Afganistan, Çeçenistan, Irak ya da Filistin fark etmez; konu İslam ve Müslümanlar olduğunda, hele ki İslami direniş insanlığın vicdanıyla buluşup onu harekete geçirdiğinde vicdan hırsızlarının ortalığı tarumar ettiğine, tozu dumana kattıklarına şahit olursunuz. Merkez kaç kuvvetler, kendilerini terazinin ortasına oturtup sizi de lanetli kefeye yerleştirirler. Vicdanlara bir “Hoop!” çekerler. “Durun bakalım!” derler, “Nereye bu gidiş?”. İnsanlık vicdanı şöyle bir sersemler; “Acaba?” der. “Acaba benim de yanlışlarım olabilir mi? Acaba gerçekten de bir hayrı yerine getirdiğimi, bir zulme karşı çıktığımı düşünür, vicdanen huzurluyken, göremediklerim, hesaplayamadıklarım, eksenini kaydırdıklarım, irrasyonel davranışlarım olabilir mi?”
İnsanlığın Vicdanının Karşısındaki Gemilerin Yelkenlerini Şişirdiler
Şüphe şüpheyi kovalar; vicdanlar şöyle bir silkelenir, fıtri ortaklıklar, söylemler, tavırlar, özcesi tüm güzellikler şüphe dehlizlerinin karanlık kamaralarında yol almaya çalışır. Gemilerin yola çıkış anındaki saflık, temizlik, yerini birden bulanık ve dalgalı sularda patlatılan fırtınalara bırakır. Fırtınayı koparanların tümü aynı safta değildir şüphesiz ama İslam düşmanlığından hümanist söyleme, oradan da tevhidi şirkle mayalamaya çalışan muhafazakârlığa kadar yeni bir geminin deryaya yelken açtığı görülür. Bu gemi, adeta Nuh’un gemisini taciz etmeye, yaralamaya, hedefinden saptırmaya namzet alternatif bir gemidir. Limandan demir almak için pusuda beklemiş; ardından yelkenlerini şişirmiş ve tağutun gemilerinin yardımına yetişmiştir. Geminin içi nelerle doludur? Bu yazıda bunu irdelemeye çalışacağız.
Bunu yaparken tüm Müslümanlara çağrımız odur ki, kızıp söylenmekten öte, bu söylemler karşısında tezlerimizi güçlendirme, karşıt tezleri ifşa ederken, sağlam argümanlarla karşı koymada kararlılık ve azim göstermemiz lazım. Slogandan öte, mezkûr tezleri araştırmalarımıza ve yazılarımıza konu edinip zihin bulanıklıklarını eylemlerimizdeki saflık ve tutarlılıklarda olduğu gibi yazın dilimize aktarmamız lazım. Çünkü ne bir eksik ne bir fazla, bu karşıt tezler iki elin parmaklarını geçmemekte. Her daim aynı üst başlıklar zihinleri kuşatma altına almakta. Aynı çelişkiler, aynı pervasızlıklar, aynı fütursuzluklar. O halde şaşkınlıklar yaşamak istemiyorsak, eylemlerimizi söylemlerimizle pekiştirmeye kararlıysak bu konularda boşluklar bırakmamak gerekiyor.
İslam Düşmanları / İsrail Dostlarının Tezleri
Bunların isimlerini tek tek saymaya gerek yok. Ertuğrul Özkök’ten Bekir Coşkun’a, Oray Eğin’den Oktay Ekşi’ye kadar sadece İsrail yanlısı, Siyonizm sevdalısı duruşlarında değil; Ergenekoncular safında İslam ve Müslümanlar karşısındaki tutumlarından da tanıdığımız malum zevatın söylemlerini ifşa etmek önem arz ediyor.
- İsrail yapageldiği zulümlerde haklıdır. Çünkü meşruiyeti ve güvenliği tehdit altındadır!
Bu retoriğe göre İsrail devleti meşru bir otoritedir ve işgal ettiği topraklarda da kendi güvenliğini temin etmek durumundadır. Kendi halkını koruyan, kollayan meşru bir otorite olarak İsrail’in her devletin hakkı olan hususlarda hakları vardır. Hatta bazılarına göre, gemilere müdahale esnasında uluslararası sular denen o bölgede de eğer terörist bir faaliyet sezinlemişse müdahale hakkı söz konusudur. Tehdit altında olanın her türlü orantılı/orantısız icraatı meşrudur. Faşizmse faşizm, ırkçılıksa ırkçılık, tartışma konusu edilemez. “İslami terör” ortadan kalkmadıkça İsrail’i sorgulamak beyhudedir.
Bu meyanda İsrail’le Türkiye’nin kaderi ortaktır. İsrail askeri aynı zamanda Türkiye’nin laik çıkarlarını ve “bizlerin” geleceğini korumaktadır. İsrail’i (ve ABD’yi) tehdit eden İslami unsurlar, aynı zamanda Türkiye için de tehdittir. El-Kaide ile Hizbullah ya da HAMAS arasında özü itibariyle bir fark yoktur. Üstelik PKK nasıl ki Türkiye’nin çıkarlarının önünde tehdit oluşturan bir terör örgütüdür; HAMAS da İsrail için öyledir.
Malum zevatın bu tespitlerinin ardından “Bu zalim-mazlum ilişkisinin tarihî arka planı nedir?”, “Bu zulmü bir şekilde sona erdirmek için neler yapılabilir?” diye sormak anlamsızdır. Çünkü bu ilişkiler direkt olarak zalimin retoriği üzerinden savunulur. Bu retorik ne kadar faş edilse de bu vicdan hırsızlarının umurunda değildir. Yalan makinesi sürekli işlemekte; sürekli Siyonizm’i ve onun eylemliliklerini haklı çıkaran bir mecrada yol almaktadır. Mantıki-vicdani açıklamalar bu güruhu aydınlatmak ve ikna etmek için değil, kitlelerin bu güruhun propagandalarından etkilenmelerini en aza indirgemek için yapılmalıdır. Nitekim “Beyaz Türkler”den oluşan bu güruhun ikna olma gibi bir derdi yoktur. İsrail’in çıkarları onlar için Türkiye’nin jeopolitik, jeokültürel ve ekonomik çıkarlarından önce gelir. Çünkü varlıklarını her darbe döneminde tazeledikleri bu ilişkiye borçludurlar.
