Statüko savunucularının 301. madde tartışmaları sırasında "Ne yani, Türklüğe hakaret serbest mi olsun?" şeklindeki demagojik söylemi bolca öne çıkarttığını gördük, görüyoruz. Aslında söz konusu maddenin işletilmesine neden olan söz ve yazıların hemen hemen hiçbirisinin hakaret unsuru içermediği; pek çoğunun doğrudan düşünce açıklamalarından ibaret olduğu açık. Dolayısıyla bu söylem yasakçılığa bir kılıf, bir mazeret teşkil etmekten öte bir anlam taşımıyor. Ama bir an için gerçekten de bu iddiayı ileri süren insanların samimi olduğunu ve amaçlarının "Türklüğe hakareti önlemek" olduğunu varsayalım. O zaman da şu soruyu sormak gerekmez mi: "Peki, başka etnik kimliklere, örneğin Kürtlüğe hakaret serbest mi olsun?"
Muhtemeldir ki, birileri "Bunu da nereden çıkartıyorsunuz, Kürtlüğe hakaret falan edildiği yok!" diyeceklerdir. Oysa bunun aksini ispatlayan örnekler her yerde mevcut; dikkatlice bakıldığında yasalardan siyasilerin açıklamalarına, medyaya kadar her yerde bu durumun yansımaları rahatlıkla fark edilebilir. Kaldı ki, hakaret bir yana; Kürt kimliğinin doğrudan yasaklandığı, adeta Kürt olmanın suç sayıldığı bir ülke burası. Örnek mi, işte Hak-Par kararı!
Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi'nde Hak-Par yöneticileri aleyhine açılan davaya ilişkin olarak 14 Şubat 2007 tarihinde verilen karar Türkiye'de Kürtçenin ve Kürt kimliğinin resmi ideoloji nezdinde bir suç teşkil ettiğinin açık bir ilanı olmuştur. Aralarında Hak-Par eski Genel Başkanı Abdulmelik Fırat'ın da bulunduğu 13 parti yöneticisi hakkında değişen hapis cezalarına hükmeden mahkeme bununla da yetinmeyip, parti hakkında kapatma davası açılması için Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'na suç duyurusunda bulunmuş.
Acaba, Hak-Par ne suç işlemişti? Şiddete çağrı mı yapmıştı? Etnik ayrımcılığı mı öne çıkartmıştı? Hayır! Hak-Par yöneticileri sadece partinin 4 Ocak 2004 tarihinde yapılan 1. Olağan Kongresi'nde Kürtçe konuşulduğu, Kürtçe mesajlar okunduğu ve aralarında Cumhurbaşkanı Sezer'in de bulunduğu devlet protokolüne Kürtçe-Türkçe davetiyeler gönderildiği "suçlaması" ile yargılanmış ve mahkum edilmişlerdir.
Siyasete Tahammülsüz Bir Siyasi Partiler Rejimi
İnsan hakları perspektifinden bakıldığında bu karar iki açıdan ele alınabilir. Öncelikle siyasi faaliyetleri nedeniyle bir grup siyasetçi cezalandırılmaktadır. Daha vahimi muhtemelen bir adım sonrasında Yargıtay Başsavcısı'nın açacağı dava neticesinde Anayasa Mahkemesi Türkiye'yi siyasi partiler mezarlığına dönüştüren kararlar zincirine yeni bir halka daha ekleyecektir. Bu durum neye tekabül etmektedir: Siyasetin ve siyasetçinin aşağılandığı, suçlandığı, tahkir edildiği; buna karşın askeri vesayetin ve resmi ideoloji bağnazlığının biraz daha pekiştirildiği otoriter bir tahammülsüzlük rejimine!
Dolayısıyla sivilleşme, insan hakları ve özgürlüklerin genişletilmesine yönelik söylem ile taban tabana çatışan, çelişen yeni bir olgu ile yüz yüzeyiz demektir. Bu durum öncelikle siyasi sorumluluk mevkiindeki kadroların askeri vesayet rejiminin hassas olduğu Kürt sorunu ve benzeri konulardaki edilgenliğini, acziyet ve zavallılığını ortaya koymaktadır. Siyasetin ve siyasetçinin hâlâ mahkeme kararlarıyla mahkum edildiği, siyasal faaliyetin yasal takibata konu olduğu bir sistemde Başbakan'a doğal olarak "Kurban olayım ayına yıldızına!" türünden hamasi nutuklar atmak, şoven eğilimlere kapı aralayıcı söylemler geliştirmek yakışır! Bir parti kongresi dolayısıyla 13 parti yöneticisinin mahkum edilmesindeki "derin demokratik birikim" ile siyasetin önünü açmak, siyaseti vesayetten kurtarmak ve benzeri iddiaların ne ölçüde çakıştığı ise pek sorgulanmaz.
Mamafih, söz konusu kararın ortaya koyduğu çarpıklık bundan ibaret değildir. Hak ihlalinden öte ortada açık bir halk inkarı mevcuttur. Bu açıdan konu sadece Hak-Par ya da 13 parti yöneticisinin cezalandırılması, baskıcı, yasakçı, otoriter tutumun tipik bir yansıması olarak görülemez. Siyasi bir parti ya da onun siyasi bir eylemi değil, doğrudan etnik bir kimlik ve dil yasaklanmakta, daha doğrusu örtülü yasak faş edilmektedir.
