-Senin İçin-
Doktorlar ile birkaç hemşirenin birlikte odaya girerek selam verişi yeni bir günün habercisi oluyordu. Günlerdir sırtüstü yattığı yataktan gözlerini ağır ağır açtı. Biraz daha kendine gelebilmek için ellerini kaldırdı ve gererek arkaya doğru götürdü. Başını iki elinin arasına alıp hafifçe sıktı. Parmaklarıyla gözlerini ovdu. Ağrılardan ve ilaçlardan halsiz düşmüş vücudunu dinledi. O esnada başucunda durup, mütebessim bir eda ile kendisine nasıl olduğunu soran doktora biraz daha iyi olduğunu söyleyebildi...
Düğmeye basarak yatağının baş tarafını yukarı doğru kaldırdı. Böylece yarı oturur bir hal aldı. Gözlerini odada gezdirdi ve göz göze geldiği hasta arkadaşlarını eliyle selamladı. Bu dört kişilik odada en ağır ameliyatı geçiren kendisiydi. Gece-gündüz demeden en fazla inleyip sızlayan da kendisiydi haliyle. Başını ağır ağır sağa doğru çevirdi. Odanın büyük pencerelerinden dışarıya doğru baktı. Manzarayı görünce kendisini daha iyi hissetti. Yüzü açıldı. Kar yağmıştı. Kar yağdığına göre hava da çok soğuk olmalıydı. Ne kadar soğuk dahi olsa, bu teneffüs edilmeye değer bir hava, diye geçirdi içinden... Kahvaltı dağıtıcıları içeriye girince, düşünce ve hayallerini kaptırdığı manzarayı seyre doyamadan, yatak masasına konulan kahvaltı tepsisine yöneldi. Hastanedeki etleri yemediği için kayıt esnasında vejeteryan diye yazdırmıştı kendisini. Verilen yemeklerden memnundu. Kahvaltıdan sonra -mutad olduğu üzre- sabah ilaçlarını aldı. Termos ile getirilen çaydan bir fincan daha doldurdu. Buradaki sallama çaylar evdekini aratıyordu...
Biraz sonra, kendisine ameliyat sonrasında fizik hareketleri yaptıran terapist girdi içeriye. Ameliyat öncesi duruma gelebilmek için bu tedaviye çok önem verilmekteydi. Bu fizik tedavi yapıldıkça her defasında kan ter içinde kalıyordu. Çünkü bir taraftan vücudun hala atlatamadığı yorgunluk vardı, diğer taraftan ameliyatın sebep olduğu ağrılar. Bunlara bir de bu tedavinin verdiği ağrılar eklenince acının boyutları ortaya çıkıyordu. O günkü fizik hareketlerinden sonra tekrar yatağına uzandı. Bir süre uyku ile uyanıklık arasında gidip geldi. Ağrılarının yavaş yavaş artmakta olduğunu hissetti. Uyuyabilse, dindirebilecekti belki onları. Ama uyuyamıyordu. Elini yanı başındaki düğmelere attı. Yatağının baş tarafını yarı oturma pozisyonuna kadar yukarı doğru kaldırdı. Başını yine pencereye doğru çevirdi. Güneş yoktu, ama bulutlara rağmen hava daha bir aydınlıktı. Yeniden başlayan ağrılarından kaçıp bir yerlere sığınmalıydı. Dışarıdaki tipik kış manzarasının içine gömülüp öylece düşüncelere dalabilse, nisbeten rahatlayacağına inanıyordu. En azından öyle umuyordu. Dışarısı seyredilmeye değer güzel bir manzaraydı gerçekten: Çıplak dallarını kar ile süslemiş irili ufaklı ağaçların içinden yalnız başına dimdik duran bir çam ağacına takıldı gözleri. Dallarının üzerine çullanıp, onları aşağıya sarkıtan karın onca ağırlığına aldırmayan bir eda ile o yeşil yeşil gülümsüyordu. Bu özgüven, görenleri kendisine imrendiriyordu. O çam ağacının duruşunu, 'her kışın sonunda bir bahar vardır' şeklinde okumak da mümkündü. Ötesi, o ağaç duruşunu böyle okutuyordu kendisine bakanlara. Yer yer yoğun bulutların arasından berrak mavisini esirgemeyen şu gökyüzüne vurulmamak mümkün müydü? İnce ince yağan kar tanecikleri esen hafif rüzgarın da etkisiyle havada kavisler çizerek düşüyordu aşağıya doğru. Birkaç kuş ağaçlara konup uçuyor, her biri kendi hız ve ağırlığında dallardaki karın dökülmesine neden oluyordu. Soğuğa aldırdıkları yoktu anlaşılan... Aaa! Bir sincap! Ağaçtan ağaca, daldan dala zıplayıp duruyordu. Kendisinden büyükçe kuyruğunu yeni taramış gibiydi. Kuşlar ne ise, ama sincabın bu denli zıplayıp atlaması gücüne gidiyordu. Oysa o, sadece sincaplığının gereklerini yapıyordu belki. Hayır, sanki birileri onun kulağına kendisinin hastalığını, dahası ayağından ameliyat edildiğini fısıldamış da, sincap aldığı bu haberin neşesinden dolayı, inadına bütün atlama ve zıplama maharetlerini ortaya koyuyordu. Birden bire gelen bir ağrı dalgası ile sendeledi. Kıvrandı. Dayanabilmek için gayri ihtiyari olarak gözlerini yumdu. Birkaç dakika sonra tekrar gözlerini açarak, hastabakıcılara ait olan düğmeye bastı. Gelen hastabakıcıdan bir ağrı kesici rica etti...
