Ruhunu kıskıvrak saran iç sıkıntısı dinmek bilmedi bütün gün. Dört yanı koyu kahve lambiriyle kaplı odası daha da arttırıyordu yalnızlığını. Sanki odadaki eşyalar, içindekileri boğabilmek için özellikle seçilmişti. İnce uzun bir oda, iki yanında, sıralı dolaplar içinde tozlu dosyalar, duvarda demirbaş listesi, yangında ilk kurtarılacak levhası, Ata'nın haşin bakışlı portresi, estetikten yoksun birkaç koltuk, masalar... Bu küçücük odaya ne çok şey sığdırmayı başarmışlardı.
Evraklarının yoğun olmadığı bugünlerde mesleki birkaç kitap okusa, yoğun iş günlerine hazırlık yapsa diye düşündü. Örneğin her an değişen ürün fiyatları ve enflasyon verileri, resmi kurumlardan alınmalıydı.
Kış, hiç uğramadan çekip gitmişti. Yağmur; belki de artık bu insanların yıkanmakla temizlenmeyeceğine ya da rahmeti hak etmediklerine inanıyordu. Ve kuşlar erkenden dönmüşlerdi gittikleri yerlerden. İnsanlara; mutluluğun, yaratılış amacına uygun yaşamakta saklı olduğunu cıvıldıyorlardı baharı karşılarken.
Yazın, işleri daha yorucu olurdu. Çalışma, kışa hazırlık yapma zamanı idi yaz. Projeler, yağmurlar bastırmadan bitirilmek üzere programlandırılırdı. Koca kentte insanları memnun etmek ne zor şeydi, Yolları kazdılar, suları kestiler diye fevaran ederlerdi; anlamadan, dinlemeden. Hep yargısız infaz vardı bu memlekette. "Balık baştan kokar" diyen atalar hep doğru mu söylerlerdi acaba?
Vatandaş Rıza'ya hep ezilmek, hep sürünmek, hep kızmak düşerdi de neden bütün bu söylediklerinin ana kaynağına inip, boğazına basmazdı sorumlularının.
Ağustos sıcağında kaç köyün toprak yollarını aşındıracağız yine, diye düşünürken sıkıntısı daha da katlandı.
Eli, üzerindeki kırıktan içi gözüken telefona uzandı. Çevirdiği resmi kurumlardan karşısına çıkan telesekreter, bekleyin diyordu. Birazdan cevap vereceği söylenen o kişiye ulaşamadı. Telefon kapandı. Yine aradı ve ciddi söylemli telesekreterin nazik davetiyle bekledi. Sonuç değişmedi. Aramalarını kaçıncı kez tekrar ettiğini hatırlayamadı. Başka bir kurumu aramaya yöneldi. Zar zor ulaştığı yetkili, telefonla bilgi veremeyeceğini, evrakları gelip alabileceğini söyledi.
İstanbul trafiği, ani frenler, garip müzikler, zaman zaman şoförün sorduğu alakasız sorular... Hiçbirin duymadı.
Arabaya binince görev kağıdını şoföre uzatır, adresi bilip bilmediğini sorardı. Bilmiyorsa tarif eder, arka koltuğa sessizce oturur, dışarıyı seyrederdi.
Yine öyle yaptı.
Gittiği kurumdan verileceği söylenen bölgeler hiç de yeterli değildi. 'Telefonla verilemeyecek bilgi bu muydu?' demek istedi. Ancak yarın yine bir başka bilgi için gelmesi gerekebilirdi. Bilgi vermek istemezse, koskoca devletin (!) memurunu, hiç kimse zorlayamazdı.
- Yaptığım iş, dedi, hep bu resmi rakamlarla. Temin etmem gerek. Yardımınızı istirham ederim.
İnsani ilişkileri iyi tutmalıydı. Yüreğindeki onca ıstıraba rağmen, zoraki tebessümünü takınarak yüzüne vedalaştı.
