güven sorunundan dolayı bürokratik işlemler yaşamı tam bir anafora dönüştürmüştür. Bu durum bireylerin düşünebilmeye, kendine ve kendi gerçekleriyle yüzleşmeye fırsat bulamama gibi toplumsal bir gerçeği yaşatmaktadır.

Dünyevileşmeye bağlı olarak bürokrasinin, ilkeleri, duyguları, aşındırıcı gerçeği her dönemde ideal sahibi insanlar için nispi istisnalar hariç risk teşkil ettiği tarihi/tecrübî bir gerçektir. Dünyevileşmenin bir yansıması olan bireycilik fitnesinin ideallerimize yansıyan en büyük zararı ise, müminler arasında olması gereken “uyarıcılar olma” geleneğini öldürmesidir.

Modernizm:

Modernizmin bize dayattığı bireysellik fitnesi hayat gerçekliğimizde ideallerimizi öldürmeye yetecek başlı başına bir musibettir. Pop kültür, kapitalizmin donuklaştırıp özgüvenini sarstığı, geleceğini ve kimliğini “kitlesel tercihlere / toplumun eğilimlerine” devretmeye başlamış bireyleri makyajlayıp, aslında olmadığı ama olmak istediği sahte kimliklere büründürme görevi üstlenmiştir. Modern insan popüler kültürün sunduğu kirlilikle “bilgili insan” rolüne bürünebilmekte, birilerini dinleyip model alma, daha hayırlı olana talip olma, uyarıya açık olma gibi fırsatları da kaçırmakta. Bu süreç, yarınlarda salih model şahsiyetlerden beslenip ideal ve disiplinlerle hayatta kalabilme imkânını da kaybettirebilecektir.

28 Şubat ve Sonuçları:

Egemenlerin tekebbürlerinin zirveyi gösterdiği anlar. Halkın malının-mülkünün hortumlandığı, bankaların içinin boşaltıldığı dönem…

28 Şubat, sürece tavır almayı ibadi bir zorunluluk olarak algılamaktan aciz, İsmet Özel tarzı sadece takvimlerden bir yaprak olarak görülmemesi gereken bir dönem… Bu sürecin tanklarının sadece Sincan’da değil, gerçek anlamda inancını kuşanamamış, zorlukları aşabilme dirayetini gösterme zaafını yaşayan Müslüman birey ve toplulukların da üzerinden geçmiştir. Bu süreçle beraber imam hatiplerden üniversitelere taşınan potansiyel azaldıkça toplumun en dinamik unsuru olan üniversiteliler arasında İslami düşünceyi benimseyen insanların nicel ve nitel yoğunlukları azaldı. 28 Şubat süreciyle birlikte İslami kesimde genel olarak ciddi bir açılım ve temel tezlerde farklılaşma olgusu görülmektedir. Hızlı ve ölçüsüz büyüme ilkeli ve istikrarlı bir hat oluşturmaya imkân tanımayınca sonuç, 28 Şubat fiili darbe ortamının dayatmaları karşısında çözülmeler, farklılaşmalar daha doğrusu başkalaşmaların ortaya çıkması olmuştur. En çarpıcı sonuçları da, temel talepler ve hedef düzlemindeki farklılaşmada olan ağır geri çekilmedir.

Son on yılın önemli bir gelişmesi de 28 Şubat ile beraber olumsuz bir süreci yaşayan İslami çevrelerin kendi bünyelerindeki küçümsenemeyecek idealist bir potansiyeli kuşatamaması ve bu potansiyelin İslam dünyasındaki sıcak İslami direnişlerde yer alması olayıdır. Bu potansiyelin Türkiye sınırlarının dışına çıkması İslami çevrelerin ideal ve ruh dünyasını olumsuz yönde etkilemiştir.

