Hayaller ve Gerçekler Arasında TC'nin Orta Asya Misyonu

Dünya ve İslam Dergisi

Türkiye'de uzunca bir süredir dış siyaset, iç siyaseti gölgelemiş bulunuyor. Özellikle Sovyetler Birliği'nin Balkanizasyon sürecine girmesiyle bağımsızlıkları gündeme gelen Orta Asya Cumhuriyetleri yoğun bir ilgi ve tartışma odağı oluşturuyor. İktidarıyla, muhalefetiyle, liberalinden muhafazakarına basınıyla çok geniş çevreler Orta Asya Cumhuriyetlerine yönelik hesaplarla iyice hemhal olmuş bir durumdalar. Kimileri 'Abi', kimileri 'Baba' rollerinde bu cumhuriyetlerin geleceklerini planlamak, bölgeye nizamat vermek gibi 'kerameti kendinden menkul' bir sorumluluğu yüklenmiş pozisyon dalar.

Daha mütevazı çevreler ekonomik işbirliği temelinde -bir türlü bizi kabullenmeyen AT'na inat(!)- ortak bölgesel pazar önerilerini seslendirirken, şizofren temayüllerle malûl bazı çevreler Çok önceden cadde ve sokakları Mustafa Kemal'in 'Türk birliğini gördüğü ve onu özlediği' şeklindeki kutsal buyruklarıyla donatmaya, daha soy Türk büyükleri ise yıllardır uğrunda mücadele ettikleri Turan ülküsünün gerçekleştiği inancıyla çoktan nal şakırdatmaya başladılar bile.

Oluşturulan hava kamuoyunu afaki beklentilere sokmaya yetiyor. '200 milyonluk Türk dünyası', 'yeni süper güç', 'Adriyatik'ten Çin Denizine büyük Türkiye' gibi balonlar, çeşitli ekonomik, siyasi sıkıntılardan bunalmış olan sokaktaki vatandaşın günlük sıkıntılarım hafifletmese de, geleceğe ilişkin hayaller kurmasını kolaylaştırıyor. Orta Asya Cumhuriyetleri ile ilgili olarak kamuoyunun iyimser, daha doğrusu hayalci bir ruh haline sokulmasının ardında çeşitli hesaplar bulunabilir. Bunlar arasında, son yıllarda Güneydoğuda hızlanan Kürtçülük hareketinin doğurduğu 'Türkiye'nin bölünmesi' tartışmalarının bunalttığı, stres İçine soktuğu kamuoyunun rahatlatılması, bir nevi deşarj edilmesi hedefinin de gözetilmiş olması muhtemeldir.

Türkiye'de bu konuyla ilgili olarak o kadar gayri ciddi ve gerçekçilikten uzak bir hava estiriliyor ki, bölge üzerine, hatta dünya üzerine hesap yapan, tez geliştiren sayısız nevzuhur Orta Asya uzmanı haritaya bakmaya bile gerek duymuyor. Türkiye'nin, Nahçıvan ile olan bir kaç kilometrelik sınırı haricinde -ki Nahçıvan da Ermenistan tarafından çevrelenmiş, izole edilmiştir- bu cumhuriyetlerin hiç birisiyle ortak sınırının bulunmadığı gerçeği atlanıyor. Bu cumhuriyetlerin her birinde kendine özgü -Özbekçilik, Türkmencilik vb.- bir milliyetçiliğin güçlü bir şekilde var olması gerçeği görmezden gelinerek, Türklük bilincinin tüm Orta Asya'yı sardığı zannediliyor. Yine, Türklük ile ne köken, ne de dil bağı bulunmayan Tacikistan'ın sürekli olarak 'Orta Asya Türk Cumhuriyetleri' arasında sayılması da, aynı ciddiyetten uzak yaklaşımın bir başka örneğini teşkil ediyor.

