Geniş halk kitlelerini medya ile uyuşturan, büyüleyen cahili-egemen sistem, üniversite gençliği ve kitap okuru kitle üzerinde de "kitap" denilen ve sırf bu isimle anıldığı için muteber kabul edilen araçları üretiyor ya da yönlendiriyor. Cahili hiyerarşi içinde ortak çıkarları ve düşmanları dolayısıyla birbirine eklemlenen sivil, bürokrat, aydın, münevver, akademisyen vb. zümre, bu cahili karanlığı çoğaltan, yoğunlaştıran birer misyoner haline dönüştüler. Bu misyonun dolaylı açılımları olarak son yıllarda işadamlarının; gazetecilerin, sair zevatın hatıra ve tavsiyelerini yazma modasını izlemeye çalıştığımızdan, Hasan Cemal'in iki ayda 9 baskı yapmış (şu anki baskı sayısını bilemiyoruz) kitabını da bu merakla edindik. Kitap bittiğinde ve bu "öğreten adam" tiplemesinin nasıl manipülatif amaçlarla kullanıldığını gördüğümüzde hatırımıza gelen ilk şey, yine bu misyonun yılmaz savaşçılarından Taha Akyol'un 1997'de Milliyet Yayınları'ndan çıkan "Hayat Yolunda-Gençler İçin Anılar Öneriler" isimli -faideli- eseri oldu. İki kitapta da birçok ortak tema vardı:
-Gençlikte olur böyle şeyler, büyüyünce geçer,
-Hiçbir ideal hayatı adamaya değmez.
-İdeolojiler totalitarizmi doğurur, sakınılması gerekir.
-Siyasal ve ekonomik liberalizm en iyi modeldir.
-Mutlak Hakikat yoktur, gerçeklikler vardır.
-"Fayda" en temel doğruluk ölçütüdür.
-Karl Popper mübarek bir zattır vs.
Sağ kanattan Taha Akyol ile sol kanattan Hasan Cemal'in, Aydın Doğan'ın santra noktasında buluşmaları* aydınlar üzerindeki saha hakemi etkisinin ne kadar güçlü olduğunu göstermesi açısından ayrıca ibret verici.
Hasan Cemal'in kitabını birçok kesim, kendi durumlarını doğrular mahiyette bulduklarından olsa gerek, tasdik ettiler.
Cunta'dan ağzı yanan kesimler "demek hep bu komünistler askeri bize karşı kışkırtmışlar, yoksa askerimiz kışlasından niye çıksın" diyerek bozulan sinirlerini teskin etmeye çalışırlarken, görmüş geçirmiş ağabeyler de "ya çocuklar, siz de sakın ha aynı haşarılıkları yapmayın, kendinize yazık etmeyin emi!.." hissesini çıkardılar bu kıssadan.
Biz de oturduk kitaptan geriye kafamızda kalan müphem üç noktayı aydınlatmaya çalıştık.
1-Hasan Cemal gerçekten çıkış noktası ile vardığı yer arasında bir mesafe mi katetmişti, yoksa bu görünürdeki değişiklik sadece tüy dökme mevsimi ile mi alakalıydı?
2-Öne sürdüğü argümanlarla, bunlardan yola çıkarak vardığı sonuç ne kadar doğal ve objektif, ne kadar dünya konjonktürüne bağımlıydı.
3-Zamanlamasındaki mükemmellik ve Türkiye gündemine cuk oturan çerçevesinin ne kadar tesadüfi olduğuydu.
