Türkiye ardı ardına gelişen krizler, davalar, operasyonlarla birlikte yüksek tempoda seyreden bir siyasal gündemin ardından yaz rehavetinin kendisini hissettirdiği bir ortamı soluyor. Operasyonların devam etmesine ve devasa dosyadan her gün yeni ifşaatların ortaya saçılmasına rağmen Ergenekon davası ilk zamanlardaki hararetini yitirmiş durumda. “Ergenekon medyası”nın ve “fahri avukatlar”ın havlu atması kadar dosyaya ilişkin olarak kamuoyunda hissedilen kanıksama halinin de bunda etkili olduğu söylenebilir. Öte yandan AK Parti sonrası üzerine kurgulanan siyasi hareketlilik de davadan kapatma kararının çıkmaması neticesinde anlamsızlaşmış, boşa çıkmış halde. Tüm bu gelişmeler siyaset gündeminde bir durağanlaşmaya yol açmakta ve gündemin eksen değiştirmesine de zemin hazırlamakta. Nitekim Rusya ile Gürcistan arasında yaşanan çatışma hali, Ahmedinejad’ın ziyareti, İstanbul’da yapılan Afrika Zirvesi gibi gelişmelerle birlikte siyasetin gündeminin bir süredir yönünü içeriden dışarıya çevirdiği görülmekte.
İlk bakışta bu manzaradan içeride biriken, yoğunlaşan sorunların, krizlerin hâl yoluna girdiği ve dikkatlerin global ölçeğe çevrilmesinin zemininin yakalandığına dair bir sonuç üretmek mümkün. Mamafih bunun sadece bir imaj, daha doğrusu bir yanıltmaca olduğu ise gündemi yakından takip edenlerce rahatlıkla fark edilebilecek bir gerçek.
Bürokratik Oligarşi Mevzi Kazıyor!
Ergenekon operasyonlarıyla birlikte toplum ve siyaset üzerinde hegemonik bir denetim mekanizması kuran çeteci yapılanmanın tümüyle tasfiye edildiği ya da tasfiye sürecine sokulduğuna dair bilhassa muhafazakâr kamuoyunda afakî bir beklentinin tesis edildiği görülüyor. Oysa çeteci oluşum ve faaliyetlere zemin teşkil eden yapısal işleyişin ve daha temelde de otoriter-bürokratik zihniyetin büyük ölçüde korunduğu görmezden geliniyor. Aynı şekilde Anayasa Mahkemesi’nden AK Parti hakkında kapatma kararının çıkmamış olmasını da büyük bir rahatlama, hukuk devleti olma yolunda büyük bir ilerleme sayma eğiliminin de kararın AK Parti’yi ve AK Parti üzerinden siyaseti hacir altına alma boyutunu yok saymakta.
Oysa elindeki enstrümanlar geçmişe nazaran azalmakla birlikte Kemalist-laik oligarşinin devlet sopasını hâlâ çok güçlü bir biçimde kavramış bulunduğu gerçeği görmezden gelinemez. Bu noktada ordu ve yargı bürokrasisine hakim totaliter ruh gücünü büyük ölçüde korumaktadır.
Darbeci cuntaların ve hazırlıkların bu kadar ayyuka çıktığı bir vasatta ordu üst kademesinden darbecilik aleyhine tek bir adım atılmaması dikkat çekici değil midir? Her konuda konuşan, uyaran, had bildiren Genelkurmay’ın bunca darbecilik ifşaatına rağmen ağzını açmamasını nasıl yorumlamak gerekir? Son Yüksek Askeri Şura toplantısından ihraç kararı çıkmamasının da zannedildiği gibi ordu içinde hukuksallığın gelişiminin bir göstergesi olarak değerlendirmek çok safça bir tutum olacaktır. Bilakis bu durumu Ergenekon operasyonları ile birlikte açığa çıkan kirli, karanlık işleyişin muvazzaf bağlantılarının örtülmesine yönelik bir tutum olarak değerlendirmek daha akla yatkındır.
Çeteciliğin adeta resmi ideoloji ve devlete egemen siyasi kültürü teşkil ettiği bir ülkede Ergenekon çetesi ve benzeri yapılanmaların tasfiyesi elbette önemli bir kazanım olmakla birlikte bu çabaların militarizmin geri dönülmez bir biçimde geriletilmesine yeteceği düşünülmemelidir. Bu noktada daha köklü ve tutarlı bir biçimde militarist yapının geriletilmesi hedeflenmeli, bunun içinse öncelikle siyasi kadroların vesayet ilişkisini reddetme cesaretine sahip olması gereklidir.