Ve arabanın aynı camından yolun diğer istikametindeki bahar izlerini gözleyerek işyerine geldi. Koridorların karanlığından odasının aydınlığını görünce bir parça ferahladı. Bu koridorlar hep mahpusu hatırlatıyordu ona. Yapacak fazlaca işi olmayan memurelerin dedikodu köşeleriydi her başı.
Odasından çıkınca tanıdık birilerinin selamlaşmasıyla kendine gelirdi. İnsanlar laf çarpıştırırlardı dalgınlığına da, hiçbiri duyamazdı yüreğinden akıp duran çağlayanı.
Hepsinin ekonomik sorunları vardı. Ekonomiyi bozanlarla hiçbir sorunları neden yoktu. Yaptıkları tercihlerle kaç milyon insanın kriz yaşadığını fark etmeye niyetleri de yoktu.
Bunların arasında yaşadıkça sisteme ayak uyduruyoruz diye düşündü. Yavaş yavaş alışıyoruz haksızlığa ve bir gün birilerinin kan ağlaması kılımızı bile kıpırdatmıyor ve belki de kan ağlatıyoruz birilerine...
Memleket ciddi bir ekonomik bunalımdaydı. İnsanlar için ailesinin nafakasını sağlama çabası her türlü ideolojinin önüne geçmişti. Yüreği sızladı. Daha da eriyip kaybolmaktan ürktü bir anda. Okula, iş hayatına ve evliliğe vakit kaybetmeden girmişti. "Biz sana ağır bir yük bırakacağız" diyen buyruğu duymuş, engin dağların kaldırmaktan imtina ettiği emaneti yüklenmeye söz vermişti Rabbine.
Yıllar önce öğrenci evlerinden tanıştığı kız öğrencileri düşündü. Allah'ın bize sunduğu nimetleri sonuna kadar kullanmalıyız derdi ihtiyaç sahiplerine. Allah'ın üzerimizdeki nimetleri ise saymakla bitmezdi. Evimizde kaynayan iki kişilik çorba, pekala üçüncü kişiyi de doyurabilirdi. Bizim çamaşırlarımızı yıkayan makinemiz birkaç öğrencininkini daha yıkarsa bizi yoksullaştırmazdı. Sunacak hiçbir şeyimiz yoksa güler yüzümüzle dostluğumuzu sunabilirdik birilerine. Hayatta her nimetin verilecek bir zekatı vardı elbet.
İnsanları bireyselleştiren, bencilleştirip maddileştiren bu sisteme inat, evliliğinin ilk günlerinden itibaren hep yanlarında olup evini yüreğini açmıştı onlara.
Evli çiftlerin vurdumduymazlıklarını şikayet ederlerdi kendisine. Duyarlılıklarını canlandırırlardı birilerinin.
Şüphesiz kız çocuğu, erkek çocuğu gibi değildi. Zekeriyya (as)'nın, Meryem'i gözetişi gibi gözetilmeliydiler onları.
Okullarını bitirenler veya inandıkları uğruna dışarıda kalanlar yepyeni sınama alanlarına atılıyorlardı.
Bazılarını evliliğe teşvik etmişti. "İçinizden bekarları, köle ve cariyelerinizden iyi olanları evlendirin" deniliyordu çünkü.
İyilik ise şüphesiz doğu ve batıya yüz çevirmek değildi. Asıl iyilik Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygambere inanmak, sevdiği malını en yakınlarına ve ihtiyaç sahipleriyle bölüşmek, namazı kılmak, zekatı vermek, verecek bir şey bulamadığında güzel sözlü ve güler yüzlü olmaktı. Ahidlere riayet etmek; yokluk, sıkıntı, hastalık ve savaş anlarında sabretmekti.
Evlensinler, eşlerimiz arkadaş, çocuklarımız kardeş olsunlar. Orta yolu bulmuş, salih bir ümmet olalım. Allah'ın çokça zikredildiği nur saçılan evlerimiz çoğalsın istedim dedi kendi kendine. Hep örnek olalım ki arkamızdan gelenler boğulmasınlar meşakkatli dünyanın geçici hevesleriyle. Çok şey mi bekledim? Bugün tesadüfi vakıfsal karşılaşmalar dışında görüşemiyoruz. Karşılaşmalarımızda ise daha güzel müslümanlar olabilmeyi konuşacak içtenliği bulamıyorduk artık. Evliliklerinin olumsuzluklarına şahit oluyordu ve bir parça suçluluk duyuyordu zaman zaman.