***
Hasan Cemal'in kendisini "Keskin Devrimci Hasan" olarak andığı tarihi sarkaç, dünya genelinde sisteme muhalif hareketler yönünde seyretmektedir. Dünya kapitalist sistemindeki devletçi politikalarla, sosyalist hareketlerin SSCB örneğinden güç alarak kazandığı ivme, Bandung konferansının üçüncü dünyacı anti-emperyalist söylemi ve Ortadoğu'da Baasçı kadroların işbaşına gelmeleri gibi olaylarla birleşip, Türkiye üzerinde de düşünsel karşılıklar buldu. Kapitalist dünya sisteminin neo-emperyalist bir versiyonu olan Kemalizm, gerek İzmir İktisat Kongresiyle başlattığı liberal yöneliş, gerekse devamında korumacı-devletçi modele çarketmesi ve kapitalist tarihsel çevrimin her safhasına intibak edebilmesine imkan veren bir referans alanı oluşturmasıyla da bu etkileşime imkan sağladı. 1930'ların Kadro Hareketi'nin devletçi tezlerini YÖN hareketine ve devamında Devrim Dergisi'nde Kemalizme atıfla, basbayağı kapitalizmin devletçi kalkınma modelini savunmalarında bu referans alanının sağladığı avantajları görebiliriz.
Kadrocular, devletçiliğin "sınıfsız -sınıflara sahip olmayan- bir toplum"a uzman bir kadronun sevk ve idaresi olduğunu savunurken; 60'ların YÖN hareketi ve Devrim Dergisi ise devletçiliğin sosyalizme endeksli -özde aynı- bir yorumu olarak ortaya çıktı. O sıralar, dünyaya hakim rüzgarları izleyen "Devlet Aydını" ise kendisini; yerini borçlu olduğu sistemin meşruiyyet ve şefaat makamı olan Atatürk'e refere ederek "ahval ve şeraiti"n yeni duruma uygun yorumlarını yapmak gibi bir varoluş problemi yaşamaktadır.
30'ların Kadro Hareketi'nin, 60'ların YÖN'ünün Ebedi Şef Mustafa Kemal'in devletçi yönünü ortaya çıkarmaları, zaman zaman ortaya çıkan liberal söylemler ve şu anki hakim rüzgarların ise demokrat Atatürk'ün aslında çoğulcu demokrasiyi kastetmiş (!) olduğunu iddia etmelerinde görüldüğü gibi...
Hasan Cemal'in anlattıklarından; "tercihini Türkiye'yi ve dünyayı değiştirmekten yana koyduğunu söylediği tarihin 1968, devrimciliğinin kesin bir hüsrana dönüştüğü tarihin ise 12 Mart 1971 olduğunu görüyoruz. Devrimci Haso'nun topu topu üç senelik bir devrimcilik hayatı olduğunu ve bu sürede Devrim dergisinde gericileri askere gammazlamaktan başka bir devrimci eylemi (!) de olmadığını yine kendi ağzından öğreniyoruz.
Bu arka planı göz önünde bulundurduğumuzda, Hasan Cemal'in değişiminin çapı, niteliği ve yönünü tespit etmemiz de kolaylaşacaktır.
Kendi kuşağının neden devrimci olduğunu izaha çalışırken, Türk aydınının temel problematiğinin "Onlar neden ileri, biz neden geriyiz?" sorusuyla ilişkili olduğunu söyler ve haklıdır da. Hasan Cemal de bu soruyu düşünmüş ve verdiği cevap onu, günün şartlarında Doğan Avcıoğlu'nun "Askerlerle iş tutan" kliğine götürmüştür.
Hasan Cemal 1999'da bu kliği eleştirirken, temelde yukarıdaki soruya doğru cevabı verememesine dayanmaktadır. Hasan Cemal'in kafasındaki soru değişmemiştir. 30 sene önce sosyalist-devletçi modeli, şimdilerde liberal ekonomiyi savunurken, (meşhur) Güney Kore örneğini verirken de hala o meşum soruyu sormaktadır "Onlar neden ileri, biz neden geriyiz" (Burada "onlar" ve "biz" kavramlarından kastedilenler ayrı bir tartışma konusudur).