Zaaflı Tutum Acziyet İlanını Beraberinde Getiriyor!
Oysa tam da bu noktada birbiriyle uyumsuz, çelişkili adımların atıldığı görülmektedir. Bu bağlamda mesela Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın hükümet tarafından “devlet şeref madalyası” ile ödüllendirilmesi konusu bu tutarsızlığın, samimiyetsizliğin tipik yansımalarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu şekilde acaba kime ne mesaj verilmiş olmaktadır? Hükümet darbe yapmadığı için ordu şefine teşekkürlerini mi sunmaktadır? Kaldı ki söz konusu askeri şef 27 Nisan Muhtırası’nın, yani örtülü darbe girişiminin de sorumlusudur.
Doğrusu bu utanılması gereken bir tavır; amiyane tabiriyle yalakalıktan başka bir sonuç doğurmayacak bir acziyet ilanıdır! Bu tür tavırların sahipleri militarizmin geriletilmesine değil, bilakis semirmesine sebep olurlar fakat sinik, korkak, edilgen perspektifleri yüzünden bunun farkına da varamazlar. Bir yandan sivil anayasa, sivil iradenin belirleyiciliği, seçilmişlerin atanmışlara üstünlüğü vb. kavramları öne çıkartırken, acziyet ilanı anlamına gelen bu tür tutumlarla statüko güçlerinin elinin güçlendirildiği açıktır. Böylelikle fiilen darbe yapmasalar da askerler, siyasilerin acziyetini, korkusunu iktidar üzerinde kalıcı bir vesayete dönüştürme imkânını yakalarlar. Öyle ya, sonuçta darbecilerin talepleri, arzuları zaten büyük ölçüde karşılanıyorsa, bir de darbe sorumluluğunu ne diye üstlensinler?
Benzeri bir tutumu Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti hakkında görülen kapatma davasında da görebiliyoruz. Anayasa Mahkemesi’nin AK Parti hakkında para cezası ile yetinmesini adeta büyük bir lütuf gibi algılayan ve bu karardan bundan sonra “daha uslu çocuk” olmak gerektiği sonucunu çıkartan anlayış da aynı siyasetsizlikle maluldür. Gençleri kötü alışkanlıklardan koruma içerikli bir kanun tasarısı yüzünden Edibe Sözen’in başına gelenler AYM kararının hükümet üzerinde etkili bir vesayet durumu oluşturacağının açık bir işareti olmuştur. Bu yaklaşım kapatılmasa da kapatılmış gibi davranma sonucunu doğurmaya adaydır. Oysa siyasette vesayeti kabul etmeyen bir yaklaşımın AYM kararını bir lütuf gibi değil, bir güç savaşı olarak yorumlaması daha mantıklı olurdu. Yapılması gereken şey, bu sonucu AYM’nin kapatma kararının ortaya çıkarabileceği bedeli göze alamamasının göstergesi olarak yorumlayıp, bürokratik oligarşinin hareket alanını daraltmaya yönelmek olmalıydı.
Bu noktada AK Parti yöneticileri arasında yaygın olan uzlaşmacı, pasifist zihniyetin sadece siyasi kadrolarla sınırlı kalmayıp “muhafazakâr” tabanda da, hatta “İslami duyarlılık” sahibi kesimlerde de yankı bulması dikkat çekicidir. “Aman başörtüsü, imam hatipler, katsayı gibi riskli konulardan uzak duralım, bu sorunların çözümünü sürece erteleyelim!” yaklaşımı bu çevrelerde giderek otomatik bir reflekse dönüşmektedir.
Bu acziyet izharının mantığını hükümet kadroları açısından anlamak zor değil. Onlar kendilerini her halükarda koltuklarını, imkânlarını, araçlarını korumak zorunda görmektedirler. Peki, bizler neyi korumanın, neyi sürdürmenin derdindeyiz?
Zulmü Kanıksamak Teslimiyettir!
Yüz yüze kaldığımız haksızlıklara, yasaklara alışmamız, zulmü kanıksamamız mı bekleniyor? AYM’nin İslami kimliğimizi cezalandırılması gereken açık bir suç şeklinde niteleyen kararını görmezden gelmek mümkün mü? Mümin kadının inancının ve iffetinin şiarı olan başörtüsüne karşı adeta vebalı muamelesi yapılmasını sineye mi çekeceğiz?