AKP Süreci:

Devletin siyasal geleneğinden gelen uygulamalarla 5-10 yılda bir gün yüzüne çıkan kirli ilişkiler ve hesaplar ağının toplumu ürkütmesi ve neticede toplumsal meşruiyet sorunun yaşanması rutin hale gelmiştir. Toplum tabii bir refleksle meşruiyet sorunuyla ilgili çözümü kendine daha yakın gördüğü dindar-muhafazakâr politik adreslere yönelmekte bulmakta. Oligarşik yapı içerisindeki kurumsal işleyişin son derece sübjektif, yanlı, şartlı yaklaşımları, toplumun mahşeri vicdanında bir aksülamel olarak tepki oylarına dönüşmektedir. Bu masumca gelişen mağduriyet refleksi, süreç içerisinde toplumun tevhid ve adaletin şahitliğinde kendi gerçekliğiyle yüzleşmesinin önünde set oluşturmaktadır.

Unutulmamalı ki bu süreç çok boyutlu bir vebali de getirmektedir. Müslümanlar bindikleri dalı kesiyorlar, İslami geçmiş, İslamcı kökenlerinden kaçayım derken İslam’ı da bir çözüm bir referans ve bir umut olmaktan çıkarıyorlar. Eğer İslam referans ve ümit olmaktan çıkarsa bu toplumun sırtını dayanacağı hiçbir dayanak kalmaz.

Dünyadaki Kimi İslami Hareketlerin Canlılığını Yitirmesi:

İran İslam Devrimi’nin ilk rüzgârını kaybetmesi, FIS, Turabi, İhvan deneyimleri...

Kurumsallaşma Handikabı:

Yapısal rüştünü ispatlayamayan İslami kesimler erken ve hormonlu kurumsal açılımların cazibesine kapılarak süreç içerisinde kurumsal işleyişlerini İslami sorumluluklarına tercih etmişlerdir.

Kurumsal açılımların doğal gerekliliğine bağlı olarak bürokrasi ve onun kirliliğini içselleştirme durumunda kalınmıştır. Bu helezonik çözülüş İslami ideallerin ötelenmesini ve muhafazakârlık sürecini başlatmıştır. Sistem içi araçların değerlendirilmesi de temel sabiteler göz ardı edildiği takdirde aynı risk alanları olduğu unutulmamalıdır.

İslami kimlikten yoksun bir insan hakları mücadelesi bir müminin hangi özelliğini kâmilen gösterebilir? Mesajı insanlara ulaştırmayı amaçlamayan bir hak savunusunun nihai amacı ne olabilir? Ekonomik sömürüye karşı bir başkaldırı olarak algılamak istediğimiz sendikal hareketler, özellikle Türkiye’deki tipik muhafazakâr karakterin tezahürü olarak İslami kimliği yanlarına yaklaştırmaması ideallerimize olumsuz olarak nasıl yansımayacaktır? İslami kimliği taşımaktan, kendi değerleriyle kendini ifade etmekten çekinip tek çözümün vahyin arı, duru çağrısı olduğunu dillendirmeyen bir sendikal mücadelenin bizi ehlileşme zeminine çekmeyeceğinin garantisini kim verebilir? Son dönemlerde entelektüalizmin ve birçok açıdan teşvik edilen bireyselliğin kalıcılaşma eğilimi göstermesi ve grupçuluk zaafının yol açtığı kapalılık, tıkanmışlık ve hatta grupçu iticilik, sistemin çok yönlü zulüm ve baskıları neticesinde oluşan acziyet ve bunalımlar bir kısmımızın daha önce yanlış bulduğumuz kesimlere ve yanlış metotlara doğru savrulmasını ya da bedbinlik içinde bir kenara çekilmesini beraberinde getirmiştir. Böyle bir ortamda Müslümanların en azından sistem içinde kurumlaşmaları gerçekleştirerek hayatlarının gereklerini yerine getirmeye çalışmaları ise farklı bir savrulmayı beraberinde getirmiştir. Alt yapısı sağlam olmayan bir hesapla sistemin içine dalmaları (cemaat disiplin ve terbiyesi, ilke ve ölçüler, ehliyet, hiyerarşi denetim, uyarı vb.); mekanizmaları hayatın içinde kâmilen uygulamaya geçirmeden sistem içine girmeleri; dernekler, şirketler, özel okullar, dershaneler, hastaneler, ticarethaneler oluşturmaları; sistemin makam ve mevkilerine yerleşmiş olmaları dar bir açıyla başlayan savrulmanın açısının süreç içerisinde daha da açılmasına neden olmuştur. Hazmedilemeyen, kabullenilemeyen birçok söylem ve eylem zaman içerisinde kanıksanan bir duruma dönüşmüştür.