Hasan Cemal'in "Asker, Türkiye'nin kökleri tarihe uzanan gerçeği" başlığı altında işlediği tez, 1971'de Doğan Avcıoğlu'nun yanındayken savunduklarından çok da farklı değildir. Gerçi "Rejime askeri müdahaleler artık tarihin malı olmalıdır" derken, demokrat Hasan pozundadır ama yapılmış darbeleri de "Ordunun ilerici rolüne bağlamakta, bunu demokrasi sürecinde Türkiye'nin verdiği bedeller" olarak görmektedir. "Batıda demokratikleşme yolunda yaşanan kanlı devrimleri, iç savaşları" örnek olarak vermekte ama birşeyi atlamaktadır; Batıdaki bu savaşımlar iktidara karşı yürütülmüş ve haklar iktidardan kan pahasına alınmıştır. Bizde ise iktidar muhaliflere karşı sürekli bir savaşım içinde olmuş ve kazanımlar iktidar hanesine yazılmıştır. İçerik olarakta kazanan taraf olarak Türkiye örneği tamamen ayrıdır.
Hasan Cemal tıpkı 1971'de olduğu gibi bugün de aynı cevapları aramakta ama farklı araçların kullanımından bahsetmektedir. 1971'de Devrim diye telaffuz ettiği şeyi bugün reform adına yinelemekte, her ne kadar fikir diktatörlerini eleştirse de, bazılarını istisna tutmaktadır.
"Yine reform lazım! Tıpkı yüzyılın başındaki gibi Atatürk ve arkadaşları nasıl ki tarihin yükselen dalgasını yüzyılın başında yakalayıp Anadolu'da değişim ve yenileşmenin öncüsü oldularsa, 21. yüzyılın başında da aynı tarihsel sorumluluk ve görevle karşı karşıya genç kuşaklar... Türkiye bunu başaracak. Çünkü Atatürk ve arkadaşlarının çizdikleri rota, koydukları yön doğru: Laik demokratik Cumhuriyet".
Hasan Cemal 30 yıl önce "bir kitap okudum ve hayatım değişti" ironisiyle felsefi ve entelektüel açıdan yetersiz olduğu için, iki kitapla dünyayı değiştireceği zannına kapıldığını söyler. Ancak 30 yıl sonraki fikirlerini de yine iki kitap okuyarak edinmişti. Mesela Karl Popper ve Havel'i Ancak 80'lerde okuduğunu ve bu yazarların kitaplarının fikir dünyasını değiştirdiğini söyler. Ehrenburg'un "iki" kitabının devrimci yapısında çok etkisi olduğunu söyler ama devrimci fikirlerinin değişmesine yine Ehrenburg'un "bir" kitabı yeterli olmuştur. Zaten okuduğu kitapları pek anladığı da söylenemez; çok övdüğü Popper'in yanlışlamacılık adını verdiği metodunun tam tersi bir metod izler kitap boyunca... Yine Vaclav Havel'in kendisini çok etkilediğini söyleyip (Havel totaliterliği eleştirirken, bu yapılara hayatı pahasına karşı koyacak kahramanların yokluğundan şikayet eder**) sonra da 60'larda inandıkları uğruna ölenlere acır, onlar adına pişmanlık duyar vs.
Hasan Cemal 30 yıl öncesinde bulunduğu konumdan çok farklı bir yerde değildir. Halâ bu ülkenin sahipleri sınıfında ve zinde güçlere öğütler veren, tecrübelerini sunan "bilge kişi" rolündedir. Doğan Avcıoğlu'ndan tevarüs eden; bize ait olması gereken bu mülkü nasıl idare edebiliriz, "biz" de "onların" seviyesine nasıl ulaşabiliriz sorularının cevaplarını aramaktadır Hasan Cemal. Belki kafasında fazladan, halledilmesi gereken bir soru daha oluşmuştur: "Nerede hata yaptık?". Hasan Cemal'in temel sıkıntısı da yöntemle ilgilidir zaten.
