Hak Mücadelesinde Yatay ve Dikey Tarih Akışı

Hamza Türkmen

İslam’ı tebliğ ve ümmeti yeniden ıslah-inşa mücadelesinde doğru hareket hattı, toplumsal çoğunluğun teveccühüne ve güç olma imkânına göre mi yoksa hak olan ölçüye ve hak yolda ödün verilmeksizin gerçekleştirilen yürüyüşe göre mi değerlendirilmelidir?

Hak ifadesi, Kur’an-ı Kerim kavramlarının en önemlilerinden ve en zengin anlam taşıyanlarındandır. Ayrıca Yaratıcımız tarafından Arapça sözlük manasına üst anlamlar yüklenen bir kelimedir.

Kur’an, insanlık âlemi için anlaşılsın diye nasıl ki Rabbimiz katından Arapça olarak indirilmiş ve korunmuş vakii olan ilahi bir olgu ise Kur’an’daki “hak” kavramı da mutlak anlamda gerçekliği ifade etmektedir.

Hakkı kavramak, hakkı tebliğ etmek, hakkı yaşamak, hak için mücadele vermek müminlerin en temel vazifelerindendir.

Hidayet kitabımız Kur’an-ı Kerim’de “hak” mutlak anlamda Allah için kullanılır. Hak kelimesi aynı zamanda Allah’ın sıfatlarındandır. (6/62, 22/6) Allah’ın fiilleri de hak anlamındadır. (10/5, 1/146)

Hak kavramı Kitab-ı Kerim’de yaratılan evren için de vahiy için de Kur’an için ve usvetun-hasene olan Resul Muhammed Aleyhisselam içinde kullanılmaktadır. Kıyamet günü de haktır.

Ayrıca hukuk bağlamında hak kelimesi, Allah’ın biz yaratılmışlardan beklediği sorumluluklar; bizlerinde diğer kullara, nefsimize ve yaratılmışlara karşı yükümlüğümüz anlamında kullanılır. Hepimizin üzerinde Allah’ın hakkı vardır (Hakkullah); yaratılmışların birbirlerinden maddi-manevi meşru alacaklarına da hakdenir (Hakku’n-nas). Biz ölümlüler ve yaratılmışlar için hakkın, vahiy temelli kavranması ve ikamesi en temelde kulluk görevimizdir. Ama Rabbimiz, hakkı kavramak ve onunla adalet içinde davranmak görevi ile yarattığı “Cin ve insanların birçoğunu cehennem için yarattı”ğını (7/179) ifade etmektedir. Demek ki hakkı kavramak ve adaletle davranmak erdemi sosyal planda iradeli ve tahkik ehli insanlar dışında, çoğunluğun üstlendiği bir hal olamamaktadır.

Hayatın anlamlandırılması hak ve adalet ile sağlanabilir ama bu, çoğunluklar tarafından değil, hakkın ikamesini üstlenmiş bilinç ve imanını amelleştirmiş nitelikli yaşayan tanıklar/şehidler tarafından gerçekleştirilebilir. Bu yaşanmışlığın tanımlanmasını Rabbimiz “Ve yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki Hakk’a ulaştırırlar ve onunla adaletle hükmederler.”(7/181) ifadeleriyle açıklar.

“Hakikatin şuhedası” olanlar yani ona şehidlik yapanlar, (2/143) her daim imanda derinleşmeksizin İslam’ın üstünlüğünü kabul edenlerin (49/14) ve vahyin kendilerine miras bırakılmasına rağmen “zalimun” olmaktan kurtulamayanların(35/32) önündedirler. Müslümanların toplumsallaşma, ümmetleşme, iktidar olma veya muhalefet yapma süreçlerinde, yeniden ıslah ve inşa hamlelerinde, hadarileşme/medenileşme hamlesinin sosyal tabana yayılmasında öncülük yapan hep bu nitelikli ama çoğunluktan az olan unsurlardır.