Bundan sonraki süreçte izlenecek yol aslında büyük ölçüde nasıl bir kimlik ve mücadele anlayışına sahip olduğumuzun da göstergesini sunmaktadır. Kemalist oligarşinin zamanla daha makul ve mantıklı bir tutuma yöneleceği ve gerilimin azalacağını bekleyenler hayal kurmaktadırlar. AYM’nin kısa bir süre önce Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerine dair değişiklikler konusunda verdiği karar yargı bürokrasisinin tahakkümcü eğilimini ortaya koymuştur. Yine AK Parti hakkında verilen karar da faşizan laiklik anlayışının teyidi olmuştur.
Yargı bürokrasisi halkın taleplerine, arzularına karşı laiklik kalesinin muhafızlığı rolünü bihakkın yerine getirmek için “insanüstü” çabalar sarfetmektedir. Bu akıl dışı ve zorba zihniyetin versiyonları ile sürekli biçimde karşılaşmak artık vakay-ı adiyeden hale gelmiştir. Örneğin, birkaç gün önce Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin bir boşanma davasında verdiği kararın gerekçesinde İslam’ın bir emri olan tesettüre yönelik laik saldırganlığın net bir manifestosunu okuyabiliyoruz.
Gözüken o ki, egemenler mevzi olarak gördükleri hiçbir yeri terk etmeye; başörtüsü konusunda yasakçı tutumlarından taviz anlamına gelebilecek hiçbir adımı kendiliklerinden atmaya yanaşmayacaklar. Bu durumda yasağın mağdur ettiği, hakları gaspedilen, zulme muhatap olan insanlardan beklenen ne? Oturup egemenlerin insafa gelmesini beklemek mi?
Kimliğimize ve Onurumuza Sahip Çıkmalıyız!
Bizim kaybedebileceğimiz bir iktidarımız, koltuğumuz, makam ya da mevkimiz yok ama inancımız, kimliğimiz, onurumuz var. Ve mutlaka bunları korumak, gereğince amel etmek ve inandığımız gibi yaşamak ve bu uğurda mücadele etmekle mükellefiz. Bu noktada AK Parti “iktidarı” ile birlikte “İslami kesim”de belirginleşen pragmatizm hastalığının bünyemizi kemirmesine seyirci kalmamalıyız. Her durumda tutarlı tavırlar geliştirmek durumundayız. “Ya kapatılırsa!” endişesi bizim hareket zeminimiz olamaz. Kendilerini hükümet politikalarına endeksleyenlerin düştüğü çelişkiler, açmazlar ortadadır.
AK Parti hakkında açılan kapatma davasının neticelenme sürecine girdiği bir dönemde “yeni ve sivil bir anayasa” talebini bayraklaştıran ortak akıl hareketinin aklına ne oldu, tatile mi çıktı? Organizasyon üstatları acaba, meydanlara çağrılan kalabalıklar vazifelerini yaptılar ve artık gönül rahatlığıyla evlerine gidebilirler diye mi düşünüyorlar? Şüphesiz bu durum kendisi olamamanın, ilkeli, kimlikli bir siyasi hat oluşturmak yerine güce, güçlüye eklemlenerek bir yerlere gelme hesabının ortaya çıkardığı zaaflı durumun bir yansımasıdır.
Tutarsızlık bulaşıcı bir hastalık gibi bünyeyi sarmakta, inandırıcılık noktasında müthiş bir zaafa yol açmaktadır. Oysa Müslümanların, siyasal-toplumsal yapıda İslami doğrultuda bir dönüşüm, değişim hedefleyenlerin muhatap oldukları insanlar, halk nezdinde güvenilirlikleri konusunda şüphe duyulmayan şahsiyetler olmaları, tutarlı bir çizgi, sahih bir hat takip etmeleri bir zorunluluktur. Şüphesiz, güvenilirlik ve inandırıcılık ise herkesin, her vasatta rahatlıkla erişebileceği vasıflar değil, ancak doğru bir mücadele perspektifi ve güçlü bir irade temelinde elde edilebilecek kazanımlardır.
Egemen iktidar mekanizması kendi içinde bir hayli çatışmalı bir görünüm arzetmektedir. Konjonktür oligarşik güçlerin iç zaaflarını, çelişkilerini büyütmüş, belirginleştirmiştir. Bu noktada korku krallığının klasik taktiklerine başvurarak tehditlerinin dozunu artırmaları, halka karşı mütehakkim söylemlerini öne çıkartmaları beyhude çabalar olmaktan öteye gitmez. Korkutma taktiklerine, tehditlere pabuç bırakmayıp haklarımız ve taleplerimiz konusunda tavizsiz bir tavrı öne çıkarttığımızda ve en önemlisi de mücadeleci bir tutumu kendimiz için bir hayat tarzı, bir kimlik bellediğimizde zalimlerin ellerindeki baskı ve sindirme aygıtlarının tükenmesi kaçınılmazdır.