Yapısal Sorunlar:

Güçlü, Kuşatıcı Bir Yapısallığın Geliştirilememesi:

Yapısal çabalarda güven bunalımını oluşturup ideallerin zayıflamasına / ölmesine neden olan en önemli unsurlardan birisi yapısal işleyişteki genel içtihadi yanlışlıklar kadar öncü kadrolar cephesinin şeffaf görünmemesi ve sermayenin yapısal işleyiş içerisinde sorun haline gelip koku vermesidir. Beyaz bir gömleğin kirlenmeye karşı hassasiyeti gibi İslami şiarlarımızı da bizden kaynaklı bir kusura bağlı olarak kirlerin bulaşmaması için çaba gösterilmeli. Dünya metaına, imkânlarına ve araçlarına arınma dürüstlüğüyle vaziyet etmeli, açılımlarımız takvayla mayalanmalıdır. Arınmışlığımıza ve adanmışlığımıza asla yakışmayacak bir zeminin oluşmasına sebebiyet vermenin yarınlarda sorumluluklarını anlamlandırma endişesini taşıyacak müminlerin endişelerine/ideallerine zarar verebileceği unutulmamalıdır.

Bireyselcilik fitnesini azdıran en tehlikeli güç sermayedir. Fert gibi o da kontrol dışı olduğunda sonucun vahametle sonuçlanacağı kesindir. Kontrol dışı sermaye terbiye edilmemiş sermayedir. Kontrol dışı sermayenin sınavı alımlı soysuz bir kadının nefisle sınavından daha az riskli değildir. İslami mücadele meşru kaynaklardan beslenmelidir. Sermayenin kontrolü ve değerlendirilmesinde ehliyet ve takva esas alınmalıdır.

Türkiye’deki İslami uyanış çabalarında emeği geçen kimi öncü kadroların veya şahsiyetlerin olması gereken süreçte vahdete yönelik çaba içerisine girmemeleri, lokal düzeydeki yapılaşmaların “cenin dönemi” sayılabilecek ilk sorunsuz sürecin getirdiği cesaretten bu önemli sorun iyi okunamamıştır. Bir anlamda kendinden eminlik gibi sorunsuz süreçlerin oluşturduğu psikolojik atmosferin etkisiyle ne yazık ki bu imkân kaybedilmiştir. Bu imkân zamanında kaçırılmamış olsaydı, tevhidi mücadeledeki ideallerimizin bu denli zayıflama gerçeğini yaşamayabilirdik.

CESARET - İDEAL İLİŞKİSİ:

Cesaret, İslami mücadelede oluşturulacak fıkhın, vahyi mesajın ruhuna uygunluğu ile orantılı bir durumdur. Hesabını vermekte zorlanacağımız amellerimiz, korkularımızı besleyebilir. Dünyevileşmemizin bir sonucu olarak cazibeleşen yaşamın fantezilerine karşı zor olanı tercih etmek beşeri duygular açısından pek tabii korkuyu tetikleyebilir. İdealleri öldürücü en büyük korku; dini algılamalarımızdaki arızalı perspektifimizin neticesinde pratiğimize yansıyan ve yılgınlığı/ürkekliği tetikleyen anlayışlarımızdır. Korku zeminini kurutmanın yolu her zaman ve zeminde hesabını veremeyeceğimiz doğrularımızı temsiliyette göstereceğimiz ihlâslı duruşlarımızla mümkündür. Korkularımızı azdıran bireyselliğimizdir. Bireyselliğimize gömülmemiz oranında korkularımızı üretiyoruz. Nesneleştirilen toplumun genel kirliliği korkularımızı besleyen ayrı bir faktördür. Bu da bizleri, birbirimiz için ne kadar değerli olduğumuz gerçeğiyle yüzleştirmektedir/yüzleştirmelidir. Cesaret, idealleri canlı tutmaya aday bir nesle bırakılacak önemli bir mirastır. Tarihteki erdemin ve adaletin yılmaz savunucuları, arkalarında bu sermayeden beslenen kadrolar bırakmakla hayatı terbiye etmeyi başarmışlardır.