Bedensel ağrılar bastırdıkça, yanı başındaki düğmeye saldırıyordu. Gelenler bazen bir hap veriyor bazen de iğne yapıyordu. Ağrının üstesinden böylece gelebiliyordu. Getirilen ilacı aldıktan sonra, odadan fırlayıp uçmak istercesine pencereye doğru çevirdi başını tekrar. Pencereler kendisi için çok büyük anlam ifade ediyordu; aydınlığa, sağlığa, esenliğe, doğaya ve dostlara açılan kapılardı pencereler. Aydınlığın pencereden içeri girmesiyle sırra kadem basıyordu karanlık... Şimdi dışarıdaki aydınlığın dışında hiçbir şeyi farkedemiyordu; artık demin yağan kardan, kar süslü ve kar yüklü ağaçlardan, uçan kuşlardan ve daldan dala zıplayan sincaptan bir eser görünmüyordu gözlerine. Belki hepsi de oradaydı ama o göremiyordu hiçbirini. Anlaşılan, şimdi o dayanılmaz ağrıları ile baş başa idi yine. Gözleri belirsiz bir noktada dikili kaldı. Böyle durumlarda ağrılarından kurtulmak için çareyi düşüncelere dalmakta ve hayaller kurmakta buluyordu... Ağrıların sadece bedensel olmadığını bu hastalık günlerinde çok daha iyi kavramıştı. Ruhi ağrıların da en az bedensel ağrılar kadar çekilemez olabileceklerine inanıyordu, bizzat yaşıyordu bugünlerde. Hatta birindeki ağrı diğerine de sirayet edebiliyordu.
Bedensel ağrıları dindirmek için ilaç alıyor ve dindirebiliyordu kısa zamanda... Ya ruhsal ağrıları? İşte onlar dinmiyordu hemencecik. Bunların ilacı ise dostların güzel sesleri, ümit, güç ve esenlik dileyen sözleri ile gülen yüzleri idi. Hastanede yattığı günden beri dostlarının tatlı seslerini duydukça ve gülen yüzlerini gördükçe biraz önce pencereden uçuşlarını izlediği kuşlar kadar hafif ve rahat hissediyordu kendisini. Burada kaldığı günden beri sevgili eşi ile çocukları her gün ziyaretine geliyorlardı. Öyle ki, ne keskin soğuklar, ne yerdeki kar ile buzlar ve ne de yolun uzunluğu kendilerini yıldıramıyor ve gelmekten alıkoyamıyordu. Onların bunca zorluklara aldırmadan her gün yollara düşüp kendisini görmeye gelmelerine bir taraftan içten içe sevinirken, diğer taraftan kendisi İçin katlandıkları bu cefalara üzülüyordu. Hastalığını haber alan dostlarından da bir kısmı ziyaretine gelmişler, gelemeyenler ise telefonla arayıp acil şifalar dilemekle kendisini hayli memnun etmişlerdi.
