Son zamanlarda, roman alanında, gerek yerli gerekse yabancı yazarlar arasında, tarihe, tarihî kişiliklere yönelik ilginin arttığını görüyoruz. Ülkemizde ve dünyada büyük bir okuyucu kitlesine hitap eden ve çok satan bu kitapların küçümsenmeyecek bir bölümünde dinî olaylara ve şahsiyetlere de büyük bir yer verildiği gözlemlenebilmektedir. Postmodern anlayışların, ısmarlama yaklaşımların ve inanç turizminin desteğini de yedeğine alan bu ürünlerde edebî/sanatsal zaafların yanı sıra; zihniyet sorununu, bilgi yanlışlarını, tartışmalı birçok hususu ve art niyetli yaklaşımların izlerini görebilmek de mümkün.
Bir edebiyatçı, bir yazar; elbette bir tarih araştırmacısı, bir akademisyen ya da bir filozof değildir. Edebî, sanatsal kaygı; geçmişe ait olayları ve geçmişte yaşamış kişileri ele alırken belirli bir rol oynayacaktır. Fakat bu tutum, romancının tarih arenasında istediği gibi at oynatmasını da doğurmamalıdır. Gerçekleri çarpıtmak, İndî/keyfî tezlere angaje olmak ve tarihi, roman için sıradan bir malzeme konumuna indirgemek, her şeyden önce yazarlık sorumluluğu ile bağdaşmaz. Yazar; kötü bir işportacı, pazarlamacı, reklâmcı yahut zihnî birikimi zayıf okuyucuyu uyutmaya çalışan bir efsuncu, masalcı gibi davranmamalıdır.
Sayıları her geçen gün artan tarihî romanlar arasında, Doğu'ya ve bu arada özellikle Eski Mısıra ait kitapların büyük bir yekûn tuttuğunu söyleyebiliriz. Bu ilgi, aslında öteden beri tarihçiler ve sanatçılar dışında simyacılar, antikacılar, arkeologlar, mezar soyguncuları ve turistler bağlamında karşımıza çıkmıştır. Fakat son dönemde yazılan romanların çoğunun, edebî kaygı ve kriterlerden bağımsız, edebiyat sosu ile süslenmiş modern bir turistik geziyi, kısmen de ilginç serüvenleri öne çıkardıkları söylenebilir.
Kimi eleştirmenler, bütün dünyayı 'kasıp kavuran' bu furyanın önemli bir kaynağının bizzat Mısır Hükümeti olduğunu iddia etmektedirler. Turistlere yönelik birtakım saldırı ve toplu öldürme girişimleri yüzünden büyük bir darbe alan Mısır turizmi, ekonomiye de katkıda bulunacak şekilde, tekrar gündeme getirilmiş oldu. Belki de dev kampanyalar sayesinde başarılı olundu ve özellikle birçok yönden dikkati çeken II. Ramses dönemi öne çıkarıldı. Günümüzün güce, şatafata, konfora, ihtişama tapınan dünyasında, bu seçimin tam anlamıyla yerinde olduğu söylenebilir. Elbette II. Ramses, büyük bir ilgi görünce onun karşısına Musa Peygamberin çıkarılması da gecikmeyecekti.
İki Fransız yazar (ikisi de tarihçi), Christian Jacq ile Gerald Messadie'nin yazdıkları bu bağlamda Türkiyeli okuyucuyla da buluştu ve büyük bir ilgi gördü. Jacq, II. Ramses'i putlaştırarak beş tane roman yazdı. Bunlar sırasıyla; Işığın Oğlu, Milyonlarca Yılın Tapınağı, Kadeş Savaşı, Ebu Simbel'in Kraliçesi ve Batı Akasyasının Altında adlarını taşımaktaydı. Messadie ise Musa'yı iki cilde sığdırdı. "Mısır Prensi" başlığını taşıyan birinci cilt ile, "Ulus Yaratan Peygamber" başlıklı ikinci cilt.
Jacq 'nehir roman'ının ilk cildinin girişinde bu büyük zorba firavunu; "Büyük Ramses... Bir romancı için ne mükemmel yol arkadaşı." sözleriyle karşılamakta ve selamlamakta. Yazara göre o, her yönüyle göz kamaştırıcı bir hükümdar; Güçlü olmasının yanı sıra iyi kalpli, bilgili, müşfik, âşık, duyarlı, yardımsever... Kendisi gökten yere inmiş bir tanrı, karısı Nefertari de tam bir melek. Arkadaşları da öyle: Diplomasi uzmanı, yakışıklı ve zarif Aşa, kâtip ve başyardımcı Ameni, yılanlara ve büyüye düşkün Setau, mimar ve daha sonra peygamber olan Musa...