GERÇEKÇİ OLMAK, İNSANI İDEALLERİNDEN UZAKLAŞTIRIR MI?

Gerçekçi olmak, adalete sahip çıkmaktır. Adil olmaktır bir anlamda. Kendi gerçeklerimizi ve şatlarımızı samimi bir şekilde okuyabilme/görebilme basiretidir. Gerçekçilik, ideallerin daha disiplinli bir davranış formuna dönüşümünü sağlayabilecek ilk dakik çaba ve hassasiyetimizdir. Gerçekçi davranma, kendi içinde “olanı” sorgulayıp” “olması gereken” üzerinde yoğunlaşmadır. Bir hedef belirleme vardır. Olması gereken ile olmaması gereken arasındaki ince çizgiyi işaret eder. Gerçekçi yaklaşımların en anlaşılmaz ve rahatsızlık verdiği ortamlar samimiyet sınavında sıkıntılı olan ortamlardır.

Gerçekçi davranmada sorgulayıcı yön vardır. İtiraf vardır. Muhasebe ve muhakeme vardır. Hedef belirleme vardır. Gerçekçi olmanın temelinde kaygı ve dürüstlük vardır. Bunlar da ideallerden vazgeçmeyi değil, bilakis ideallere hayatiyet ve hassasiyet kazandırır.

HAYAT - İDEAL İLİŞKİSİ AÇISINDAN BUGÜNKÜ İLMİHALİMİZ

Dini algılamada bilinçlenme sürecimiz kuşkusuz bize temel bazı hassasiyetler ve güzellikler kazandırmıştır. Ancak bu kazanımlar kimi çevre ve bireylerde kendini ayrıcalıklı kılmaya neden olabilecek bir meziyete dönüştü. Zımnen gizli bir müstağniliğe evirildi. Beslendiğimiz kavramlardan kendimizi temelde inşa etmemiz gerekirken, acımayı değil kızmayı merkeze alan bir refleksle sorgulayıcı tarzın kuşatıcı/inşa edici tarza galebe çalmasına neden oldu. Bu vaki durum ideal ve değerlerimizin hayatın damarlarında hak ettiği anlam zeminini yakalama imkânını zayıflattı. Bu da süreç içerisinde sahip olduğumuz değer ve ideallerimiz açısından motivasyon sorununu yaratmıştır.

Sahip olduğumuz değerler ve idealler çok makul ve mübarektir. Vahiyle ve fıtratla çerçevelendirilmiş ideallerimizle ilgili en büyük sorunumuz hayatın gerçekliği içerisinde verdiğimiz temsiliyet sınavıdır.

Hayat gerçeklerimiz karşısında ideallerimizi yitirmemizin duygularımızın ölmesine neden olması tahminlerimizi aşan bir ölçüsüzlükle hayatı anlamsızlaştırır. Birbirimizi sevemiyorsak, özleyemiyorsak, musibetlerimize karşı acılar hissetmiyorsak, bir Müslümanı evimize misafir etmekten haz duymuyorsak, bu duygusuzluk halinin sürpriz fitne üreten ortam ve gelişmelerin habercisi olduğu unutmamalıdır.

İdeallerimizi yitirmemizin en ağır bedelini çocuklarımızın cephesinden ödeyebiliriz. Hayatın gerçekleri bize gelip dayanmıyorsa da, sanki gizli bir el/güç bizi hayatın gerçeklerine doğru itiyor. Bizi olmadık işlerin/telaşların, hesapların içine çekiyor. Bu gizli güç bazen nefsimiz, bazen hırsımız bazen de evladu iyalimiz olabiliyor.

Hayatın zorluklarına/gerçekliklerine sığınmacı bir ruh halinin de bir noktada durması gerekiyor. Birçok salih amelden geri durmanın mazeretlerine sığınabiliriz. Fakat Rabbimizle ilişkilerimize halel getirebilecek hiçbir mazerete sığınma hakkımız yoktur. Rabbimizle ilişkilerimize yansıyabilecek kadar idelerimizde sıkıntılı bir ruh halinde olmamızın varacağı noktanın, zillet olacağı muhakkaktır.