Ayrıca birçok ayeti kerimede “çokluk ve çoğunluk”un ölçü olmadığı, çokluk ve çoğunluğun bizi aldatmaması gerektiği hatırlatılmaktadır. (Bkz. 2/100; 4/155; 5/49, 100; 6/16, 12/106; 16/83; 102/1-2 vd.)

Önceliğimiz İktidar mı Şuhedalık mı?

Kitab-ı Kerim’de sünnetullahla ve tüm resullerin örnek yaşantılarıyla ortaya konan teşvik edici kaideye göre İslam’ın yaşanabilmesi, öncelikle siyasi iktidar gücünü ele geçirmeye bağlı değildir. Öncelikli görev, her türlü tuğyandan, tağuti güç ve iktidarlardan arınarak şirke ve zulme tavır almaktır;ümmet olma yolunda vahyî ilkelerle bütünleşen sosyal bir örnekliği meydana getirebilmektir.(2/143)

Rabbimizin bizlerden ne olursa olsun istediği şey iktidar olmak veya dünyevi başarıya ulaşıp güç oluşturmak değil, hayatta O’nun rızası doğrultusunda davranabilmektir. İnanç ve ilkelerimizin hâkim olacağı hedefe ulaşmaktan önce, tebliğimizi layıkıyla taşıyabilmek ve vahyin tanıklığı istikametinde olabilmek önceliklidir. Bizim için zafer, zaferi hazırlayacak istikameti tutturabilmek, bu yükü taşıyacak fikrî ve ahlaki seviyeye ulaşabilmek ile başlar. Sonuç Rabbimizin takdirindedir ve O’nun gaybi yardımına müstahak olacak şartları taşımamıza bağlıdır. (13/11)

İstikamet üzere olabilmek, ihya ve yeniden inşa mücadelemizin hangi safhada olduğunu doğru tespit edebilmekle ve o safhanın gereklerini yerine getirebilmekle mümkündür.Ayrıca şer’i hükümleri uygulama imkânı ümmetin diriliği ve siyasi iktidarı ile gerçekleşebilir ama iktidarın nasıllığı ise zaman ve mekân şartlarına göre içtihadi olarak belirlenebilir. Zemini olmayan,dolayısıyla zamanı olmayan hedefleri güncellemek, hayalcilikten öte mevcut birikimimizi israf etmektedir. Fedakâr insanları zemini olmayan hedeflerin peşine sürüklemek, hududullahı çiğnemekten farklı değildir.

Şer’i iktidara ulaşmanın imkânına, ümmet olmanın zindeliği ile ulaşılabilir. Ümmeti yeniden inşa ve ihya etmek veya ıslah çabaları sonucunda sosyal zindeliğini güçlendirmek yerine, tarihte kalmış içtihadi sultanlık ve halifelik gibi iktidar formlarını idealize edip öncelemek kör taklitçilik ya da hamasi hayalciliktir.

Önemli olan kendi tarihî şartlarına ait “ahkamu’s-sultaniyye” ya da “siyaset-i şeriyye” kitaplarını taklit etmek değil, “ulu’l-emr” ya da “şûra” yönetiminin bugünkü şartlarda nasıl izah edileceğinin ve modelleştirilebileceğinin hangi saiklere bağlı olduğunu ortaya koyabilmektir.

Bugün İslam ümmeti düşkünlük sendromu ve ulus devletlere bölünmüşlük ifsadı içindedir. Bizi zindeliğimizden eden iç hastalıklarımızı gidermeden, şeytani güçlere karşı varolma mücadelemizi şer’i bir sisteme veya medeniyet seviyesine ulaştırmamız mümkün değildir. Ümmet zindeliğinin yönetim biçimi “ulu’l-emr”lik (4/59) düzenlemesi ise şûraya (42/48)ehil içtihadi bir niteliklilik halini taşıyan öncüleri gerekli kılmaktadır.