Bu anlamda yıllardır kullanageldikleri argümanlar şu şekildedir:
- Araplar bizi arkadan vurdu!
Bu retoriğin hiçbir tarihî argümanla beslenemeyeceği, üstelik emperyalizm ve Siyonizm’in günahlarının üzerini örttüğü bir gerçektir. Bununla ilgili gerçekler İslami kesimler tarafından ciddi anlamda tahlile tabi tutularak ortaya dökülmelidir. Temcid pilavı gibi öne sürülen bu pespaye tespitin ideolojik olduğu açık olmakla birlikte, Murat Bardakçı gibi tarihçiler tarafından bile küçük örnekler büyüteç altına alınarak savunulabilmektedir. Ancak bilinçsiz halk kitlelerini etkileyen bu sloganik cümlenin tersinden örneklerle çürütülmesi, tarihî dayanaklarla savunularak gerçeklerin gün yüzüne çıkarılması bir yana, şu gerçekliğin de altı kalınca çizilmelidir: Diyelim ki Araplar “bizi” arkadan vurdu. Bu Siyonizm’i ve onun zulümlerini meşrulaştırır mı? Anti-Siyonizm’i vahşice, Arap düşmanlığını ise meşru olarak tanımlamak hangi vicdani kriterin ürünüdür? Bu kriter, yalnızca Türk oligarşisinin (Beyaz Türkler) vicdanından sadır olmaktadır; ne evrensel vicdan bunu kaldırır ne de tarihî gerçekler bu tercihi onaylar. Üstelik bu söylem, TC’nin İsrail’in iyiden iyiye payandası olduğu son yirmi yıllık ilişkiler zincirinin de üzerini örten bir işlev görmektedir. Bu söylem aynı zamanda gücünü bölgedeki rejimlerin işbirlikçiliğinden almaktadır. Ama ne bu işbirlikçiliğinin arka planının sorgulanmasına ne de kendi işbirlikçiliğinin konu edinilmesine izin vermez. Varsa yoksa ulusal çıkarların ABD ve İsrail müttefikliğinden geçtiğini işler. Aynı güruh içeride İslami söylemler haklılık kazandığında ya da siyasi görünürlük oluşturduğunda ve Ergenekoncular darbe aldığında ise ABD ve İslamcıların işbirliğinden, ılımlı İslam’ın aslında İslami dönüşümün önünü perdeleyen gerçek tehlike olduğundan dem vurur.
- İsrail karşıtı faaliyetler potansiyel terörizmdir!
Bu söylem, uluslararası gerçek terörizmin ne olduğuyla ilgilenmez. ABD ve İsrail eksenine karşı olan bütün faaliyetler terör kapsamında ele alınır. El-Kaide sivillere karşı eylemler düzenliyor diye terörle ilişkilendirilir; Hamas, aynı şekilde İsrail’e füze fırlattığı ve istişhadi eylemlerde bulunduğu için teröristtir. Hizbullah da İran’la işbirliğinden ve İsrail karşısında tehdit oluşturduğundan. İHH’yı ve Gazze filosuna katılanları bu yaftayla gayrimeşrulaştırmaya çalışan kartel de gemide el-Kaidecilerin olduğundan, silahların bulunduğundan, amaçlarının İsrail’i tahrik olduğundan dem vurdular. Aslında böyle yapmakla, İsrail’i tahrik etmenin bile terörizmle yaftalanmak için yeter sebep olduğunu ilan etmiş oldular. Bu söylemin içinde yer alan iftira ve yalanlar bir tarafa, içinde İslami unsurlar taşıyan herhangi bir insani girişimin tüm sivillik söylemlerine rağmen bu güruhu tatmin etmeyeceği; aynı zamanda bunların bu konuda ne uluslararası hukuk ne de bu hukukça belirlenmiş NGO tanımlarına itibar etmeyecekleri; yani bu eylemlilikler karşısında tıpkı İsrail gibi tutum alacakları da bir kez daha ispatlanmış oluyordu.
- Eksen kaymasına uğruyoruz!
“Bu ‘eksen’ denen şey ne üzereydi de kaymış oldu?” diye sorulması gerekiyor. Bunların eksen diye telaffuz ettikleri husus küresel ve yerel 28 Şubat eksenidir. ABD-İsrail ekseninde zaaf gösterilmesine en çok bu vicdan hırsızları içerlenir. Bunların ulusal çıkarlar diye avaz avaz savundukları hususlar da aslında bu eksenin üzerinde bulunanlardır; dostlarının ve kendilerinin çıkarlarıdır. AB sürecinde yol alıp, görece demokratikleşme ve özgürleşme yolunda adımlar atıldığında ve bu yolu katedebilmek için Kürt sorunundan Ergenekon’a birtakım alanlarda somut icraatlar ortaya konulduğunda da bunlara göre eksen kayması yaşanmaktadır; Suriye, Ürdün, İran gibi ülkelerle bölgesel işbirliğine geçildiğinde de. Dolayısıyla bunlar açısından eksen kayması F.Gülen’in konuşmalarının ardından muhafazakâr kesimin kastettiği eksen kaymasından farklı bir duruma işaret etmektedir. Nitekim aslında bunlara göre eksen çoktan kaymış ama savunageldikleri darbecilerin başarısızlıkları bu kayışın önünü iflah olmaz biçimde açmış, Hükümeti dizginleyebilecek güçler kızağa çekilmiştir. Hepsinden öte, İsrail karşısında bölgesel çıkarları gözeten tüm politik girişimler aslında eksen kaymasının bir ifadesidir. Bu söylemin alçaklığını had safhada faş eden slogan ise şudur: “İsrail bunu affetmez!”
Türkiye’nin ve bölge ülkelerinin faydasına her adımın ardından İsrail’in bunu affetmeyeceğine ilişkin hem tehdit hem de arzuları açık eden bu tespitin(!) ayaklarının nereye bastığı çok açıktır. Gönülleri ve zihinleri denizaşırı olan bu güruhun ne için ve ne adına bir eksen kaymasından bahsettikleri de siyaseten ortaya dökülmeli, ‘reel-politik’ adı altında savundukları argümanlar çürütülmeli ve savunularına cevap yetiştirmekten öte, durdukları yer açık edilmelidir.