Bu boş temenni ve propaganda perdesini bir kenara itip baktığımızda Türkiye'nin Orta Asya'ya -buna Balkanlar da dahil edilebilir- yönelik misyonu nedir? Bu misyonun anlaşılmasının olmazsa olmaz koşulu TC'nin konumunun doğru tespit edilmesidir. TC ile ilgili ilk belirleyici unsur, TC'nin bağımsız bir oyuncu olmayışı, bağımsız bir kimlik ve dolayısıyla siyasetinin bulunmayışıdır. TC'nin konumuna ilişkin diğer bir belirleyici unsur ise bağımlı kimliğine paralel olarak gelişmiş olan Batıcı-laik kimliği ve Batıcı ideolojiye bağlılıkta sınır tanımlayışıdır. Gerçekten de, bir asırdan öteye uzanan bir Batıcılık geleneğinin taşıyıcısı olarak TC, özellikle dış siyaset alanında sonuna kadar bağımlı, sonuna kadar kullanılmaya teşne bir konumdadır.

TC'nin konumuna ilişkin olarak Batı'da kullanılan 'elverişli bir sıçrama tahtası', 'postacı', 'köprü gibi nitelemeler TC'nin konumunu açıkça ortaya koymaktadır. Dikkate şayan şey ise, TC'nin Batı'nın bu yaklaşımından rahatsızlık duymak şöyle dursun, bilakis bir nevi kulluk bilinciyle verilen görevi yerine getirme kararlılığı ve mutluluğu sergilemesidir. Bu durumun en yalın ifadesini, TC yöneticileri ve aydınlarının eskiden beri çokça sevdikleri bir kavram olan 'köprü olma' kavramına yükledikleri olumlulukta görmekteyiz. Birilerinin, bir yerlere ulaşmak için üzerine basıp geçtiği bir araç olma özelliğine sahip olan 'köprü', ne hikmetse Türkiye'de çok yüce anlamlar çağrıştırmaktadır. Batı'nın Orta Asya'ya ya da Orta Asya'nın Batı'ya ulaşmasına zemin olmanın Batı ideolojisi ve hakimiyetinin bu bölgelerde de yaygınlaşmasına zemin olmaktan başka bir anlama gelmeyeceği açıktır. TC'nin bu rolü seve isteye oynaması ise gönüllü işbirlikçilik özelliğini yansıtmaktadır.

Aslında Türkiye'nin Orta Asya'ya yönelik olarak yüklendiği misyon bir yönüyle gelenekseldir. Dünkü Sovyet döneminde de, bugünkü bağımsızlık döneminde de temelde aynı kalmıştır. TC, bu bölgeye yönelik olarak 'Batı çıkarlarının korunması' şeklinde özetlenebilecek bir rolü oynamaktadır. Yalnız tehdidin doğası ve yönü değişmiştir. Batı çıkarlarına tehdid düne kadar Sovyet ideolojisinden kaynaklanmaktayken, bugün ise Batılıların fundamentalizm diye adlandırmayı tercih ettikleri sahih İslam'dan gelmektedir. Her ne kadar İslami mesajın bugün veya yakın dönemde Orta Asya'da etkinlik kurabilmesi çok zor olsa da, İslam'ı büyük bir potansiyel tehdit kaynağı olarak algılayan Batı'nın buna karşı şimdiden ciddî Önlemler arayışına girdiğini görüyoruz.

Batı'nın TC'yi Orta Asya'da İsrail ve Suudi Arabistan'la işbirliğine, bu ülkelerle bir ittifak oluşturmaya teşvik etmesi; TC'nin Orta Asya ülkelerinde Latin alfabesini yaygınlaştırma, televizyon kanalları aracılığıyla bu ülkelere yayın yapma, kapitalist girişimciler eliyle bu bölgede yatırımlar gerçekleştirme siyasetlerine destek vermesi, İslami mesajın bu bölgede güçlenmesine karşı alınan önlemler paketinin uzantıları olarak görülmelidir. TC'nin bu bölgeye ilişkin olarak İslami mesajın önünü kesebilmek için koşulduğu tüm bu hummalı faaliyetler temelde Batı adına ve Batı desteğiyledir. Bu çabaların büyük devlet olmanın birer yansıması olarak ulusal çıkarlar ve hedefler doğrultusunda girişilmiş çabalar olduğuna dair kamuoyuna verilen görüntü ise tam anlamıyla bir aldatmacadır. Batı adına çıkılan sefere halkın desteğinin sağlanmasına yönelik propagandadır.

