Dinleri, dünya tasavvurlarını birbirinden farklı kılan önemli hususlardan biri, onların kendilerini ifade etme yöntemleridir. Her tasavvurun, bu tasavvur doğrultusunda şekillenmiş hayat tarzının kendini ifade etme yöntemi, mesajını iletme yolu ve dili ayrıdır. Bu, kendileri olarak varlıklarını sürdürmeleri için son derece önemlidir. Bir dünya görüşü başka bir dünya görüşüne ait yöntemleri, dili kullanmaya başladığı zaman, artık sonunda kendisi olarak kalamayacağı bir süreci başlatmış olur. Bugün İslam düşüncesinin yaşadığı krizi bu bağlamda ele almak, belki de yolların ayrılış noktasına gelinen bu süreçte önemli katkılar sunacaktır.
Hıristiyanlıkta İsa (a)'nın çarmıha gerilmesi iddiası önemli bir olgudur. Hıristiyanlık, mesajını bu olguyu eksene alarak iletmeyi şiar edinmiştir. Aslında Hıristiyanlığın asıl mesajı bu olgudur da demek mümkündür. Bu yüzden bir Hıristiyan için İsa'nın çektiği acıyı hissetmek çok önemlidir. Acı çekmek haklılığın, hak üzere oluşun kanıtı olarak algılanır çünkü. Nitekim temellerinden birini muharref Hıristiyanlığın oluşturduğu Batı paradigması açısından bir şeyi hak etmek için acı çekerek bedel ödemek bir gerekliliktir. Batılı anlayışta hak verilmez alınır. Yani bedel ödemek, acı çekmek gerekir. Tanrısını insanları kurtarmak üzere gökten yere indirip insanlaştıran, sonra öldürüp göğe yükselten bu paradigma için hem acı çekmek hem de acı çektirmek vazgeçilmezdir. Acıtarak istifade etmek Batının temel davranış biçimlerinden biridir. Bunu, Batılı insanın tanrı ile ilişkilerinde olduğu gibi doğa ile ilişkilerinde, öteki insanlarla ilişkilerinde de gözlemleyebiliriz.
Acı çektirir ve yararlanır Batılı. Doğayı acıtır, doğaya acı çektirir. Doğanın içindeki madenleri çıkarmak için dağları yerinden söker, ormanları keser, çevreyi tahrip eder ve yararlanır. Öteki insanları çarpıştırır, acıtır, acı çektirir; istifade eder, çektikleri acılar oranında istifade ettirir. Tanrısının, insanlar ilk günahtan kurtulsun diye kendini feda etmesine karşılık, onun adına öteki insanlardan kendisini mutlu etmeleri için fedakarlıkta bulunmalarını sağlar. Bugün Batı Tanrısının çektiği acıyı, mağduriyeti acı ve mağduriyet olarak öteki insanlara fatura etmektedir. Batının tanrısı tarafından kurtarılmış olan insanlar, bunun bedeli olarak Batıya diyet ödemek durumunda bırakılmışlardır. Batı, Hıristiyanik bir refleksle ötekilere acı çektirirken tanrının hoşgörüsünü onlara sunduğunu, tanrısal gerçeklikle yüz yüze kalmalarını sağladığını düşünmektedir. Bir nimet olarak algıladığı demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri ölüm kusan namluların ucunda sunması bu yüzdendir.
Batının askeri ve siyasal hegemonyasından sonra dünyanın geri kalanının, Hıristiyanlığı benimsemiş olmasa da, kendini ve değerlerini ifade yöntemi olarak bu anlayışı benimsediğini görüyoruz. Çünkü dünyanın Batı dışında kalan kısmı Batılı kavramlar çerçevesinde, Batı anlayışına göre yeniden tanımlandı. Toplumlar da Batı perspektifinden bakarak kendilerini yeniden ürettiler. Doğal olarak özgün, yerel olduğu sanılan birçok kavram Batılı anlamlar içermektedir.