Hasan Cemal'in ne 30 sene önce ne de şimdi hakikati aramak gibi bir problemi olmamıştır; sadece şu anda cari olan gerçeklere, yükselen değerlere bir intibak edebilme problemi vardır. Ve bunu kolayca başarır da. Bir zamanlar küfrettiği cici demokrasi ve liberalizmle, bunlar dünya konjonktürünü belirler hale gelir gelmez barışır, hatasını anlar(!) derhal yeni konumunu alır. Sistem liberal ekonomiden, dışa açılmaktan bahsetmektedir; yeni dost ve düşman tanımları yapılmakta, yeni "in-out"lar oluşmakta, devlet aydınları da bu yeni değerlere göre kendilerine çekidüzen vermektedirler. Değişen sadece bazı şeylerin yerleridir(!) Hasan Cemal değişmemiştir, menfaat ilişkileri de, meşruiyyet referansları da, ufkunun genişliği de aynıdır.
Zihnimizde beliren ikinci soru işareti ise, yazarın vardığı sonuçların, öne sürdüğü argümanlarla öncelik-sonralık ilişkisi oluşturduğu, zaten varılmış sonuçlara uygun sebep arama çabası izlenimi... Başlıklar altında gösterirsek çok aşina olduğumuz bir söylemi farkedebiliyoruz:
a- Hiçbir Dava-İdeal Uğrunda Eziyet Çekmeye, Ölmeye Değmez:
Hasan Cemal, Regis Debray'den, onun da Bernard Shaw'dan yaptığı bir alıntıyla özetliyor söyleyeceklerini: "20'sinde komünist değilseniz kalbiniz, 40'ında hala komûnistseniz aklınız yok demektir". Biz de bu derin bilgeliği kavrayarak Hasan Cemal'in hem kalbi hem de aklı olduğunu anlıyoruz (!)
Neyin Hasan Cemal'e, neyin başkalarına ait olduğu kitabın tamamındaki alıntı yoğunluğundan zaman zaman karışsa da, genel vurgu insanların ideolojileri uğruna nasıl ziyan(!) oldukları yönünde. Bunu desteklemek için -kendisi hapse girmemesine rağmen- başkalarının felaketlerini(!) "Burası kontrgerilla, sen harp esirisin bülbül gibi öteceksin" gibi haşin bir başlık altında tam 15 sayfa anlatıyor. Kendi hatıraları arasında başkalarına ait 15 sayfa alıntı. (!) Tabii çıkarılacak sonuç belli, "istersen dene (!)..."
b- Pragmatizmin Yüceltilmesi:
Hasan Cemal eleştirdiği ideolojinin temel ilkelerinden hareketle bir eleştiri getirmiş. Yenenlerin haklı, yenilenlerin haksız ve yanlış olduğunu sayan bir ölçü kullanıyor. Ardından da uygun örnekleri (Popper'in ifadesiyle beyaz kuğuları) sayarak bu savını kanıtlamaya çalışıyor: Berlin Duvarı'nın çöküşünü pazar ekonomisinin daha "iyi" olmasına yorması ya da Kemalizm ile komünizm arasındaki karşılaştırmayı içerikleriyle değil, fayda (pragma) ile yapması: "Atatürk yaşıyor, Lenin öldü! Çünkü birinin eseri yaşıyor. Öbürününki 70 yılda Berlin Duvarı'nın 1989'da yıkılmasıyla çöktü ve tarihin arşivine kaldırıldı"(s. 30). Yine Doğan Avcıoğlu'nun başarısızlığına rağmen Ecevit'in 30 sene sonra başbakan olduğunu söylemesi ve bunu doğruluk ve haklılığın bir göstergesi olarak öne sürerken, mezkur şahısların çapları ve nitelikleriyle değil, sadece akibetleriyle değerlendirilmesinde olduğu gibi.
c- Yeni Bir Paradigma: Postmodernizm!