Bu arada liberal sol kesimlerden, muhafazakar müslüman kimlikli geleneksel cemaatlere kadar uzanan geniş bir yelpazede yer alan bir çok çevre ve anlayışın, TC'nin Batı'nın dümen suyunda seyretmekte oluşundan ve Amerika'ya bağımlılığından rahatsızlık duymakla birlikte; değişik beklentiler içine girdikleri görülmektedir. Orta Asya -ve Balkanlar- da ortaya çıkan son durum bu çevrelerde, TC'nin bağımsız bir güç olarak sahneye çıkabilmesi için yeni bir sayfa açtığını düşündürmeye ya da TC'nin yakın dönemde bağımsız bir siyaset geliştirebileceği ümidini doğurmaya başlamıştır. Özellikle sağcılık-milliyetçilik hastalığının depreşmesiyle geleneksel cemaatlerin içine girdiği -ve kitlede yaygınlaştırdıkları- iyimser beklenti havası bir yanılsama ve aldatmanın ötesinde müslümanlar adına utanç verici bir durumdur.

Bu cemaatlerin bu konuya ilişkin tutumları İslami sorumlulukla, İslami ilkelerle çeliştiği gibi; kesinlikle gerçekçi de değil. Türkiye'nin şu haliyle bağımsız siyaset geliştirebileceğini düşünmek hiç inandırıcı olmuyor. İçi dışı Amerika olmuş, adeta Amerika ile nefes alıp verir hale gelmiş TC mi bağımsız siyaset geliştirecek? En tepe noktasında Washington'dan aldığı telefon talimatlarıyla idare olunan; Amerikan kamuoyuna sempatik görünmek için koca koca milletvekillerine sirk palyaçoları gibi New York sokaklarını arşınlatan TC mi? Kolasıyla, hamburgeriyle, televizyon dizileriyle Amerikan yaşam biçimi ve felsefesinin sokanından evine toplumun tümünü işgal altında tuttuğu; Amerikan özentisinin artık iyice zıvanadan çıkarmasıyla arabalara Amerikan plakalarını simgeleyen teneke parçalarının takılmaya başlandığı Türkiye mi bağımsız davranacak?

Türkiye, boğazına kadar Amerikan bataklığına gömülmüştür. Bu yalın gerçek; şanlı tarih avunmalarıyla, jeo-stratejik spekülasyonlarla, dört yanımızı çevirmiş düşmanlar şeklinde yapay tehditler ileri sürmekle geçiştirilebilecek, görmezden gelinebilecek bir durum değildir. İster Orta Doğu'ya, ister Orta Asya'ya ya da Balkanlara yönelik olsun TC'nin konumunun en belirleyici özelliği Amerika'nın etkili ve sağlam bir ileri karakolu oluşudur. Dolayısıyla Özellikle Azerbaycan'da Ermenilerce ve Bosna-Hersek'te Sırplarca yürütülen katliam olaylarında da sıkça ifade edilen şekliyle, TC'nin bu olaylara karşı etkisiz, müdahale etmede yetersiz kalmış olmasından şikayet etmek pek mantıklı değildir. Bilakis mevcut konumuyla TC bu bölgelerde ne kadar pasif kalırsa İslam ve müslümanlar adına o kadar hayırlı olacaktır. TC'nin bu bölgelere yönelik tüm girişimleri temelde Batıcı laik, ulusçu ideolojinin yaygınlaştırılmasına yöneliktir, en azından bu olguyu beraberinde getirecektir. Müslüman katliamının bir an önce durdurulması için TC'nin somut adımlar atmasını istemek belki doğal karşılanabilir; fakat uzun dönemde TC'nin bu vesileyle bu bölgelerde etkinlik kazanmasının içerdiği olumsuzluklar da görülmelidir. Halbuki sağcı-muhafazakar anlayışlar hala bünyesinde önemli bir yer tutan bu geleneksel çevrelerin yaptıkları ise, bu katliamlar vesilesiyle TC'nin bölgede aktif bir rol üstlenmesini bir anlamda TC'nin bu müslümanların vasisi, lideri konumunda görülmesine zemin hazırlamak olmuştur. Tam bir siyasal basiretsizlik örneği olan bu tutumun müslüman halkın kafasını bulandıracağı şüphesizdir.