Hastane günlerinde, hastanın gözlerinin daima kapıda olduğunu gözlemlemişti. Gözlerini kapadığında ise, kulaklarını kapının açılış sesine ayarlıyordu sanki. Açılan kapıdan girenin dostlarından biri olmasını arzuluyordu hep. Bazı şeyleri daha iyi görebiliyor, düşünebiliyor ve bazı şeylerin de daha yeni farkına varabiliyordu insan. Değeri zaman zaman iyi bilinmeyen dostlukların eksikliği hastalık, darlık ve benzeri durumlarda bütün yalınlığıyla ortaya çıkıyordu... Bir taraftan bunları düşünürken, bir taraftan da şimdiye kadar kendisini ziyarete gelenleri hatırlayıp hayal ediyordu ve az da olsa bir rahattık hissediyordu. Hastalık, insanı biraz da çocuklaştırıyordu sanki; kendisiyle yüzyüze geldiği herkesten ilgi bekler bir duruma düşürüyordu...
Bir de dostları çok hatırlatıyordu. Kimi dostlarına sitem etmek hakkı mıydı, değil miydi? Bazıları hala gelmedikleri gibi, bir telefon dahi açıp geçmiş olsun dileklerini iletmemişlerdi. Oysa istisnaları hariç, hepsinin de hastanede olduğundan haberleri vardı. İşte bunu düşünmek acı veriyordu. Bir an bunlardan bazılarının gelmeyişlerine ve telefon edip geçmiş olsun demeyişlerine sevindiği dahi olmuştu... Çünkü onların bu tür şeyleri yeri geldikçe minnet borcu sayan ve başa kakan kişilikler olarak tanıyordu. Ama buna rağmen, hastaneye düştüğü bu günler zarfında kendisini bu tür düşüncelerden uzaklaştırmayı başarmıştı. Ve herkes hakkında kesin ve yargısal düşünmenin yanlışlığına kani olmuştu artık. İnsanın iyi veya kötü yönde değişmesi her zaman mümkündü çünkü. Hem kendisini ziyarete gelmediler veya aramadılar diye onlara sitem etmeye, küsmeye ve alınmaya hakkı var mıydı acaba? Bu kolaya kaçmak olmaz mıydı? Bütün bunlara rağmen affedici olmak, mazur görmek, zor dahi olsa daha iyi değil miydi? Çünkü dostluklar kolayca oluşmuyor, oluşturulamıyordu. Binbir zorlukla; karşılıklı fedakarlıklarla meydana getirilen dostlukları kaprislere ve ceviz kabuğunu doldurmayan şeylere kurban etmek ne kadar akıllıcaydı? Kendisinin dostları, tanıdıkları ile olan ilişkilerini gözden geçirdi, bir film şeridi gibi. İnsanlara, dostlarına karşı ilişkilerinin mükemmel yahut kusursuz olduğunu iddia etmiyordu ama iyi olduğundan da şüphesi yoktu. Onlara yük olmamayı, aksine yüklerini kendileriyle birlikte omuzlamayı dostluğun bir gereği olarak görüyordu. Bunu yapamadığı, hatta bazen yüklerini hafifleteyim derken kendilerine yük olduğu zamanlar bile olmuştu...
Şimdi kendisini odasından, odadakilerden ve ağrılarından soyutlamış ve daha düne kadar kendileriyle zaman zaman üzerinde durup konuştukları dostluğun içeriğini hatırlıyor ve onun üzerine düşünüyor, düşünüyor, düşünüyordu. Dostluğu kalıcı ve doyulmaz kılanın paylaşmak olduğunu, karşılıklı sevgi ve saygı olduğunu, ve yekdiğerinin yardımına koşmak olduğunu bilmeyen ve bu konularda hemfikir olmayan kimse mi vardı sanki? Hayır! Hepsi de hayatı çekilir kılanın bu güzel hasletler olduğu inanandaydı. Öyleyse diyordu kendi kendine, kişi kendi dostlarını zan altında bırakmadan ve onlara sitem etmeden önce, kendi davranışlarını tekrar gözden geçirmeliydi. İyi günlerinde dostlarını aklından geçirmeyen birinin, ansızın düştüğü darlıkta kendisine bir dost elinin uzanmasını istemeye hakkı var mıydı acaba? Belki kendisi de şimdi çekmekte olduğu dost acısını dün dostlarına tattıranlardandı. İşte bu, düşünmeye değer bir noktaydı.