- Türkiye’nin bunca iç sorunu varken Filistin’den bize ne!
“Türkiye’nin Filistin’de ne işi var?” söyleminden güç alan ama ABD ve işbirlikçilerine -Başbakan’ın da yerinde tespitiyle- Irak’ta ne işleri olduklarını sormaktan aciz bir retoriktir bu. Türkiye’nin iç sorunlarıyla zerre miktar vicdanları sızlamayan, İsrail’le yapılan askerî antlaşmalara harcanan milyar dolarlarla sevinen, Kürt halkının sorunları, yoksulluk, hukuksuzluklar vb. sorunlarda tarafını her daim belli eden bu güruhun sözde endişesi, Filistin halkının taşıdığı İslami kimlik ve “Filistin sorununu kaşırsak onlar da Kürt sorununu kaşır!” kabilinden adeta Siyonistlere akıl vermek üzerine kuruludur. Kendi paradigmalarından mülhem bu sorunu Filistin meselesinde koz olarak öne sürerek Hükümeti köşeye sıkıştırmayı amaçlayan bu güruh, aslında Siyonist çetenin devlet politikasını dillendirdiğini de çok iyi bilmektedir. Sanki Siyonistler yıllardır bölge üzerinde oyunlar oynamıyor, sanki bahsettikleri konuda girişimleri yokmuşçasına aba altından sopa gösterdiğini zanneden bu söylem sahiplerinin, konu İsrail’in silah gücü, tankları, roketleri, askerlerinin teçhizatları olduğunda güce, teknolojiye, ihtişama yapılan vurgunun ne anlama geldiğini, Filistin’den atılan basit bir roketin bir İsraillinin evinin duvarına yaptığı tahribat görüntülerini verirkenki ruh hali faş etmektedir aslında. Siyonistlerin gücünü animasyonlar eşliğinde madde madde sıralarken duydukları hazzın tam tersi, roketin deldiği duvarı gösterirken nefret ve intikama dayalı bir hüzne vurgu yapar. İsrail bu teknolojiyi, roketlerle taciz edilen halkını savunmak için kullanmaktadır ve bu güç öyle kolay alt edilebilecek bir güç de değildir. Öte yandan, Filistin’de delik deşik olmuş bir duvar görüntüsüne rastlamak zordur; zira bu teknoloji sayesinde evler yıkılmış, ortada duvar muvar kalmamıştır. Buna ilişkin görüntüler ise “İşte terörizmin karşılığı budur!” duygusuyla kamuoyuna sunulur. İşte “Filistin’de işimiz ne?” sorusunu soranların mantalitesi budur. Ve bu mantalite yeri geldiğinde Kürt halkına da aynı acıların tattırıldığını (ve yine tattırılabileceğini) bilinç altına kazımaktadır. Amaçları kendi sorunlarımızın çözümü falan değil; onursuz ve köklü işbirliği sürecinin akamete uğratılmaması için didinmektir.
Sonuç itibariyle İsrail’in İsraillilerce de eleştirildiğini onların gazetelerinden takip edebilmek mümkündür. Ordunun ve yöneticilerin hataları militer bir mantıkla da olsa masaya yatırılır ya da demokrat Yahudilerce barışa vurgu yapan tahlillere rastlamanız mümkündür; çünkü onlar İsrail adına da olsa endişeler taşımaktadırlar. Ama içimizdeki İsraillilerden bu konulara ilişkin tek satır okuyamazsınız; çünkü onların gerçek derdi aslında İsrail falan da değildir; şeytana sattıkları haysiyetlerini, şeytanın bile gün gelip reddetmesinden ürkerler, o kadar!
Adalet Terazisini Ellerinde Tuttuklarını Vehmeden Demokrat ve Liberaller
Bu güruhu ikiye ayırmak gerekiyor. Sekülarizmin bahşettiği tüm engellere rağmen “anlamaya çalışan vicdanlılar” ile “kendi doğrularını merkezde görerek çuvallayan vicdan bekçileri”ni birbirinden ayırmak gerekiyor. Emre Aköz, Roni Margulies, Etyen Mahçupyan gibileri ilk kategoride değerlendirmek mümkün. Emre Aköz’ün özellikle F. Gülen’in açıklamalarına ilişkin serdettiği sitemkâr tutumun altını çizmek gerekiyor:
Bence Fethullah Gülen'in olaya yaklaşımı, vicdanlı ama gerçekçi değil. Niye değil?
1) Çünkü Gazze ablukası üç yıldır sürüyor. Bu süre içinde ablukayı kaldırması ya da hafifletmesi için İsrail'e dünyanın her yerinden çağrılar yapıldı.
Ama İsrail yönetimi oralı olmadı, hatta ablukayı daha da sıkılaştırdı.
2) İsrail'in şahin yöneticileri askeri zihniyetle hareket ediyor. "Sen kazanırsan, ben kaybederim... O halde hep ben kazanmalıyım" diye düşünüyorlar. "Birlikte kazanmak" gibi bir vizyonları yok.
3) Hocaefendi'nin hep savunduğu "diyalog" ve "hoşgörü" ilkelerini, İsrail yöneticileri çarpıtarak siyasallaştırıyor:
Diyalogu "propaganda", hoşgörüyü ise "bizi hoşgörün" haline getiriyorlar.
4) Uluslararası sularda seyreden, silahsız bir sivil gemiye saldırıp, dokuz kişiyi öldüren güce "otorite" denebilir mi? Demokrat Yahudi yorumcuların da İsrail için korsan, haydut gibi sıfatlar kullanması tesadüf mü?
Bazen barışı sağlamak için bağırmak gerekir. (Emre Aköz, ‘Hocaefendinin Değerlendirilmesi Gerçekçi mi?’ Sabah, 6 Haziran 2010)
Roni Margulies ise “Yahudiler bu işe ne diyecek?” diyenlere nazire yaparcasına ve zamanlama itibariyle F. Gülen’in açıklamalarından evvel olmasına rağmen, adeta onun gibi düşünenlere cevap verircesine -kendisiyle yapılan bir röportajda- şöyle diyordu:
“Soru: Mavi Marmara'nın yola çıkışını nasıl takip ettiniz? Fikir olarak size nasıl geliyordu?