Çarpıcı bir durum var ortada: Bu topraklarda yaşayan bir grup insanın ana dilleriyle siyasi faaliyet yürütmesi önce kovuşturma, bilahare mahkumiyet gerekçesi teşkil ediyor. Rabbimizin yüce kitabında "ayetlerinden" olduğunu bildirdiği dil farklılıklarını yok sayan, yasaklayan, cezalandıran bir tutumun ne büyük bir azgınlık ve tuğyan içinde olduğunu görmek zor mudur? Üstelik de bu zalimce yaklaşımın gece gündüz bölücülükten yakınan bir anlayışın eseri olması daha da gariptir. Bu nasıl bir körlüktür ki, yaklaşık bir asırdır sürdürdüğü akıl almaz uygulamalarla bu topraklarda yaşayan insanları bölüp parçalamakta, onları birbirlerine yabancılaştırmakta ve tüm bunları da "bölünme" paranoyasını gerekçe göstererek temellendirmeye çalışmaktadır!
Yasallaştırılmış İnkar Söylemi
Siyasi Partiler Yasası'nın 81. maddesinin (c) fıkrası mahkeme kararına mesnet teşkil etmekte. Söz konusu yasa "siyasi partilerin, tüzük ve programlarının yazımı ve yayımlanmasında, kongrelerinde, açık ya da kapalı salon toplantılarında, mitinglerinde, propagandalarında Türkçe dışında dil kullanamayacakları"nı hüküm altına almakta.
Yasa metni açısından bakıldığında mahkeme kararının yasalara uygun olduğu söylenebilir. Peki, söz konusu yasa hukuka uygun mudur? İşte onu söylemek çok zor! İnsanların anadillerini siyasi faaliyetleri sırasında kullanamayacaklarına dair bir hüküm yasa da olsa, anayasa da olsa hukukla bağdaşmaz, insan hakları ile bağdaşmaz. Nitekim, Hak-Par yöneticileri de savunmalarında bu duruma dikkat çekerek, "Kürtçe konuşmanın SPY'ye göre suç olabileceğini ama anayasaya ve uluslararası sözleşmelere göre suç teşkil etmediği"ni vurgulamışlar. Kürtçe yüzünden yargılanmalarına karşın Hak-Par'lı sanıkların mahkemede savunmalarını Kürtçe yapmakta ısrar etmelerinin mahkeme heyetince nasıl algılandığını tahmin etmek zor değil. Buna rağmen Hak-Par yöneticilerinin bedel ödemeyi göze alıp, yasakçı tutuma karşı sergiledikleri bu direngen tutumları övgüye değer.
Cezalandırmaya gerekçe teşkil eden davetiye konusu ise başlı başına bir garabet! Adı üstünde davetiye! İster icabet edersiniz, ister etmezsiniz! Davetin içeriğinden hoşlanmama hakkınız elbet olabilir ama davet sahibini tarzından dolayı mahkum etmek de neyin nesi? "Vay sen bana nasıl Kürtçe davetiye gönderdin, al sana ceza!" şeklinde bir yaklaşım akılla, mantıkla hiç bağdaşır mı?
Hak ve Özgürlükler Partisi (Hak-Par) Kürt kimliğini esas alan, Kürt sorununu temel gündem belirleyen ve yöntem olarak da şiddeti reddederek siyasal çözümü öne çıkartan bir parti. İdeolojik-siyasi kimliği itibariyle de "cahili" bir anlayışı benimsemiş, tasvip edemeyeceğimiz bir oluşum. Partinin Irak Kürdistanı'ndaki işbirlikçi çizgiye yakınlığı bilinmekte. Nitekim Haksöz'ün (154-155) Ocak-Şubat 2004 tarihli gündem yazısında bir yandan Hak-Par Kongresi dolayısıyla medyada sergilenen ırkçı, faşizan tutum kınanırken, öte yandan Hak-Par çizgisinin siyasi yaklaşımı da eleştirilmiş ve bu bağlamda Barzani ve Talabani'nin gönderdikleri mesajların kongreye katılanlarca coşkuyla alkışlanması da utanç verici bir tutum olarak tasvir edilmişti.
İdeolojik ve siyasi kimliği itibariyle Hak-Par'ın temsil ettiği çizgiye sempati duymamız söz konusu değil ama ortada öyle açık bir çarpıklık, zalimlik var ki, görmezden gelmek, tavırsız kalmak ırkçı, inkarcı düzenin işbirlikçisi konumuna düşmek, zulme rıza göstermek demektir. Ne yazık ki, adil bir bakış açısı bu ülkede sadece düzenin değil, muhalif olma iddiasındaki kesimlerin de çok temel bir sorunu. Hak-Par kararı ile bir kere daha vurgulanan ırkçı dayatmaya, "Türk olunacak, ol!" mantığına ilişkin itirazların cılızlığı bu sorunun aşılması için daha yürünecek çok yol olduğunu göstermekte.