Yine İslam adına hayret verici bir diğer gelişme de, İran İslam Cumhuriyeti aleyhine sürdürülen ve Orta Asya'daki son gelişmelerle yoğunluk kazanmış bulunan propaganda savaşında bu geleneksel çevrelerin aktif bir rol almalarıdır. Bilindiği gibi çok önceden beri İran'ın temsil ettiği türden bir İslamlaşmanın -her yerde olduğu gibi- bu bölgede de etkinlik kazanması ihtimalinden şiddetle çekinen Batı'nın bu konudaki hassasiyeti son gelişmelerle daha da artmıştır. Bunun sonucunda Orta Asyalı müslümanlar arasında İran'ın etkinliğinin kırılması, İslami mesajın ulaştırılmasının önüne geçilmesi için İran'a karşı çok yönlü bir kampanya başlatılmıştır. Hem Batılı yetkililerin açıklamalarında, hem de Batılı medyadan yansıyan haberlerde bu olgu açıkça görülmekte, İran'ın temsil ettiği devrimci İslam'ın bu bölgelerde yaygınlaşmasının Batı çıkarları için büyük bir tehdid olduğu sürekli vurgulanmaktadır. Buna bağlı olarak İran'ın İslami ideolojiyi temsil etmesine karşı Türkiye'nin laik, ulusalcı ve Batıcı ideolojiyi temsil ettiği, dolayısıyla İran'a karşı Türkiye'nin desteklenmesi, Türkiye ile işbirliği yapılması gerektiği devamlı işlenmektedir.

Bu somut, açık ve anlaşılır siyasete rağmen, geleneksel çevrelerin İran İslam Cumhuriyeti aleyhine sürdürülen kampanyaya omuz vermeleri, Batı politikasına alet olmaktan başka ne anlama gelir? Özellikle İran'ın Azeriler'e karşı Ermenileri desteklediği, Ermenistan'a petrol, hatta silah sevkettiği iftirasının en ısrarlı biçimde bu çevrelerce gündeme getirilmesi oldukça manidardır. Her zaman güvenilirlikleri sorgulanan Batılı kaynakların haberleri, üstelik İran'a olan düşmanlıkları da açıkça bilinmesine rağmen, İran aleyhine ortaya atılan iftiralara delil teşkil edebilmektedir. Ya da İslam'a açıkça düşman olan bir takım Azeri yetkililerin İran hakkındaki asılsız, mesnetsiz suçlamaları bu çevrelerce hiç bir sorgulamaya ihtiyaç duymaksızın tümüyle doğru kabul edilerek kamuoyuna aktarılabilmektedir. Azerbaycan dışındaki Orta Asya müslüman halklarının tümünün Sünni kökenli oluşu ve Farslık unsurunun Orta Asya'da yalnızca Tacikistan için geçerli olması nedeniyle; bu çevrelerin İran aleyhine kamuoyu oluştururken Öne çıkarttıkları, İran'ın İslam'ı değil, Şiilik ve/veya Fars yayılmacılığını hedeflediği iddialarının hiç bir nesnel temeli bulunmamaktadır.

Sözün burasında Şiilik konusuyla ilgili bir hususu belirtmeden geçmek herhalde doğru olmaz. On yıldan fazla bir zamandır İranlı müslümanların Şii oluşlarını öne sürerek -bahane ederek- İran İslam Devrimi'ne ve 'İran İslam Cumhuriyeti'ne karşı şüpheci, endişeli ve çok zaman da düşmanca bir tutum izleyenler ne gariptir ki bugün, yine Şii olan üstelik de İslam'la, İslami emir ve yasaklarla başı pek de hoş olmayan Azerbaycan halkına karşı derin bir muhabbet ve dostluk duyabilmektedirler. İnsan İranlı müslümanların günahı İslam'a olan bağlılıkları mıydı, diye düşünmeden edemiyor. Doğrusu bu çevreler kelimenin tam anlamıyla fenersiz yakalanmışlardır. İranlıların Şiiliği sorun teşkil ederken, Azerilerin Şiiliğinin hiç bir sorun çıkarmaması iki noktayı öne çıkartmaktadır. Bir, İran ile alakalı olumsuzluk Şiilik-Sünnilik meselesinden değil, İran'ın temsil ettiği devrimci İslam'dan kaynaklanmaktadır. Bu yönüyle uzlaşmacı, statükocu anlayıştan kopamamış muhafazakar çevrelerin devrimci İslam'a karşı tavır alması doğaldır. İki, aynı çevreler ırkçı, milliyetçi öğeleri bünyelerinde yaşattıklarından kavmi bağlar, İslami bağın önüne geçebilmektedir.