Cevap: Medyadan ve internetten izledim. Mükemmel bir fikir olduğunu düşündüm. Gazze halkının durumuna dünya kamuoyunun dikkatini çekmenin daha iyi bir yöntemi olamaz gibi geldi.
Soru: Mesela yöntemi ajitatif (kışkırtıcı) buldunuz mu?
Cevap: Elbette ajitatif bir yöntem. İsrail'in tepkisini çekeceği besbelli olan bir yöntem. Tam da olması gerektiği gibi...
İsrail'le baş etmenin sessiz sakin, uslu bir yöntemi olabileceğine inanmıyorum. İsrail'den herhangi bir şey "rica" etmenin bir anlamı yok.
Bu, hem uluslararası, hem kitlesel, hem insani bir yöntemdi. Ve tam da bu nedenlerle, İsrail'in kaçınılmaz tepkisi nasıl bir canavarla karşı karşıya olduğumuzu bütün dünyaya gösterdi. (Pınar Öğünç'ün söyleşisi, Radikal Cumartesi, 5 Haziran 2010)
Öte yandan Etyen Mahçupyan, Gazze Filosu’na eleştiri getirenlerin psiko-politik durumlarını tahlil ettiği ve İsrail devletiyle direnişçileri eşitleyerek tahlil eden yazarları eleştirdiği makalelerinden birinde şu tespitleri yapıyordu:
“Helen Thomas kıdemli Beyaz Saray gazetecilerinden biri. Geçenlerde ‘İsraillilerin Filistin’den çıkıp gitmesini, Almanya, Polonya ya da ABD’ye, nereden geldilerse oraya geri dönmeleri gerektiğini’ söyledi. Beklendiği üzere çok büyük tepki aldı. Bu lafların ‘söylenemez’ olduğu vurgulandı... Zaman verip tüm eleştirileri okumaya çalıştım. Ancak ‘söylenemez’ bulunan bu sözlerin ‘niçin’ söylenemez olduğunu söyleyene rastlamadım...
Anlaşılan siyaseten doğru sözler değildi... Gerçeği yansıtsa da böyle konuşulmaması gerektiği ima edildi. Çünkü bu sayede dünya kirlilikten arındırılmış gözüküyor, gerçekler karşısında üç maymunun oynanması modernlik fanusunun içindeki yapay entelektüel hayatı besliyordu.” (Taraf, 13 Haziran 2010)
Ancak (kendisini liberallerden ayırmak için ‘demokrat’ olarak nitelendirdiğini bildiğimiz) o bile, kendilerini adalet terazisinin merkezinde gören çoğu liberalin içine düştüğü hatadan kendisini alamıyor ve şu tespitlere imza atıyordu:
“Diğer taraftan Hamas İsrail’in gemilere saldırısını doğal olarak insani bir açıdan yorumlayarak dünyaya siyasi mesaj vermeye çalıştı. Ama böyle bir saldırı olmasaydı veya yüzlerce gemi bir anda sivil itaatsizlik yöntemiyle ablukanın kalkmasına neden olsaydı, aynı Hamas yönetimi memnun kalır mıydı kuşkuluyum.”
Oysa İslami hareketlerin özünde, halkların faydasına olan gelişmelere sevinmek vardır. Hele ki bu halk aynı zamanda İslami hareketten yana tercihini kullanmışsa. Kendilerini liberalizmin etkilerinden kurtarmaya çalışan Mahçupyan gibi demokratlar bile, ulus-devletlerin reflekslerine sahip seküler halk hareketlerinden görmeye alışkın oldukları gayri ahlaki pragmatizmin İslami hareketlerde de var olduğunu zannetme hatasına düşmekteler. Bu zannın tashihinin tek reçetesi, yollara düşüp bu hareketlerin mensuplarıyla tanışmaktan geçiyor. Tıpkı Richard Falk ya da Afganistan’da Müslümanlığı tercih eden İngiliz kadın gazeteci Yvonne Ridley gibi. (Bu arada, bu konularda yeterince tecrübeye sahip Ridley ile gerçekleştirilen bir röportajda yaptığı kıyaslamayı da hatırlayalım: “Taliban yerine İsrail’in eline düşseydim beni kesin öldürürlerdi.”)
Öte yandan Siyonist devletin konumuyla direniş hareketlerini eşitlemeyi adalet zanneden, çarpık/çağrısının kime yapıldığı belli olmayan bir ‘barış’ söylemiyle her iki tarafı da terörist eylemler yapmak ve halklarının başına bela olmakla itham eden, tarafları eşitleyen ve belli ezberler üzerinden ulus-devlet reflekslerini her kesime raci kılan açıklamalara yaslanarak tarihî gerçekler, gelişmeler, İslami teorik ve pratik yaklaşımlardan bihaber zorlama yorumlarla itidali savunduklarını zanneden çoğu sol kökenli liberaller ise bu süreçte kelimenin tam anlamıyla çuvalladılar. Özellikle Ergenekon konusunda hassasiyetlerini yakından takip ettiğimiz liberallerin, konu Müslümanlar ve İslami hareketler olduğunda aynı tutarlılığı küresel Ergenekon konusunda gösteremediklerine şahit olundu. Aynı zamanda İslami hareketleri tanıma konusunda yeterli emeği sergilemedikleri ve seküler halk hareketlerine karşı getirilen bildik eleştirileri İslami hareketlere uygulamada gösterdikleri kolaycılık da dikkatlerden kaçmıyordu. HAMAS’ı konu ne olursa olsun daha baştan “terörist hareketler” listesine koymaktan hiçbir şekilde imtina etmeyen liberallerin, kendilerini merkez, başkaca kesimleri periferide ve geride gören elitist yaklaşımlarına burada da şahit olundu.