Başarı - ideal ilişkisi:Hedeflediğimiz bir şeye ulaşamamak başarısızlık değildir. Asıl başarı Rabbimizin bizden istediği şekilde duruşumuzu korumamız ve bu konudaki cehdimizdir. Başarımız, takvamızdan ne kadar sorumlu olduğumuzla ilgilidir.

Amaçlarımız, araçlarımızı mubahlaştırmamalı:Gayemizi netleştirmezsek sapmanın meydana gelmesi mutlaktır.

Tüketim:Tüketimde ihtiyaç sınırlarının tespiti ve korunması, imkân, sosyal çevre ve basiretli müminlerin ortak kanaatleriyle şekillendirilmeli. Nasların, kalbimizin ve vicdanımızın onaylayabileceği bir tüketim anlayışı oluşmalı ki ideallerimiz bu alanda kurban verilmiş olmasın.

Eğitim:Çocuklarımız okumalı; fakat eğitimlerinden daha önemli olan Müslüman kimliklerini geliştirici ortam ve çabaları ve şiarlarımızla örmemiz gereken ideallerimizi öncelikli olarak önemsediğimiz duygusu ve kaygısını vermeliyiz.

Bürokrasi ve ekonomi:Açılım olmalı; fakat bu açılım mutlaka kontrol edilebilir olmalı. İlkesel hassasiyetler esas alınmalı. Ekonomik açılımda ideallerin buharlaşmaması için, infak geleneği canlı tutulmalı. İnfakı bireysel ve organizasyonlar şeklinde gerçekleştirmenin dengesi iyi tutulmalıdır. İnfakta yardım organizasyonlarının Müslüman zenginleri hayatın damarlarından yoksun bıraktığı gerçeği görülebilmelidir.

İdealler ve estetik:İdeallerimiz adına tabii haklarımız olan hayata dair bazı zevklerden kendimizi mahrum etmemek, bu konuda meşru sınırlar ve makul mantıklar üretebilmeliyiz. Dinimizi yaşarken hayatın estetiklerinden vazgeçemeyiz.

İdeallerimizle bağlantılı olarak zaaflarımızı azdırıcı cazibeli risk alanlarına girmemek ve bu konularda birbirimize uyarıcılar olmak gerekir.

İDEALLERİMİZİN TOPLUMSAL BİR ŞAHİTLİĞE DÖNÜŞMESİNİ NASIL SAĞLAYABİLİRİZ?

1- Tevhidi mücadelede samimi çabalarıyla, emek ve bedelleriyle Müslüman kamuoyunda saygınlıkları kabullenilmiş şahsiyetlere sahip çıkılması ve onlarla sağlıklı iletişim damarlarının güçlendirilmesi.

2-İslami çevrelerin, yaşadığımız ülkenin gerçeğini, hatta Ortadoğu gerçeğimizi iyi görerek/okuyarak güçlü, kolektif, yapısal bir güç oluşturma çabası içerisinde olmaları. Bunun için:

-Bu gerçeğin hikmetli bir şekilde gündemleştirilmesi

- Müslüman çevrelerin birbirlerine karşı mütevazı olması

-Gerek İslami şiarların gündemleştirilmesinde gerekse gelişmelere bağlı olarak yapılan etkinlik ve organizasyonlarda pragmatizm illetinden soyutlanarak ihlasın merkeze alındığı bir duyarlılık ve katılımın gerçekleştirilmesi.

3- Yaşanan hayat gerçekleri karşısında ideallerini yitirip bireysel bir yaşamı ve onun rehavetini tercih eden Müslümanların gündemine idealsiz bir yaşamın yarınlarda bedelinin ne olabileceğinin gündemleştirilmesi.    

4- Kolektif çabalarda yapısal işleyiş ve süreçle ilgili yaşanan sorunlara bağlı olarak oluşan güven bunalımlarını aşma yollarını zorlamak.

5-İç disiplin ve dinamiklerini yitirerek yıpranan çevrelerde ideallerini korumak isteyen müminler, kendi gerçekleri üzerinde zihinsel bir yoğunlaşmayla hayırlı çaba ve açılımlarda bulunmayı, ibadi bir görev olarak öncelikleri arasına almalıdırlar.       

6-Ailenin ortak bir kimlikle şekillenmesi.