Herbirimiz farklı kültürlerde, farklı beklentilerde yetiştirildik. Ancak Rabbimiz hayırlarda yarışırsak bizi nerede olursak olalım, bir araya getireceğini, kalplerimizi ve amellerimizi kaynaştıracağını vaadediyordu. Bize küfrü ve isyanı çirkin göstermiş, imanı sevdirmişti. Öyleyse evlerimizi Daru'l-Erkam yapmalıydık. Açmalıydık sonuna dek kapılarımızı iyilere, iyiliklere ve sımsıkı kapamalıydık kötülere, kötülüklere. Elbette Allah'ın razı olmadığı bu sistemin adaletsizlikleriyle yorulacaktık. inançla birbirimize şükrü, hakkı ve sabrı tavsiyeleşerek yürümeliydik.
Eşlerimiz en yakınlarımızdı. Onların anne babası, kendi ebeveynimizden farksızdı ki, oğullarınızın nikahlandığı eski eşlerini nikahlayamazsınız yasağı konuluyordu Kur'an'da. Bizleri küçükken nasıl gözettilerse öyle kol kanat germeliydik ebeveynlerimizin üzerlerine. Bizlere şirki ve tuğyanı dayatmadıkça öf bile demeye hakkımız yoktu. Dini algılamaları yanlışsa bile her durumda onlarla, dünya işlerinde güzellikle geçinmek ve inançlarımızın canlı şahitleri olmak zorundaydık.
Oysa cahil toplumdan aldığımız en büyük korkulardan birisi, eşimizin ailesiyle beraber yaşamaktı. Ve en büyük hedeflerimizden birisi, eşlerimizin tek gözdesi olup, kendisini binbir emekle büyüten anne babasıyla, kardeşleriyle duygu bağlarını iyice zayıflatmak.
Üniversite kampüslerinde bekletilirken de gündeme getirdiği olurdu bu konuları. Bazen alaycı edalarla karşılaşırdı. Gündem başörtü zulmüyle dopdolu iken sırası mıydı şimdi iyi eş, iyi gelin edebiyatları yapmanın.
Aslında anlatmak istediği, hayatın bir bütün olarak algılanmasıydı. İnsanlık Adem (as)'den bu yana bir tek tevhid dinini hakim kılmak için var kılınmıştı. Ancak her toplum, hayatın belli yönlerinde sapma göstermiş, sonra azgınlaştıkları ve müstağnileştikleri için helak edilip, yeni nesiller inşa edilmişti.
"İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk olsun." buyruğunda tanımlanan o topluluk hala yoksa, helaki bizler de hak edebilirdik.
Namazımız, orucumuz, tesettürümüz, aile, toplum ve doğal çevre ile olan ilişkilerimiz birbirlerinin ayrılmaz parçalarıydı. Ve Allah tarafından belirlenmişti.
Bir tek mahluku haksız yere incitmek veya amacı dışında kullanmak zulüm sayılırken, aile fertlerimize sevgisiz ve merhametsiz davranıp, hayatı zehir etmenin, elimizdeki tüm imkanları sımsıkı tutarak eşimizi ve ailesini güç duruma sokmanın, yaptığımız veya yapmak zorunda kaldığımız iyiliklerin mutlaka bir karşılığını bekleyip, başa kakmanın, fakirlik korkusu ile çocuktan öldürmenin ya da çocuk doğurmayı asla düşünmemenin, azalıp bitecek kaygısıyla yakın, yoksul, misafir ve yolculara ikramda bulunmamanın, sosyal ilişkilerimizde vahyi ölçüleri ve ciddiyeti ölçü edinmemenin, laf getirip götürmenin, birbirimizin sahip olduğu meziyet ve İmkanları kıskanıp, ayıplarını araştırmanın, sahip olamadığımız dünyalık nimetleri elde edebilmeyi öncelikli hedef edinmenin, sadelikten uzak, gösteriş meraklısı olmanın hangi dinle ilintisi olabilirdi?