Tutarlılık Testleri ve Sigaya Çekilen Duyarlılıklarımız
Liberallerin insanlığın vicdanının Gazze’ye yaptığı seferi unuttururcasına ve dikkatleri kendi tutarlı zannettikleri tespitlere çekerek, aslında Siyonistlerin çok da hoşnut oldukları saptırma harekâtına bilmeden de olsa yaptıkları katkı, konu İslam olduğunda depreşen aydınlanmacı ve Kemalist reflekslerinden kaynaklanmaktaydı. Ulusalcılığın karşısında yer alan yazılarına alışkın olduğumuz Ahmet Altan’ın Kudüs-İstanbul arasında kurulan ilişkiye karşı gösterdiği tepkiler ve HAMAS’ı terörle eşitlemede serdettiği heves ulusalcıları aratmazken; Ayşe Hür’ün “turnusol” görevi gördüğünü zannettiği yazısındaki tespitler, aslında Müslümanlar açısından liberal kesimlere ilişkin bir turnusol işlevi görmekteydi. (Bkz. “Turnusol kâğıdı olarak Gazze”, Taraf, 6 Haziran 2010) Adil olmak açısından altını çizmekte fayda var ki, sadece Ahmet Altan, İsmet Berkan ya da Ayşe Hür’e ait olmadığını, pek çok liberal görüş sahibinde var olduğunu tespitlediğimiz görüşlerin ortak noktaları şunlardı:
1- İsrail terörünü dize getirmeye çalışırken İsrail'in var olma hakkının da savunulması gerektiği.
2- İsrail'in terör eylemlerini kınarken Gazze ile Hamas'ı ayırıp Hamas'ın da terörünü lanetlemek gerektiği.
3- Gazzeli çocuklara gösterilen şefkatin aynısının, aynı süreçte Kürt çocuklarına da gösterilmesi gerektiği.
4- Meseleyi İslami hassasiyetler merkezinde değil, hümanist değerler çerçevesinde görmek ve işlemek gerektiği.
5- Kudüs'ün kaderiyle İstanbul'unkinin aynı olduğuna dair iddialardan vazgeçmek gerektiği…
Doğrusu bu tespitleri okurken, aklımıza, liberallerin Afganistan konusundaki tezlerinin de bunlarla ne kadar da benzeştiği geliyor ve şu duayı etmekten kendimizi alamıyorduk: Allah kimseyi, Afganistan söz konusu olduğunda yaşam (ve var olma) hakkına dair kalem oynatmaktansa Taliban'ın kimliğini tartışmayı tutarlılık zanneden bu hümanistlerin(!) eline düşürmesin!
“Ama…”lı Cümleler Vicdan Soğutuyor Peki, Mutmain de Kılıyor mu?
“Ama...”lı cümleleri yeri geldiğinde gayet tutarlı şekillerde eleştirdiklerine şahit olduğumuz liberaller bu defa aynı konuda olabildiğince “Ama...”lı tutarsızlıklara duçar oluyorlardı. Ve onların kurdukları "Ama…"lı cümleler sanki aynı terazinin eşit kefelerini işaretliyormuş gibi kullanılsa da aslında içteki marazları, çelişkileri, galiz duyguları göstermesi açısından da öğreticiydi.
Siyonizm ile mücadele konusu her gündeme geldiğinde 'anti-semitizm', 'Hamas terörü' ve 'İsrail'in var olma hakkı'ndan bahseden değinilerin vicdanların yeşermesine mi yoksa köreltilmesine mi hizmet ettiği ise belli değildi.
Liberaller, özellikle Erdoğan’ın demeçleri üzerinden gerek muhafazakâr ve İslami camiaları, gerekse Gazze konusunda duyarlı kesimleri sigaya çekerek “Kudüs'ün kaderinin İstanbul'un kaderiyle aynı olduğu” şeklindeki tespitlerden duydukları alınganlığın altını kalınca çizip, Altan’ın üç gün boyunca ardı ardına yazdığı yazılarda olduğu gibi; İslamî olanla İsrailî olan arasında kendilerince çok da bir fark olmadığını ısrarla anlatmaya çalışıyor ama bu anlatıya ne adına ve niçin sarıldıklarını izahtan uzak bir anlayışı savunmak durumunda kalıyorlardı:
“İsrail’in zulmüne uğrayanların hakkını korurken, İsrail’in hakkını savunmaktan da geri kalmamalı.”... “HAMAS’ın hiç bitmeyecekmiş gibi görünen düşmanlığı, yarattığı dehşet duygusuyla İsrail’i akıldan uzaklaştırıyor.”...(Ahmet Altan, “İsrail’in Hakkı”, Taraf, 5 Haziran 2010)
“Buna bir de ‘Hamas’ müttefikliğini ekledi ve Hamas’ı da sahiplendi...”
“Hamas’a, ‘bütün terör uygulamalarını kınamazsan seninle konuşmam’ demiyorsunuz da…”
“İstanbul’un kaderinin Kudüs’ün kaderine bağlı olduğunu söylemek tam ne anlama geliyor? Başka ülkelerdeki şehirlerden de mi Türkiye sorumlu?” (Taraf, 6 Haziran 2010)
Bu çift kutuplu ve böyle olmaklıkla tutarlı ve adil olduğunu zanneden bu söylem insanın aklına ABD’nin Irak’ı işgali karşısında tutarlı sözler sarf edebilmek için işgalci ABD’nin zulümlerine değinirken, aynı anda direnişçilerin de ne kadar pervasız ve adaletsiz olduklarının altının çizilmesi gerektiği şeklindeki bir paradoksu getiriyordu! Tutarlı olabilmek için hem işgalciyi hem de direnişçiyi niçin aynı anda ve aynı dozajda değerlendirmemiz, niçin her ikisine de aynı mesafede durmamız gerekiyor ve bunun ahlaki alt yapısı nereden besleniyor anlaşılır gibi değil! Bu tür bir değerlendirme tarzından en kârlı çıkacak olanın güçlü ve işgalci olan olduğu bilindiği halde, (üstelik işgalin ahlaksızlığını çıplak gözle değerlendirmek mümkünken, direnişin ahlakiliğinin tespitlenmesinin o kadar kolay olmadığı da bilindiği halde) direnişçiyi neden “terörist” yaftasıyla karalamamız gerektiği sorusu da orta yerde dururken, liberaller her zaman olduğu gibi hem yanlış bildikleri hem de hiç bilmedikleri konularda ahkâm keserek, en tutarlı köşelere kendilerinin kuruldukları vehminin dayanılmaz hafifliğine gark oldular. Öte yandan ‘küresel ekonomi’, ‘küresel değişimler’, ‘küresel değerler’ gibi kavramsallaştırmaları pek seven liberallerin, konu ‘küresel intifada’ olduğunda bu derece cimrileşmeleri ve yerelleşip kısırlaşmaları da oldukça manidardı.