Yazarda, bilgi toplumunu, liberal ekonomiyi, çoğulcu demokrasiyi savunurken, aydınlanma fikrini eleştirirken, postmodern paradigmanın açık etkisini gözlemleyebiliyoruz, Gerçeğin birçok yorumu olabileceği; ilişkilere yön veren şeyin "getirisi-faydası" olduğu; tarihin, ekonominin ve siyasetin bir öznesi olmadığı ve doğal olarak hiçbir ideolojinin hakimiyet kuramayacağı bir dünya tasavvuru bu. Ancak bu tasavvur, kula kul edilen milyonlardan, kirli savaşlardan, açlıktan ölenlerden, zenginlerle fakirler arasında büyüyen uçurumdan, yetimi itip-kakandan, toplumu kemiren ahlaki yozlaşmadan ne bahsediyor, ne de bir teklif getiriyor. Ve sanki tüm bu trajedi sona ermiş hatta hiç olmamış gibi içeriği olmayan bir geçmiş eleştirisi yapıyor. Çok konuşan ama hiçbir şey söylemeyen, "niçin" sorusunu atlayıp sürekli "nasıl"ın peşinden koşan bu üslup kitabın tamamına hakim.
***
Bize rahat vermeyen(!) üçüncü soru ise kitabın Türkiye gündemiyle sağladığı uyum ve zamanlamasındaki ustalık.
Kürt ulusalcı hareketi, ekonomik kaos, sistem muhalifi hareketlerin artarak halk tabanında yayılması, Kemalist kadroların hızla erimesi ve tüm bunların toplamından öte topyekün bir meşruiyet krizi yaşanması, içinde bulunduğumuz tablonun çerçevesini oluşturuyor. İşte bu atmosferde kitabın yaptığı göndermeler ve gündemi etkilemeye yönelik çabalar, kalemin ucundan dökülenlerden ziyade bilinçli yapılmış nokta atışlarına benziyor. Kitabın piyasaya çıkışı, 18 Nisan seçimlerinden sadece iki ay önce. Seçim atmosferinde çıkan bu kitapta tesadüf denemeyecek kadar bariz bir Ecevit görüntüsü var. Dürüst, demokrat, sabırlı ve muzaffer bir Ecevit tiplemesi bu. Birçok alakasız yerde Ecevit beliriveriyor. Mesela Hasan Cemal'in kitabında fikri değişiminin en önemli mimarı olarak özellikle tanıttığı, sayfalarca yer verdiği ve "Hitler'i, Stalin'i, tüm totaliter ideolojileri yerden yere vuran 20. yüzyılın en büyük bilim ve siyaset felsefecisi" dediği Karl Popper'le Ecevit arasında, "Bir zamanlar Kari Popper'i önemsiyordu. Yanlış hatırlamıyorsam, Mete Tuncay'a Byran Moggie'in Popper üzerine kitabını Türkçe'ye çevirten Ecevit'tir" gibi zorlama bir ilişkiyi kurmadaki kıvraklık ve el çabukluğu övgüye değer (s. 183).
Yine Ecevit'in, Doğan Avcıoğlu bahsinde CHP içinde kendisine yönelik ideolojik saldırılara, "demokrasinin teminatı" olarak karşı koyması; tamamı Ecevit'e ayrılmış "Bülent Ecevit Kuyruklu Yıldız mıydı?" başlıklı bölümde, o zaman savundukları görüşlerin ortadan kalktığını ama Ecevit'in kaldığını belirtmesi; üstelik 74 yılında ilan ettiği genel afla, kendisine düşmanlık eden solcuları bile hapisten çıkardığını hatırlatması gibi küçük anektodlarla gittikçe büyüyen bir Ecevit profili çiziliyor.
Türkiye gündemini özellikle son yıllarda hayli dolduran "Osmanlı tartışmaları"nda da sınırlı-sorumlu aydın tavrını gösteriyor Hasan Cemal.