Zihinlerdeki bir sürü soru(n) ile kardeşleriyle görüşmeyeli kaç zaman geçtiğini hatırlamaya çalıştı. Hangisini arasam diye düşündü. Aradan geçen şubatlar duygulan soğutmuş olabilir miydi? "Sen de hiç aramıyorsun" diyeceklerdi. "Eskiden de daha çok siz arardınız çünkü küçükler, büyükleri ararlar" diye latifeyle sitem etmeyi tasarladı.
Hemen terk etmeli bu resmiyet kokan mekanı, İstanbul'un bencil kalabalığına karışmalı diye merdivenlere yönelmişti ki duvarda asılı bir yazı ilgisini çıktı. "Hakiki kuşburnu çayı 4. kat". İçini bunca sıkan, kelimelerle ifade edemediği düşüncelerin basit bir satıcı tabelasıyla tanımını bulması zihnini topladı bir anda.
Her şeyin taklitlerinin üretilme imkanı bulunduğu modern çağda dinlerin ve dindarların da sunileri türedi şüphesiz. Yapay bilgilerle donatılan genç neslin, hakikati aramaları ve bulduklarını gerçekten özümsemeleri çok zor olmalı. Kalplerin özündekini ancak Allah bilebilirdi.
Çünkü O, "Biz sizi mallardan ve canlardan eksiltmekle imtihan ederiz... Ancak şeytanın Allah'tan korkanlar için zorlayıcı gücü yoktur... Onları ne alışveriş ne ticaret namazı dosdoğru kılmaktan, karşılıksız iyilik yapmaktan alıkoymaz" diyordu.
Öyleyse bütün olumsuzlukların kaynağı, kalplere yerleşmeyen imandı. Din; hayatımızda bir hobiden öteye geçmiyordu ki, olsa da olmasa da bir kayıp ya da kazanç hissetmiyorduk.
Şanı yüce Rabbimiz, yaptığımız zerre miktarı iyilik ve kötülüğün hesabının görüleceği günle uyarıyordu bizi. Bütün yaşantımız ahiretin kışına hazırlanılacak kısacık bir yaz mevsiminden ibaretti ki, "Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır biçimde korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün. Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın." deniliyordu.
Din kemale erdirilmişti. İnsanlar için seçilip, beğenilen bu dini kendi rızamızla tercih etmiştik. Allah'ın ve Rasulü'nün koyduğu hükümlere muhalefet hakkımız yoktu. Kur'an'ı gereği gibi okumak, yaşamak ve yaşatmak için olmalıydı tüm çabamız.
Kurduğumuz yuvalar, sahip olduğumuz imkanlar sadece Allah'ın rızasını kazanabileceğimiz ameller için birer araçtılar. Artık silkinmeliydik yıllar süren şaşkınlığımızdan. Deve kuşu misali başımızı gömdüğümüz küçük hırslarımızdan ve sorunlarımızdan, alıp başını gitmiş, zulme umarsız kalmaya, insanlık onurumuzu çiğnemeye ve İnandıktan sonra geri dönüp, ateş halkına katılmaya kendimizin bile hakkı olmasa gerekti.
Son cümleye çağrıyı koydu, Hemen şimdi dedi. Eşlerimiz, çocuklarımız, yakın akraba ve arkadaşlarımız, tüm inananlarla hakiki iyilerden olmak için yarışalım. Yuvalarımızı cennet bahçelerine dönüştürmek için dökelim üstümüzdeki şeytani kırıntıları. Esenlik olalım birbirimize ve koruyalım kendimizi ve yakınlarımızı cehennem ateşinden.
Ziline ısrarla bastığı kapının açılışı saatler kadar uzadı. Dokunabildiğimiz omuzlarda ağlayabilmek gerçek samimiyet. İyiler uzaklarda değil, biziz iyiler, içimizde, yanı başımızdakiler onlar diye hıçkıra hıçkıra ağladı ve kenetledi ellerini, bir daha bırakmamacasına.