Mandela’nın, “Filistin özgürleşmedikçe özgürlükten bahsedilemez.” sözünün hikmetiyle Kudüs arasında ilişki kurmakta zorlanmaları ve -soldan miras reflekslerle- ABD karşısında direnişlerine övgüler düzülen Latin Amerika ülkelerinin oluşturduğu eksen zenginliğinin aynısının konu Fas'tan Endonezya'ya kadar İslam dünyası olduğunda istihza ve hayalcilikle damgalanması ise anlaşılır gibi değildi. Üstüne üstlük emperyalizmin bölgenin göğsüne hançer gibi sapladığı İsrail devletinin meşruiyeti ve var olma hakkı üzerine kalem oynatmak da hukuk adına maharet sayılıp barışçıl hümanizmanın gereği olarak savunuluyordu.
İsrail'in işgal devleti olarak BM'ce tespitlenmiş kararlarının unutulması bir yana, tıpkı Ahmet Altan'ın yazılarında vurguladığı gibi “E ne yapalım, 1948'den beri aradan 60 yıl geçmiş, artık olan olmuş, devlet kurulmuş, artık onun da bir halkı var…” mealinde satırlar karalanırken, seçilmiş bir meşru hükümet (otorite) olan Hamas'a yönelik "terörizm" yaftası yapıştırılırken bu kadar cümle kurmaya bile gerek görülmüyordu. Hukuka ve haklılığa dayanmanın ne de güzel çözümler getirdiğini Türkiye'nin son günlerdeki tutumlarından yola çıkarak ispatlamaya çalışan bu hümanizma ve tutarlılık anlayışına göre, Hamas "terör"ü bırakmalıydı ki, İsrail de güvende olduğunu hissedebilsindi.
Ne Hamas'ın 67 topraklarına ilişkin son dönemlerde savunduğu tezlerden haberdar, ne İsrail'in sadece kendi güvenliği değil, emperyalizmin güvenliği için bu derece şımartıldığına değinen, hukuk derken BM raporlarından hiç dem vurmayan, işgale karşı direnen bir halk hareketine ideolojik saiklerden ötürü FKÖ ya da Kürt ulusalcıları kadar değer vermeyen bu hukuk ve insaftan uzak anlayışın yegâne derdi aslında gelişmelerin İslami temelde yükselmesiydi. Bu durum bir Mozambikli, Venezüellalı, Nikaragualı, Kongolu, İrlandalı ya da İsveçli insan hakları savunucularını rahatsız etmez, aksine bölgesel gelişmelerin jeokültürel gerçekliğini resmedip İslam'a olan ilgiyi artırırken, "bizim sekülerlerimiz"in Kemalist ve aydınlanmacı reflekslerini harekete geçiriyordu.
Aynı ahlaki çelişkiler kendisini Başbakan’ı ve İslami hassasiyet sahibi kesimleri Kürt çocukları üzerinde sigaya çekme çabalarının altında da göstermekteydi. Oysa gerçekten evrensel vicdana sahip olsalar, HAMAS ve PKK üzerinden karşılaştırmalar yapıp, kimin terörist olup olmadığını verilecek demeçler üzerinden test etmeyi bırakıp, Silopi'deki Kürt çocuklarının da geleceğinin Kudüs ve Gazze'den, Ortadoğu'nun küresel Ergenekon olarak tabir edebileceğimiz emperyalist işgalden ve onların yerli işbirlikçilerinin tasfiyesinden geçtiğini görmeleri gerekirdi. Eğer bir İrlandalı, Brezilyalı ya da Malezyalı insan hakları aktivistinin evrensel hümanist vicdanına sahip olabilselerdi, emperyalizmin bölgedeki urunun temizlenmesinin ve Yahudilerin de güvenli, emin, barış içerisinde bir hayata kavuşmalarının da yolunun İsrail'in yaşam hakkından değil, Siyonist çetenin işgal ettiği tüm topraklardan çekilene kadar onunla mücadeleden geçtiğini kavrayabilirlerdi. Ve tutarlılığın, küresel direnişlerin yeşermeye başladığı böylesi süreçlerde direnişçileri sigaya çekip "Eğer şöyle olsaydı yine direnir miydin?", "Şuralarda niye yoktunuz?", "Bunlara niye ses etmediniz?" mealinde saçma sorulardan değil, direnişe destek verip, onların yanında yer alıp, anti-propaganda, beyin yıkama, fitne ve endoktirinasyonlara karşı mücadele etmek amacıyla kalem oynatmaktan geçtiğini anlarlardı.
Ayşe Hür’ün, Taraf gazetesindeki 6 Haziran tarihli “Turnusol Kâğıdı Olarak Gazze” başlıklı makalesi, tam da değindiğimiz unsurları bünyesinde taşımaktaydı: Cehaletten ve ideolojik saiklerden kaynaklı İslamofobi, aydınlanmacı elitizm, direnişçi-işgalci arasında kurulan gayri ahlaki eşitleme ve çelişkiler... Hür, yazısında anlaşılmaz bir tarzda ‘İHH’nın sadece insani değil aynı zamanda ideolojik bir eylemliliğe başvurduğunu’ (Burada, eylemliliğin ideolojik ve ajitatif olmasının önemli olduğunun altını çizen Roni’nin tespitlerini hatırlayalım.) can kayıplarına da üzülmediğini (yani ideolojik eylemin amacına ulaştığını ima etmeye çalışıyor); HAMAS’ın gelen yardımları propagandif amaçla Gazze halkıyla buluşturmadığını belirtiyor ve anti-semitizm konusunda İslami camiaya ilişkin haksız eleştirilerini sinagog bombacılarından birinin annesinin verdiği Yahudi karşıtı demece ve bilgiç bir tavırla Kur’an’a dayandırıyordu. “Mısır’ın Refah kapısını kapatmasının neden aynı tepkilere sebebiyet vermediğini” sorup, farklı konularda aynı hassasiyetlerin niçin taşınmadığı şeklindeki masabaşı sorularını İslami kesimlere yöneltmesi de bunlar arasında sayılabilir. Hele ki yerli Ergenekon’la savaşında sırtı sıvazlanan ve dik durup, hiç geri adım atmaması istenen Erdoğan’a, konu Siyonizm olduğunda “artık susması gerektiği”nin salık verilmesinin, yani konu küresel Ergenekon olduğunda neden frene basılması gerektiğinin yegâne cevabı aslında İslamcıların bu süreçte hiç de hak etmedikleri payelere kavuşmaları(!) ve geleceğin dünyasında İslam’a ayrılacak yerin bu zevatın muhayyilesinde çok küçük bir alan işgal etmesinden kaynaklanmaktaydı. Oysa dünyadaki küresel siyasi gelişmelerin ve insanlığın vicdanının onayladığı gerçeklerin İslam’la bir şekilde ilişkili olmasına gözlerini kapamanın tam da kendisiydi ideolojik olan; o çokça eleştirilen oligarşinin (Beyaz Türklerin) seçkinciliğini çağrıştıran ve sırf ideolojik saiklerden ötürü bırakın küresel düşünmeyi, bölgesel ve yerel gelişmeleri bile değerlendirmekten aciz kalan.