Bu tartışmalar esnasında milliyetçi-muhafazakar kesimin dört kıtada at koşturan, fetihçi (ama aynı zamanda hoşgörülü (!)) Osmanlıyı kutsamaları, son yıllarda bazı İslamcıların öne çıkardığı I. Meclis örneğindeki Osmanlı'nın tekamül etmiş, üstelik demokratik ve özgürlükçü olduğu manzarası ve bunun ortasına oturtulan Atatürk'ün "Osmanlı" annesinin başörtülü fotoğrafı. Buna mukabil Cumhuriyet elitlerinin de 75. yılında yoğun bir kimlik krizi yaşayan sisteme, yeni dayanaklar ve meşruiyet kaynağı bulabilmek kaygısıyla Osmanlı'yı yeniden yorumlamaya çalıştıklarını görüyoruz. Şerif Mardinlerin, Kemal Tahirlerin, İdris Küçükömerlerin yeni baskıları yapılan kitaplarında siyasal yapısının, sanat edebiyat çevrelerinde ise "Osmanlı medeniyeti" motiflerinin ön plana çıkarıldığı 75 yıllık Kemalist sistemin, 600 yıllık Osmanlı devletinin terekesinden alabileceklerinin ince hesaplarının yapıldığına şahit oluyoruz.
Hasan Cemal'in de mensubu bulunduğu "bir kısım" ülke aydını; Osmanlı gibi 600 senelik bir birikimin, Türkiye Cumhuriyeti'ne en uygun kısmının Tanzimat dönemi olduğuna karar vermiş görünüyorlar. Hasan Cemal bir zamanlar "üst yapı değişikliği" diye küçümsediği Tanzimat'a, artık "Cumhuriyet'! de içine alan bir modernleşme süreci" olarak bakıyor. Ve Tanzimat'a ilişkin geçmişte yaptığı hatalı yorumları 8 sayfa ayırarak tashih(!) ediyor; bizim de o zamanki yorumlarına değil, şimdi yaptıklarına inanmamızı istiyor (s. 281-288). Bunu desteklemek için geliştirdiği delillerden biri de, kendisi gibi bir zamanlar Tanzimat'a ve Ortak Pazar'a karşı olan "takunyalı" Özal'ın, 80'den sonra birden(!) yanıldığını anlaması (24 Ocak Kararları ile) ve yine kendisi gibi bu kez Ortak Pazar savunucuları safında yan yana gelmeleri. Velhasılı kelam Hasan Cemal arka kapakta da iddia ettiği gibi, kendi kişisel tarihi ile insanlık tarihini özdeşleştirme gayretinin yarattığı şizofrenik bir söylem sergilemiş kitabında.
Hasan Cemal, Allah'ın insanlık tarihine biçtiği kader olan ve öteden beri devam edegelen karşıt güçlerin (Tevhid-şirk, hak-batıl, maruf-münker) çatışmasını, bu çatışmaların geçtiği zeminlerle karıştırıyor. Bunun doğal sonucu olarak bir süre sonra olayın (çatışmanın) kendisiyle değil, olay mahalli ile ilgilenmeye başlıyor. Bu zaafını "devrimci Haso"nun kapasitesine bağışlayabiliriz belki ama, bununla yetinmeyip bir de içinde hiçbir olayın olmadığı olay mahalleri oluşturmaya çalıştığında insanın ayranı kabarıyor doğrusu.
Hasan Cemal kitabın sonunda Doğan Avcıoğlu'nun, hala kulağında yankılanan "Hatamız nerede bulamıyorum(?)" sorusuna "tarihin yürüyüşünü yanlış durakta bekledik" şeklinde cevap veriyor.
Ama şunu unutuyor dünkü devrimci Haso, bugünkü gazeteci Hasan Cemal; "Tarihi, durakta bekleyenler değil yürüyenler yapar".
Dipnotlar
*- Taha Akyol'un kitabının çıktığı Milliyet Yayınlan ile Hasan Cemal'in kitabını basan Doğan Yayıncılık, ayrıca iki yazarın da halen yazarı oldukları Milliyet Gazetesi Aydın Doğan'a aittir.
**- Devlet ve Sivil Toplum, Der. J. Keane, Ayrıntı Yay. "Anti Politik Politika Makalesi".