7- Türkiye gerçeğinde kendi değerlerimizi ve kimliğimizi merkeze alarak sanat, müzik, sinema, tiyatro vb. etkinliklerin ortak kitlesel hassasiyetler oluşturmada ideallerimizi ne kadar canlı tutabileceği gerçeği görülmeli, gereken açılım/adımlar atılmalı.

8-Ahlaki donanım: Ahlak, dengedir, ilkedir, erdemdir, saygınlıktır, itidaldir, inceliktir, şefkat ve merhamettir. İnançlarımızla sözlerimiz, sözlerimizle davranışlarımız arasındaki uyumu ahlaki donanımlarımızla sağlayabiliriz. Ahlaki donanım eminlik vasfını oluşturur. Bu durum bugün sıkıntısını çektiğimiz temel sorunlarımızdan birisidir. Ahlaki donanımın azlığı; İslami mücadeleyle beraber pratiğimizde doğal olarak görülmesi muhtemel tüm sıkıntılara, zorluklara, yorgunluklara, yıpranmışlıklara karşı sığınabileceğimiz limanlarımızın azlığıdır. Genel anlamda ahlaki donanım açısından zafiyetimiz; cesaretimizi, özgüvenimizi ve ideallerimizi etkilemektedir.

Ahlaki donanımın pratiğimize tekabüliyeti dürüstlüktür. Unutulmamalıdır ki dürüstlük, kolektif çabalardaki bereketin mayasıdır. Değerlerimize ve birbirimize karşı dürüstlük her anımızı etkilemektedir. Ahlaki donanımımızın en belirgin göstergesi olan dürüstlüğe halel gelmesi, pratik hayatımızda deprem etkisi yaratabilir. Bu, sahip olduğumuz ideallerimizi ciddi anlamda etkiler. Bir peygamberi bile ihtiyarlatabilecek kadar ağır bir sorumluluk veya anlam barındıran “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” uyarısının ilahi hikmeti belki de bu gerçeğimize mebnidir. Bu cepheden en kötü vurulduğumuz nokta belki de ideallerimizi zayıflatan gerçek, modernizm belasından etkilenmemize bağlı olarak yaptığımız kurnazlıklarımızdır. Kanaatimizce İslami organizasyonların en büyük sorunlarından birisi kendi kadrolarını modernizmin sarsıcı, ayartıcı, değiştirici gerçeğine karşı terbiye edici ortamları oluşturma dirayetini göster(e)memeleridir. Ahlaki zaaflarla malul küçümsenmeyecek bir potansiyel hem kendi amellerinin Allah katında buharlaşmasına hem İslami değerleri temsiliyette kötü örnek teşkil etmesine hem de çevresinde çok sayıda Müslümanın duygularının, umutlarının ve ideallerinin ölmesine neden olabilmektedir.

Müslümanların kendi aralarındaki bireysel ve grupsal anlamda karşılıklı yaşanan pragmatist tavırları, İslam ahlakının Müslüman şahsiyetlerde kâmil manada yerleşmemesinden kaynaklanan ahlaki bir zaaf olarak kabul edilmelidir.    

9-Tevhidi düşünce öbeklerinin güç birliği arayışlarının canlı tutulması: Bu güç birliğinin oluşmasında ön hesapsız bir işbirliği, lider veya yönetici kadroların birçok marazi faktörden arınması gerekir.

10-Hayatın bütününü kuşatan bir arınmayla Kur’an’dan beslenme… Günümüzde Müslümanların birçok alanda derin ihtilaflar, açmazlar, başkalaşım ve bölünmüşlükler içinde olmalarının temelinde dini farklı algılamanın ve kaynakta aynileşememenin büyük etkisi vardır.

11-Hayat gerçekliği karşısında ideallerimizin bedelini ödemede Müslümanlar için örnek tablolar iyi işlenmelidir.

12- Tebliğin canlı tutulması: Toplumun, özündekini tevhidi istikamette değiştirmesini ilkeli ve tavizsiz davetçiler başaracaktır. Siyasal yoğunluklu söylemden ziyade, Kur’ani perspektifi geliştirme, ahlaki dinamikleri önceleme, ifsat gerçeği, arınma gibi yakıcı gündemler üzerinden toplumla makul bir iletişimin kurulması, gerek ideallerimizi canlı tutma gerekse kazanımlarımızı topluma ne kadar ifade edebildiğimizin değerlendirilmesi açısından önemlidir. Uzun yıllar boyunca edindiği birikimi çocuklarına, evlerine aktaramayan bir tutum mutlaka sorgulanmalıdır. Aile, komşu, öğrenci, akraba ile iletişim damarlarımız gözden geçirilmeli.