Dönüp dolaşıyor ve sözü yine kendi durumuna getiriyordu. 'Gerçek dost kara günde belli olur!' diyordu. Gelmeyen ve dahi aramayan dostlarının bu davranışlarına 'ihmal' demek hafif olmaz mıydı? Ve bir dostu geldi aklına; şu an içine düştüğü bu kara günlerinde kendisini hala görmeye gelmemişti. Kim bilir, belki de gelememişti. Evet evet, o! Hala gelmemişti. Gelmediği gibi, bir telefon dahi açmamıştı. Bu kolayca kaldırılabilecek bir ağrı değildi. Yüzü soldu ve gözleri doldu. Gelmeliydi, diye söylendi kendi kendine, gelmeliydi. Hiddetli bir şekilde gelmeliydi derken, kızgınlığı yüzüne yansıyordu. Başına bir şey gelmiş olabilir miydi acaba? Aksi halde gelirdi, veya en azından arardı. Otobüsle gelebilirdi, arabası bozulduysa. Ya işi veya dersleri, yahut da her ikisi buna fırsat vermemiş ise? Olamaz! Öğle yahut akşam yemeğini oturarak yemektense, eline alıp yiyerek gelebilirdi. Hastane o kadar yakındı ki, bir çay veya kahve molasından kendisini mahrum bırakması bile gülen yüzünü kendisini özleyen dostuna göstermesi için yeterli olabilirdi. Şimdi nerede ve hangi halde olduğunu bilemiyordu ama, kendisi için bir, bilemedim iki saatlik bir zamanının olacağından da şüphesi yoktu. Hayır dedi kendi kendine yine; hüsn-i zan beslemeliydi. Dünya halidir, kimin başına nerede, neler geleceği belli olmazdı. Mutlaka geçerli bir sebebi olmalıydı gelemeyişinin. İyi ama, madem gelemedi, en azından telefon açabilirdi. Ya telefonu bozuk yahut kaybettiyse! Hayır, ikna olamıyordu bir türlü. İkna edemiyordu kendisini. Çünkü üzerinde bir değil, iki telefon taşıyordu. Ayrıca her köşe başında bir telefon kulübesi vardı. Hayır, herşeye rağmen dostluk, su-i zan yerine hüsn-i zan beslemeyi gerektiriyordu. İçinden; dostun için gönlünde bunca vesveselere yer vereceğine kendin onu bir arasana diye bir ses geldi. Doğrusu da bu değil miydi? Evet, bir süre daha bekleyecek, bir haber çıkmadığı takdirde onu arayacak yahut kendisine yazacaktı...
İkinci hafta...
Günler geçiyordu. Dostlarının çoğu görevlerini yerine getirmiş bulunuyorlardı. Kimileri birden fazla gelmiş ve kimileri ise bir daha gelmek yerine telefonla son durumunu sorarak kendisini sevindirmişlerdi. Her geçen gün kendisi de iyileşiyordu. Ve bir telefon... Evet, kulağına gelen utangaç ve ezik ses onundu. Telaşlıydı. Hal hatırını sormak yerine, önce gelemeyişine kimi mazeretler sayıp duruyordu acele ile. En kısa zamanda kendisini görmeye geleceğini söylemeyi de ihmal etmiyordu telefonda vedalaşırken. Aradığı için teşekkür etti kendisine ve sıhhatinin iyi olduğunu, yakında hastaneden çıkacağını söyledi. Ama o anki iç burukluğunun sesine yansımasına da engel olamadı...
Bir şeyi daha öğrenmişti bugünlerde; kendisine nasıl olduğunu soran herkese, iyi olduğu cevabını veriyordu. Halini soran bir dost ise, onu kendi açılarıyla üzmemeli, yok eğer başkası ise, onunla kendi acılarını paylaşmayı gerekli görmüyordu...
Üçüncü hafta...
Ameliyatının üçüncü haftasına girerken hastaneden çıkıyordu. Tedaviye evde devam edilecekti. Muhtemel kan pıhtılaşmasını önlemek için her gün bir iğne yaptırması gerekiyordu. Hemşirelerin, "altı hafta boyunca günde bir iğne yaptırmak için doktora yahut hastaneye gitmektense, kendi kendine iğne vurmayı öğrenmen daha iyi olur" demeleri ile birlikte son üç gündür iğnelerini kendisi vuruyordu. İğneler acıtmıyordu, ama soğuktu, ister doktorlar vursunlar ister kendisi, bu iğnelere ısınacağına ihtimal vermese bile bundan sonraki iğnelerini kendisi yapacaktı artık.