Batı'nın Orta Asya'ya yönelik temel politikasının Batıcı, laik anlayışları ve kurumları yaygınlaştırmak, bu eğilimdeki kişi ve örgütleri öne çıkartmak olduğu açıktır. Mamafih, hiç bir şekilde bir İslamlaşma istememekle birlikte, illa olacaksa Batı çıkarlarıyla çelişmeyen, nispeten uyumlu, yumuşak bir İslam'ı tercih edecekleri, ettikleri de bir sır değildir. Özellikle Suud kaynaklı çabalara çok arzu etmemekle birlikte, bu yüzden sıcak baktıkları bilinmektedir. İşte Türkiyeli geleneksel çevrelerin Orta Asya'ya yönelik faaliyetlerinin de bir anlamda bu çerçeveye oturduğunu söylemek pek haksız bir yargı olmasa gerekir. Bu noktada, Orta Asya'ya alabildiğine Batıcı, laik ve ulusçu bir ideoloji ihracına gayret etmekte olan TC'nin de Batı ile aynı yaklaşımı benimsediği söylenebilir. Sulandırılmış, sınırlanmış bir İslam, tehlikesiz bir İslam gerektiğinde devlet desteğini bile hak edebilir!

Orta Asya'ya yönelik faaliyetleriyle biraz İslam, biraz da Türkiye pazarlamakta olan bu geleneksel cemaatlerin, içinde bulundukları durum tam bir çelişkidir. On yıllardır Türkiye'deki alfabe değişimini Kemalizm'in Türkiye halkına karşı işlediği en büyük cinayet olarak yorumlayan bu çevreler; bugün, Orta Asya'da Latin alfabesine geçişi savunabilmektedirler. Hatta şimdiden bazı bölgelerde Latin alfabesiyle yayın yaparak fiilen bu konuda öncülük yaptıkları bile söylenebilir. Tek başına bu konu bile, bu sözüm ona müslüman cemaatlerin içinde bulundukları ve halka da yansıttıkları kafa karışıklığına ciddi bir örnektir.

Bu çevreler her şeyden önce, ne yaptıklarını tekrar tekrar sorgulamak ve ilk planda, Orta Asya'ya yönelik faaliyetlerinde TC'den bağımsız, TC'nin hiç bir biçimde uzantısı olmayan bir çizgiye gelmek zorundadırlar. Kim tarafından ortaya konulursa konulsun İslam adına yürütülen her çaba sonuçta az da olsa 'TC'nin Truva atı' olma ihtimaline kapalı olmalıdır.

TC'nin Orta Asya'daki konumuna ilişkin olarak olumlu, iyimser beklentiler içine girmek olmayacak duaya amin demektir. Orta Asya sahnesinde büyük birader rolüne soyunan TC'nin oyunculuk hevesini sonuçta oyunculuk kapasitesi ile sınırlamak zorunda olduğu açıktır. Zira oyuncuları belirleyenin de, rolleri dağıtanın da en büyük birader (ABD) olduğunu baştan kabul eden, -yalnızca Orta Asya ile sınırlı olarak değil- tüm dış politikasını, hatta iç politikasını bu kabul üzerine oturtan TC, oyunu kuralına göre oynamaya mecburdur. Verilen rolün dışına taşma ya da reddetme ihtimali ise, TC'nin ideolojik-siyasi altyapısı, konumu ve koşullanması göz önüne alındığında, muhtemel olmadığı gibi kesinlikle mümkün de gözükmemektedir.