13- “Azınlık olma” veya marjinallik kompleksini aşma: Azınlık olma her dönemde inanan kitlenin görüntüsüdür. Nuh’un bir avuç insanı, mağaraya sığınan bir avuç genç, Talut’un askerleri, Lut’un ailesi, Yunus’un yalnızlığı bu duruma örnek gösterilebilir.

14-İdeallerimizi sahiplenişte önemli bir sermaye olarak “eminlik” vasfı: Eminlik, her şeyden önce, istikrarlı bir kişilik ve kişiliğin uzun soluklu bir pratiğidir. Bir düşüncenin hayat bulmasının iki temel özelliği istikrar ve çelişmezliktir.

Eminlik olgusunu dumura uğratan ise reel şartları önceleme, reel şartlara teslim olma, realitenin dayatmalarını kabullenme ruh ve psikolojisidir. Emin ve istikrarlı olmak, insanların teveccühü için en cazibeli ve etkileyici unsurlardır. Nebilerin bize en önemli mirası “eminlik”tir. İslami mücadelede, eminlik vasfı istikrara dönüştürülebildikçe İslami hayat kaçınılmaz olacaktır.

15-Kavramlarımızdan sağlıklı beslenebilme: Azimet-ruhsat, maslahat, fetva, takva vb. kavramların Türkiye İslami uyanış sürecinde sağlıklı fıkhi bir formda sunulamaması ideallerimiz üzerinde etkili olmuştur. Söz gelimi, zorluk karşısında başvurulan bireysel ruhsatı genelleştirmek, çözümsüzlüğü büyütmek demektir. Bu tutum süreç içerisinde düşünsel tükenişi hızlandırdığı gibi ikiyüzlülüğü, münafıklığı artırır. Kendisiyle çelişen fertler ortaya çıkarır. Azimeti tercih ise insana direnme gücü kazandırır. Onurlu bireylerin yetişmesini sağlar. Geleceğe hayırlı bir miras bırakır. Esas itibariyle maslahat, muteber olduğu gibi, hakkı ve takvayı hedefleyen pozitif içerikli bir ıstılahtır. Ancak, adına “maslahat” konularak yakınılan çoğu nefsi tavır, İslam’ı anlamada/yaşamada en ciddi metodik yanlışlardan biri haline gelmiştir.

Şer’i Şerif’in gayelerini korumak ve gerçekleştirme hedefli olan maslahat, itaatten kaçışın, heva ve hevesin “meşru” (!) sığınağı değildir. Külli asıla muhalif eylem maslahat olamaz. İlahi teklife muhatap olan her insan; emrin en yüksek derecesi olan tevhid akidesini muhafaza etmek, en şiddetli nehiy sebebi olan “tağut’a kulluktan” kaçınmak zorundadır. Asılda kaybedilenlerin tavizle elde edilenlerden çok daha fazla olduğu unutulmamalıdır. Şer’i hükümler dikkate alınmadan salt akli kıyasla gidilecek olunursa mefsedet kaçınılmazdır. Bu sapmanın önemli sebebi, Şari’yi dikkate almamak ve/veya İslam’ın bütüncü özelliğinden uzaklaşmaktır. Müslümanların bilinçlerinden, dolayısıyla hayatlarından adeta “takva”, “azimet” kavramlarının kalkması ve yerine dünyevileşme istikametinde -hem de kendi anlam çerçevelerini de zorlama pahasına- ruhsat, fetva ve mefsedete götürücü maslahatın yerleşmeye başlaması bozulmanın yol haritasıdır.

16-Kaldırılamayacak yükün üstlenilmemesi: Şatıbi’nin “Takat üstü yükümlülükler (teklif-i ma la yutak) şer’an batıldır.” şeklinde ifade ettiği hikmet ve basiretli tutumu gerektiren ilkenin önemsenmesi elzemdir.