Oysa kendi ülkelerinin halklarının değerlerine uzak olsalar da insanlığın vicdanına yakınlaşmayı deneselerdi, “Tel Aviv’dekiler ne düşünüyor?” kabilinden araştırma yazılarına başvurmadan önce “İHH’dakiler ne düşünüyor?” şeklindeki daha duyarlı ve gerçekçi konulara el atmaları işten bile değildi. Üstelik onca zahmete katlanmak zorunda da kalmadan!
Tıpkı, ilk geceki saldırının ardından kalemine sarılıp “İsrael, L’impunité Jusqu’a Quand?” (İsrail, Ne Zamana Dek Cezasız Kalacak?) başlıklı makaleyi Le Monde Diplomatique için kaleme alan ve tarafını daha baştan belli eden Alain Gresh gibi. İlginçtir ki Gresh, 31 Mayıs tarihli bu makalesinde sadece BM kararları sürecine atıfta bulunmuyor, aynı zamanda Bernard Levy gibi filozofların İsrail yanlısı, gayri ahlaki, vicdan karşıtı tutumlarını deşifre etmek gibi bir misyonu da üstleniyor ve Fransa’daki Siyonizm yanlılığını masaya yatırıyordu. Darısı bizim liberallerin başına...
Fethullah Gülen’den Önce Fethullah Gülen’den Sonra “Muhafazakâr Mahalle”
Fethullah Gülen’in, yardım filosunun otoriteden (İsrail) izin alması gerektiğine ilişkin açıklamalarının siyasal uyarı niteliği taşıyan tarafları bir yana, Gazze filosunun yola koyulduğu andan itibaren açıklamaların yapıldığı güne kadar oluşan ortak vicdan adeta bıçakla kesilircesine orta yerinden yarılıyor, İsrail muhibbi çevrelerin ilk günlerde mahcup edalarla dillendirdikleri tezler "bizim mahalle"de fütursuzca ve hesapsızca dile getirilmeye başlanıyordu. İHH'nın kimliği ve hataları masaya yatırılıyor, Hükümete üzerinde yürüdüğü eksene ilişkin hatırlatmalar yapılıyor, Gazze eylemlerinde atılan sloganlar, tevhid bayrakları vb. üzerinden ortaya konulan endişeler bir bir sıralanıp muhafazakâr kesime ve cemaat tabanına nerede durmaları gerektiğine ilişkin hatırlatmalarda bulunuluyordu.
Hüseyin Gülerce’den Osman Özsoy’a, Nuh Gönültaş’tan Ekrem Dumanlı’ya ve “Kimse Yok mu?” derneğine kadar bir anda tornistan eden gazeteciler ve tenakuz içeren açıklamalara imza atan siyasilerin endişeleri ortak noktalarda odaklandı: İslamcı görüntülerin pusuda bekleyen Ergenekoncuların eline koz vermek anlamına geldiği, Kudüs günlerinde oluşan görüntülerin darbe sebeplerini teşkil ettiği ve dış politikada da Hamas ve İran merkezli bir eksen kaymasına uğranılmaması gerektiğine ilişkin değerlendirmeler "kendi mahallemiz"den sadır olmaya başladı.
İlginç bir manzarayla karşı karşıya kaldık. F. Gülen'in "otorite" merkezli açıklamaları İsrail muhibbi medya için kaçırılmayacak bir fırsat teşkil ederken, birileri için de rotalarını insanlığın ortak vicdanından ayırıp, akl-ı selimin(!) ve rasyonelliğin(!) yönüne çevirmelerine sebebiyet verdi.
Mesela Nuh Gönültaş daha önce Bugün gazetesindeki köşesinde "Haydi Türkiye Filistinliler İçin Savaşa!" diye özetleyebileceğimiz iki yazıya imza atarken, Gülen'in açıklamalarının ardından "Sükûnet", "Ergenekon ve Darbe Tehlikesi" merkezli bir yazı kaleme aldı. İlk yazılarında İsrail'le mücadele edebilmek için öncelikle hâlihazırda TSK’nın tepesindeki askerî zevatın zihniyetinden kurtulmak gerektiğini vurgularken, Gülen'in işaretinin ardından Türkiye'nin İsrail'le çatışma senaryoları üzerinden nasıl da bir darbe sürecinin içerisine çekilmeye çalışıldığı hususunda kalem oynatmaya başladı.
Hüseyin Gülerce, 10 Haziran tarihli Zaman gazetesindeki köşesinde, “Türkiye Hangi Tuzağa Çekiliyor?” başlıklı makalesinde şu vurgulara yer veriyordu:
“İsrail, gemimizi basıp masum insanları öldürerek, bölgesinde güçlenen, İsrail tesirinden çıkan bir Türkiye'den, ne kadar çok rahatsız olduğunu ilan etti. Kendi aklınca, Türkiye'ye haddini bildiriyor. Ama bir şey daha yapıyor. ABD ve AB'deki dostlarına, ‘Dikkat, Türkiye eksen değiştiriyor, radikal İslamcı örgütleri kolluyor, korktuğunuz başınıza geliyor’ diyor. Bütün dünyadaki medya vasıtalarıyla, yoğun bir propaganda ve psikolojik harp yürütüyor. Tuzak, Türkiye'yi Batı'dan koparmaktır. Türkiye'nin AB üyelik sürecini askıya aldırmaktır.”