Demek ambulansla eve getirileceği günleri de görecekti... Allah beterinden saklasın diyordu. Kurban Bayramı'nda evde ve çocuklarıyla birlikte idi. Dostlar ve tanıdıklar bu kez de hem bayram kutlamaya ve hem de tekrar şifa dilemeye geliyorlardı... Yıllardır kendisinden uzak duranlar bile evini şereflendirmişlerdi. Gelen misafirlerle konuşulanlar bayramdan ziyade savaştı, kandı ve ümmetin içinde bulunduğu zillet hali idi. Koyun sürüsüne dalar gibi ümmetin içine dalıp her gün onlarcasını kurbanlık koyunlar gibi alıp götürenler bunları da yeterli görmeyip, günlük kurban sayısını binlere ve onbinlere çıkarma hesapları yapıyorlardı şimdilerde. Ümmetin kimi bireyleri, kardeşlerini o zalimlerin elinden kurtarmanın savaşımını vermek şöyle dursun, Kurban Bayramı dolayısıyla bizzat kestikleri kurbanlarının derilerini bile leş kargalarına kaptıracak kadar aciz idiler. Ve yine ümmetin başına musallat olmuş bel'amlar, tağutun birer kışlası haline getirdikleri camileri kullanarak, Müslümanları zalimlerin safında 'şehid' olmaya çağıracak kadar bayağılaşmışlardı...
Ve savaş başlıyordu...
12 yıllık bir aradan sonra insanlar ikinci bir Irak savaşını naklen izlemek için tv. lerinin karşısındaki yerlerine oturtuluyorlardı. Savaşa hayır diye haykıran Hristiyan, ateist... ve Müslümanlardan; savaş tamtamları çalan Hristiyan, ateist, Yahudi... ve Müslümanlara kadar her türlü yüz ile karşılaşmak ve kiralık satılık vicdanlar ile kale gibi duran vicdanlara tanık olmak bu savaşın bize görünen sadece iki ayrı yüzü idi... Evet, şeytan boş durmuyordu. Bazen bastonlarını şakağına dayayarak hayallere dalıyor ve mensubu olduğu aciz ümmetin aciz bir bireyi olarak duçar olunan acizliğin üzerine düşünmeye çalışıyordu. 'Elimizden ne gelir ki?' sorusuna; 'elimizden ne gelmez ki!' diye karşılık veriyordu. Bir taraftan karadan, havadan ve denizden atılan milyonlarca irili ufaklı merminin ve füzenin verdiği acılar diğer taraftan bunları aratmayan sunucuların iğrenç üslupları. Üzerine hesap yapılan sadece petrol değildi. Petrolün başında oturanların bizatihi varlıkları ile sahip oldukları değerler de hesaba dahildi ve savaş çok yönlü idi. Tv ekranında görünen sarp dağlarda gözü kalıyor ve onlara olan özlemini gözyaşları ile gidermeye çalışmanın acizliği altında eziliyor eziliyordu.
Üç ay sonra...
Allah'ın sonsuz lütuf ve keremi sayesinde her biri birer ay kadar uzun olan ağrı ve acı dolu günler ve aylar geride kalmıştı artık. Savaş bile üç haftadan fazla sürmemişti. Koltuk değneklerine mahkum olduğundan beri minik kızını eskisi gibi omuzlarına alamıyor ve çocuklarıyla doyasıya oynayamıyor idiyse dahi, Allah'ın kendilerine o güzel günleri tekrar göstereceğine dair olan inancı tamdı ve bunun için dua ediyordu... Hafif hafif çıkıp dolaşıyordu artık. Okuyup yazmaya çalışıyordu bugünlerinde. Tabii ki dostluk ve vefanın nitelik ve niceliği üzerine değil, çünkü onu yaşıyordu. Mesela geçen onca zamana rağmen kendisini hala görmeye gelmeyen dostları için ne yazabilirdi ki! Hatırladıkça sadece yüzüne bir hüzün çöküyordu. Ama buna rağmen o dostlarına olan özlemi kırgınlıktan daha fazla idi. İşte buna, yani onlara olan sevgi ve özlemini henüz yitirmeyişine hayli seviniyordu... Kışı aşarak gelen baharı selamlayan ağaçları ve mavi göğü oturduğu odanın penceresinden derince bir süzdü... Ve uzun süredir tarih düşmediği günlüğüne bir not düştü: Nerdesiniz gönlümdeki kışı bahara dönüştürecek dostlar? Gözlerim kapıda kaldı!..