Yazar, tarihçi olmasına rağmen tarihî gerçeklikleri altüst etmekten hiç çekinmiyor. Ona göre her şeyin ve herkesin değeri Ramses'in büyüklüğüne, yüceliğine katkısıyla ölçülebilir. Romanda bu yüzden Truvalı Helen'i, ünlü ozan Homeros'u da Mısır coğrafyasında görebiliyoruz. Romanlar, bu kartondan iyileri ve kötüleri çok keskin hatlarla ayırarak ortaya koyuyor. Kötüler safında, iç düşman olarak en büyük kötü firavunun ağabeyi Şenar. Dıştan gelen kötülüklerin odak noktası ise barbar, görgüsüz; soğuk ve sevimsiz Anadolu topraklarının insanları olan Hititler.
Ramses serisiyle ilgili olarak, belki de olumlu tek yönün, kullanılan dil olduğu söylenebilir. Sürükleyicilik ise, konuya ilgi duyan ve "yazınsal turizm"e düşkün olanlar için düşünülebilir.
C. Jacq için romanı kurgularken problem oluşturabilecek tek kişi Hz. Musa olabilirdi. Ancak yazar, onun da kolayını buluyor ve seri boyunca ufak tefek bazı meseleler dışında, Ramses'le Musa'yı canciğer iki arkadaş gibi anlatıyor. O kadar ki Ramses, Musa bir adamı öldürdüğünde onun kurtulması için çırpınıyor, kanıtlar toplattırıyor ve hatta 67 yıllık hükümdarlığının sonunda ölürken bile onu soruyor, onu sayıklıyor. Hz. Musa'nın bir toplum ve devlet kurduğunu duyup öğrenerek gönül rahatlığı içinde gözlerini hayata kapatıyor, Ramses dizisinin en ilginç yönünün bu inanılmaz çarpıtma olduğu söylenebilir. Eski Mısır'a hayran olan ve o günleri bir daha yaşanması mümkün olmayan bir saadet asrı olarak gören yazar, Hz. Musa'nın bile bu düşü bozmasına izin vermek istemiyor sanki. Tepkileri bir yönden hafifletmek ve işin içinden çıkabilmek için de, biri imanın biri de küfrün İmamı olan bu iki zıt tipi çok yakın arkadaşlar olarak tasarlıyor. Böylelikle birçok hususun ve kişiliğin konumu çarpıtılıyor ve tahrifatın bini bir para oluyor.
Ülkede, firavunun bile müdahale edemediği alabildiğine âdil, mükemmel bir yargı sistemi var ve İsrailoğulları'na da son derece iyi davranılıyor. Yazarın, bu konuları romanlastırırken, görünen o ki kutsal kitaplara, dinî kaynaklara ve Kur'an'a hiç bakmadığı anlaşılıyor. Yunan medeniyeti ile ilgili kaynaklara da hiç başvurmuyor yazar. Bu hayali tarihî romanlarda her şey "hastalık nedir bilmeyen", mükemmel ve ölümsüz bir insan olan Ramses'e endeksleniyor. Tekrarlarla, kural tanımayan abartmalarla, çarpıtmalarla, büyücülerle, komplolarla, onlarca hayvan suratlı tanrıyla, âyinlerle yaşamak okuyucuyu sıkacak, boğacak hatta sinirlendirecek noktalara gelebiliyor.
"Patlamış mısır" üzerine bile roman yazabilecek kadar malûmatfuruş ve Mısır bilimci olan C. Jacq'ın Ramses dizisi dışında da Mısır'la ilgili birçok romanı yayınlandı. Yazar, okuyucuyu ve eleştirmenleri pek rahat bırakacağa benzemiyor. Seviyesi, ciddiyeti ve tutarlılığı ortalama Türk yazarlarından bile düşük olan Jacq'la ilgili olarak insanın aklına; "Acaba Mısır Hükümeti ya da rüyalarına girip duran bir mumya, bir hortlak tarafından kitap yazması için tehdit mi ediliyor?" sorusu geliyor.
Eski Mısır'ı bu kez II. Ramses'in rakibi/düşmanı olan Musa Peygamber ekseninde ele alan tarihçi-romancılardan biri de Geralde Messadie.