Kuşkusuz Müslümanlara hakim olan devletler ve uluslaştırılmış toplumlar da bu genellemenin dışında değildirler. Çünkü ilahi bir özgürlük ve kurtuluş bildirisi olarak, tarihin seyrini yeniden tevhid, adalet ve özgürlük çizgisine döndürmek amacıyla indirilmiş İslam'ın öngördüğü hayat tarzı "Rasulullah'ın vefatından kısa bir süre sonra ilk duruluğunu kaybedip tarihi şekillendiren beşeri güçlerin etkisine girip tarihin tadını, rengini" almasıyla birlikte İslam ümmetinin değerler sisteminin savunma mekanizmasında büyük gedikler açılmış oldu. Rasulullah (s)'tan sonra yayılma bağlamında gözlemlenen gelişme trendine paralel olarak değerler sisteminin savunma mekanizmasındaki yırtık da gittikçe büyüyordu.
Ama Müslümanlar, Kur'ani ilkelerini ihmal ettikleri dönemlerde temasa geçtikleri Batı medeniyetinin yöntemlerini içselleştirmenin, beşeri güçlerin yön verdiği tarihin rengine bürünmenin değerler sisteminin savunma mekanizmasında meydana getirdiği büyük tahribatı ikbal günlerinde pek fark etmediler.
İslam ümmeti, çözülme sürecinde modern Batı dünyasıyla karşılaşmasıyla birlikte yukarıda işaret ettiğimiz Batılı davranış biçimini bir veri olarak kabul etmekte herhangi bir sakınca görmedi. Ama Moğollarla veya Haçlılarla gerçekleşen askeri karşılaşmalara oranla bu seferki karşılaşmadan kaynaklanan etkilenme daha ölümcüldü. Çünkü yaşam tarzını taklit etmeye yönelmekten doğan bir ruhsal hezimeti de barındırıyordu. Bu yüzden ümmet daha doğrusu ümmetin çözülmüş unsurları İslami duyarlılıkla direnirken aslında ilmek ilmek teslimiyetini örüyordu.
Müslüman dünyada İslami veya gayri İslami bütün yapılanmaların, dayandıkları sosyal zeminin mağduriyetini, acılarını kullanarak sonuç almaya çalışmaları bu yüzdendir. Ruh ve muhteva olarak bu Hıristiyanik karakteri edindikleri için üzerlerinde taşıdıkları yerel kavramlar kendileri olmalarına yetmiyor. Nitekim Türkçüler Türklerin, Kürtçüler Kürtlerin, Arapçılar Arapların, İslamcılar Müslümanların… ezilmişliğini, acısını, mazlumiyetini öne çıkarıp bunu siyasal ve ideolojik bir kazanıma dönüştürmek isterken Türklerin, Kürtlerin, Arapların veya Müslümanların özgün, doğal karakterlerini, kendilerini ifade biçimlerini değil Batılı insanın davranış biçimini sergilemektedirler.
Öte yandan yoğun bir şekilde işlenen bu ezilmişlik, bu mağduriyet olgusu, fırsat bulunduğunda karşı tarafı imha etmenin gerekçesi olması bakımından bu mantalite açısından vazgeçilmez bir argümandır. Böylesine yoğun bir hınçla bilenmiş bir kitlenin İslam açısından büyük önem taşıyan adalet ilkesini gözetmesi bu psikolojik durum ve de iyice zayıflamış Kur'ani bilinç açısından ne kadar beklenebilir? Bugün Müslüman toplumların genelini gözlemlediğimiz zaman, her sosyal yapının ileride kendi zaliminden intikam almak için elinde bol malzeme bulundurduğunu görürüz. Her siyasal düşünce, her zümre zaliminden intikam almak için büyük bir hınç biriktirmektedir içinde. İnsan bu öfkeye, bu hınca bakınca İslam ümmetinin tarihte göz kamaştırıcı örneklerini sergilediği hoşgörü ve adaleti bu günkü Müslümanların bir daha sergilemesinden kuşku duyuyor.