Gülen ve yandaşlarına göre, Türkiye netameli bir süreçten geçiyordu ve Ergenekoncuların eline koz vermemek için azami dikkat göstermek gerekiyordu. İHH öncülüğünde başlayan bu süreç ve İsrail’in müdahalesi, vicdani sorumlulukların ötesinde dış politikada bir eksen kaymasını beraberinde getirmemeliydi. Nitekim bu hal, içeride Ergenekon’un elini güçlendirebilir; bu da ele geçirilmiş tarihî fırsatın heder edilmesini beraberinde getirebilirdi!
Böylelikle Gülen'in zorunlulukları ve kırmızıçizgileri üzerinden Türkiyeli Müslümanlara vicdan biçiliyor; Hükümete tıpkı 28 Şubat'taki gibi otokontrol öneriliyor, Erbakan’ın hatalarının tekrarlanmaması imalarında bulunuluyor; kitleleri hayalcilikten kurtarmak adına nefisleri dönüştürme bilinci kesintiye uğratılıyor; Ergenekoncuların dış bağlantıları arasında Siyonistler yokmuş gibi davranılıyor ve küresel vicdanın bölge politikalarına olan etkisini hafife almak reel politiğin iman umdeleri ve tek seçeneği gibi sunuluyordu.
Çirkin ve gayri ahlaki olan husus, böylesi endişeler üzerinden; ortak vicdanları yaralayan, duyarlılıkları törpüleyen, İslami hassasiyetleri tahfif eden, topluma ve muhafazakâr kesime nerede durması, neye-nasıl inanması gerektiğini, Hamas'ı bile İsrail'in kurduğu, İran jeopolitiği ile Türkiye'nin çıkarlarının farklı olduğu vb. örneklerle zihinleri bulayan ve kitleleri geleneksel-ulusalcı reflekslerin kucağına iten yöntemler izleniyordu.
Elbette bu tutumun ahlaki ve siyasi yönü İslami çevrelerde de sorgulamaya tabi tutuluyordu.
İslamcı Medya’dan F. Gülen’e Tavsiyeler
ABD ve İsrail gibi reel güçlerin sabrını sınamamak anlamında uyarılar içeren ve dünyada iş görmenin ancak bu güçlerin oluru sayesinde gelişebileceğini vicdanlara kazıyıp, siyasete yön vermeye çalışan itikadi yönlendirmelerin sorunlu/marazlı olduğu da açıktı. Zira siyaset sadece her ne pahasına olursa olsun “kazan kazan” meselesi değil; itikadi tercihlerimizin belirginleştiği ve akidelerimizin billurlaştığı inanç ve amellerin bütünüydü.
Nitekim bu şekilde düşünen İslamcı medyada da Gülen ve bağlılarına bazı hatırlatmalarda bulunuldu. Mademki Gülen’in açıklamalarında otoriteye itaatten bahsediliyordu, o halde o otoritenin üzerinde uluslararası hukuk ve BM gibi bir otorite olduğunu ve Siyonist çetenin o otoritenin bugüne dek almış olduğu yüz kadar kararı hiç takmadığı ve bildiğini okuduğunu da hatırlatılmasının gerekliliği üzerinde de duruldu.
Bir insanlık suçu olan Gazze ambargosunun kaldırılmasına dönük İsrail'i dize getirmesi gereken otoritelere de seslenilmesi gerektiği ve uluslararası sularda, korsanlık ve terör faaliyetlerinde bulunduğu kabul edilen ve şimdilerde bir uluslararası yargılama sürecinden geçmesi muhtemel İsrail’in uluslararası otoritelerin aldıkları kararlara uyması gerektiğine ilişkin açıklamalara ve girişimlere de imza atması gerektiği hatırlatıldı.
Bununla birlikte Gazze'ye yönelik ambargonun da kendisi tarafından hangi meşruiyet sınırları içerisinde görüldüğünü ve bu ambargonun hangi yöntemlerle kaldırılması gerektiğine ilişkin de önerilerinin beklenildiği ifade edildi!
Gülen’in, dünyadaki diğer otoritelerin ambargonun kalkmasına ilişkin kıllarını kıpırdatmadıkları böylesi süreçlerde zulme karşı nasıl bir tutum takınılması gerektiği noktasında, Filistinli gruplara ve dünya Müslümanlarına ne önerdiğini de açıklaması, Nisa Suresi 75. ayet-i kerimedeki insanların duasına cevap verebilecek bir otorite yok ise Müslümanların üzerine ne türden sorumluluklar düştüğünü izah etmesi; bu durumun bir kader olarak bellenip boyun mu eğileceği, yoksa tüm dünya Müslümanlarının bu vahim tablo karşısında Rableri katında iradelerinden sorumlu tutulacakları bilinciyle hareket etmek zorunda olup olmadıklarına açıklık getirmesi istendi.
Sadece dünya Müslümanları değil, dünyanın tüm vicdan sahibi, duyarlı kesimleri, terör devleti İsrail'i meşru görmedikleri, onu bir işgal gücü olarak gördükleri ve üstelik BM nezdinde bu işgalin tanımının da tescillendiği hatırlatıldı.
Filistin topraklarını savunan tüm muhalif güçlerin, işgale karşı direnen, en doğal hakları olan meşru müdafaayı ortaya koyan ve İsrail'in sadece 67 topraklarından değil, 1948'den bu yana işgal ettiği topraklardan çekilmedikçe mücadeleyi sürdürmeye ant içmiş direnişçiler olduğu vurgulandı.
İsrail muhibbi medyanın gerek İHH'nın kimliğini sorgulama, gerek şehitlerin tahfif edilmesi, gerekse İsrail'in masumiyetine ilişkin karşı atağa kalktığı böylesi bir süreçte açıklamalarıyla bu dezenformasyon sürecine dolaylı da olsa destek olduğu gözlemlenen F. Gülen’in, yeryüzünün yegâne otoritesi Rahman, Rahim ve Kahhar olan Rabbimizin huzuruna ermeden önce hem Gazze filosuna katılanlardan, hem Türkiyeli Müslümanlardan özür dilemesi hem de şehit ailelerinden helallik alması gerektiğinin de altı çizildi!