Yazar, Mısır'ı "ilk tektanrılı din"in doğuşuna zemin teşkil eden bir formda okuyucuya sunuyor. O da Ramses'e karşılık Musa'yı öne çıkarıyor; fakat Musa'yı anlatırken ]acq'ın Ramses öyküsünde olduğu gibi abartma ve yüceltmelere fazla yer vermiyor. Başarılı sayılan bir çizgi filme de uyarlanan romanda çelişkilere, gerilimlere, insan karakterinin değişik/değişken yönlerine daha çok değiniliyor. Messadie, uzun ve çok sayıdaki dipnotla, tarihî bilgileri ve tartışmaları aktarıyor bize. Fakat sonuçta o da, inanç turizmine hizmet ediyor ve Ramses dizisinin yazarı gibi meraktan da olsa İslâmî kaynaklara ve Kur'an'ın aktarımlarına hiç göz atmamış görünüyor. Hatta her şeyi kitabına uyduruyor, iyi bir hristiyan olduğunu ve Musa'yı çok sevdiğini söylemesine rağmen dinî inanç ve kabulleri roman boyunca budamakta yazar. Musa'yı olağanüstü, mucizevî yönlerinden arındırmak isterken çeşitli zorlamalara başvuruyor. Allah'ın yardımını, imanın dönüştürücü kuvvetini, dinî derinlik ve hassasiyetleri tamamen dışlıyor.
]acq, derinliksiz ve tek taraflı olduğu için anlaşılabilir, küçümsenebilir belki. Fakat Musa'nın yazarı yahudilere ve kendi dindaşları olan hristiyanlara bile hakaret içerebilecek kadar son derece profan davranıyor. Halbuki Musa'yı herkes için büyük yapan sadece iyi ve sabırlı bir lider olması değil, Allah'ın bir peygamberi olması ve çeşitli zorluklar içerisinde (ders ve ibretler alınabilecek) bir inanç mücadelesi vermesidir. ]acq'ın bilimden, gerçekten, insaftan uzaklaşarak, abartarak yaptığını Messadie, kuru bir bilim adamı gibi davranarak, sıradanlaştırarak, şüpheci rasyonelliğe kendini hapsederek yapıyor. Musa'nın doğumu, saraya gelişi, peygamber olması, vahiy alması, İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışı ve Mısırlı askerlerin boğulması gibi birçok husus Tevrat'ta ve diğer dinî kaynaklarda anlatılanlardan oldukça farklı. Ayrıca, edebî açıdan bakıldığında, kitap dipnotlarla birlikte okunurken tarihçilik, romancılığı biraz boğuyor. Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki, ikisi de Fransız olan yazarların kitapları görünüşte birbirlerine cevap niteliği taşıyor ve birinin başarısı diğerinin zaafı haline geliyor. Farklı saiklere sahip olmakla birlikte, sonuçta ikisi de iki ayrı tahrifat örneği oluşturuyor.
Yeni Dünya Düzeni'nin biçim verdiği anlayışlar içerisinde din ve inanç mücadelesinin tarihi bile çarpıtılıp manipüle edilerek bir metaya, bir kazanç formuna büründürülebiliyor. İnsanların özgürleşmesi, arınması ve ilâhî eksende uyanması için gösterilen büyük ve ulvî çabalar; insanlık değerlerini boğanlar, iğdiş edenler için bir dayanak haline dönüştürülebiliyor. Çağdaş ilüzyonistler, Hz. Musa'nın büyücülerinden hiç de aşağı kalmadıklarını göstermiş oluyorlar böylece. Ve bizi sahte bir serap hâlesinin içine, sanal ve çarpıtılarak kurgulanmış bir görüntüler metaforuna, düşünsel ve sanatsal bir çöle mahkûm etmek istiyorlar. Bu oyunu bozabilmemiz için, her alanda olduğu gibi kültür, sanat ve edebiyat alanında da donanımımızı güçlendirmemiz, kendi kalemimizle kendi değerlerimizi ortaya koymamız gerekiyor.
Tıpkı Hz. Musa'nın o bembeyaz, göz kamaştırıcı eli ve büyüleri, tuzakları bozan asası eşliğinde mücadeleye başlaması gibi.
Tıpkı, "göğsümü aç, işimi kolaylaştır, dilimdeki düğümü çöz" sözleriyle duasını ve davasını derinleştiren Musa'nın kararlı ve umut aşılayıcı bir biçimde yola çıkması gibi.
Va'dedilmiş olanlara ulaşabilmemiz için, dönüştürücü bir direniş ve hayatı ayıklayıp havalandıran bir birikim eşliğinde artık "Tih çölü"nden çıkmamız gerekiyor.