İşgale, saldırıya karşı koymak doğal, insani ve elbette İslami'dir. Ama mazlumiyeti işleyerek hınç biriktirmek ve sosyal zemin olarak kabul edilen muhatap kitleye bu mağduriyet üzerinden mesajı iletmek öfkenin kabarmasına, bu da ölçüsüz tepkilerin sergilenmesine sebebiyet vermektedir. Öfkeli insan da sağlıklı düşünemeyeceği için, sağlıklı kararlar alamaz. Batı kültürünü, davranış biçimini içselleştirmiş Müslüman topluluklar, Batının kültürel etkisine ya da fiili işgaline karşı direneyim derken paradoksal bir durum olarak Batılılaşmaktadır. Neticede kazanan Batı oluyor. Müslümanlara da öfke ve hırçınlık kalıyor. Oysa kendine özgü tebliğ metodunu, değerlerini ifade biçimini hepten elden bırakmamış, diğer bir ifadeyle metanetini yitirmemiş bir İslam ümmeti bundan çok daha büyük hezimetleri savmayı başarmıştı geçmişte. Bugün böyle bir başarıyı gösterememesi kendisi olamamasından, Batılı anlayış çerçevesinde yeniden üretilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Diğer bir ifadeyle kitabi bir ümmet olmaktan uzaklaşmış olmamızdan ileri gelmektedir. Bugün İslam ümmeti özgünlüğünü yitirmiştir; düşünme tarzı, eylem biçimi, yaklaşımı ve anlayışı itibariyle özgün değildir. Sadece ismin İslam olması yetmez, müsemmanın, muhtevanın ve dilin de İslam olması gerekir.
Yukarıda işaret ettiğimiz olumsuz etkilerinin yanı sıra mağduriyet ve mazlumiyet olgusunu sürekli bir şekilde işlemek İslam dininin temel prensiplerinden biri olan, nefsin, benliğin, değerlerin önüne geçmemesi gerçeğiyle de çelişmektedir. Müslüman insan dinini yaşarken kendini, nefsini ön planda tutamaz. Müslüman'ın "hayatı, ölümü alemlerin rabbi olan Allah içindir." Bir Müslüman Allah için yaşarken, Allah'ın dinini yaşarken kendi mağduriyetini, mazlumiyetini kullanamaz, bu, nefsin, benliğin değerlerin önüne geçmesidir. İlk Müslümanlar, Allah yolunda çektikleri acıları, bizim bu gün işlediğimiz kadar işlemediler. Onlar için önemli olan Allah'ın dininin doğru biçimde temsil edilmesiydi. Bu uğurda çektikleri acıları dile getirmek bir zaaf belirtisi kabul edilirdi. Geçmişimizde zaaf kabul edilen bu anlayışın bugün bir değer olarak algılanması sözünü ettiğimiz yeniden üretilmenin, diğer bir ifadeyle başkalaşmanın sonucudur. Öte yandan mağduriyeti, mazlumiyeti kullanmak belli bir süre zulme karşı olan taraflar nezdinde bir sempatinin, acıma duygusunun uyanmasına vesile olsa da asıl dönüştürücü güçleri, mefluç etmek, işlevsiz hale getirmek gibi ölümcül bir tesir de bırakır. Yani ümmetin bir kısmı öfkeli ve hırçın olurken, bir kısmı da yılgın hale gelmektedir. Her ikisi de çaresizliğin ifadesidir. Tasavvur dünyamızın ufkunu karartan intihar bulutunun altında bu olgunun yattığını göz ardı edemeyiz. Ümmetler de çaresizlikten ve ölçüsüzlükten intihar edebilirler çünkü. Müslüman topluluklar İslam'ın özgün çizgisine dönerek, kendi tasavvurlarının dilini bularak bu uğursuz intihar sürecine dur diyebilmeli ve İslam ümmetini ve Kur'an nesillerini yeniden ihya ve inşa edebilmelidir. Uhud gibi sarsıcı bir yenilgiyi, Hudeybiye gibi aleyhte ağır maddeler içeren bir antlaşmayı zafere dönüştüren, sonraki dönemlerde bir kasırga gibi önüne geleni savuran yıkıcı Moğol istilasını ve Haçlıları durduran İslam tasavvuruna ve bu tasavvurun doğurduğu ümmet ruhuna bu günkü çözümsüzlük, dolayısıyla öfkelilik ve hırçınlık yakışmıyor.
Hem unutmayalım, insan, en çok öfkeliyken çirkin görünür, dolayısıyla bir düşünceyi temsil yeteneğine haiz toplumların öfkeli halleri dinlerinin, düşüncelerinin çirkinliği olarak algılanır.