En azından Katib Çelebi ve Naima’nın ortaya koyduğu boyutuyla ümmetin dağılma ve “nimet”ten uzaklaşma süreçlerini vahyî ve vakiî ölçülerle doğru tahlil edebilmeliyiz. İslam’ı sosyalleştiren ve “sabikun” ifadesiyle hayırlarda yarışan tevhidî şiarlara sahip ululemr’e/şûra temelli sosyal bir öncülüğe veya modernitenin kuşatmasına karşı sürdürülebilir bir sosyal şahitlik yapılanmasına ihtiyacımız kaçınılmaz. Bu konu dareyni kazanabilmemiz için olmazsa olmaz bir imtihan alanımızdır. O nedenle de ilkin “hayırlarda yarışan”; itikadi, fikrî ve siyasi konularda “iyiliği emr ve kötülükten nehy” edecek nitelikli-öncü bir öbeği (12/108)veya öbekleri gerçekleştirebilmek gereklidir. Yani hak ile uyum içinde ve tebliğ ettiklerini yaşantılarıyla örneklendirebilecek bir sosyal tanıklığı/şahitliği veya şahitlikleri sürdürülebilir tarzda gerçekleştirmek gereklidir.

İktidarların Tarihi mi, Müslümanların Tarihi mi?

Hakkı ikame etmek ve adaletle hükmetmek konusu, Müslümanların tarihi ile ilgili olarak çoğu zaman siyasi iktidarlarla, çokluğun-çoğunluğun dayandığı hâkimiyet formuyla izah edilmiştir. Oysa bu algı sünnetullah bağlamında zaaflıdır, en azından tartışmalıdır.Ve bu yanlış siyasi-tarih okumaları, hak ve adalet temelli asıl vazifemizin ikmali için de moral bozucu olmaktadır.

Bin dört yüz yıllık vahiy ümmeti veya İslam ümmeti tarihini, Rabbimizin de tanımladığı gibi ümmet olma tarihi (3/110) olarak değil de genellikle saltanatların hâkim olduğu iktidarlar tarihi olarak okuduğumuzda, İslam’ın yaşanırlığını zalim ve fasık sultanlarla sınırlandırmış hatta lekelemiş oluruz. Ayrıca o bin dört yüz yıllık İslam tarihinde muslihlerin, sıddıkların, şehidlerin haktan ve adaletten yana çarşıda, pazarda, mescitlerde, sivil medreselerde, ders halkalarında, direniş barikatlarında yükselttikleri toplumsal düzeydeki yatay mücadele tarihinin üzerini örtmüş oluruz.

Bizim için Müslümanların tarihinde öncelik, siyasi iktidarların resmî tarihi değil, şartlara göre ümmetin varlığını devam ettirme tarihi olmalıdır.

Kendi içtihadi sınırlılıkları ile birlikte İmam Ebu Hanefiler, İbn Tumertler, Nureddin Zengiler, İzz bin Abdusselamlar, İbn Teymiyeler, Kadızadeliler, Katib Çelebiler, Şah Veliyullah Dehleviler, Muhammed Abdulvahhablar, Cemaleddin Afganiler, Muhammed Abduhlar ile 20. yüzyıla ulaştırılan tevhid ve ıslah çizgisi iktidarlar tarihine değil, ümmet temelli var kalma veya varoluş tarihine işaret etmektedir. Bu çizgi sultanların, padişahların, şahların, şeyhlerin ve daha sonraları da ulusal iktidarların dikey tarihini değil;mahallede, mescitte,çarşıda, sivil medreselerde, küffara ve fitneye karşı gönüllü seriyyelerde yaşayan ve ümmetin içinden gelen dayanışma, ıslah ve inşa faaliyetlerini içeren yatay tarihi ön plana çıkarmalıdır.

Muhammed (s)’in Medine Dönemi’ne; sonra kendi dönemlerinin imkânları içinde şûra yönetimini ve istişareyi öncelemeye çalışan Dört İmam Dönemi’ne; daha sonradan da çoğu zaman Müslümanlara dayatılan saltanata, sonradan da ulusal yapıya yaslanan siyasi iktidarlar sürecine “dikey tarih akışı”; Mekke Dönemi’nden başlayan toplumsal inşa ve sonraki dönemlerde de ümmet dayanışması ve ıslahı ile ilgili süreçlere de “yatay tarih akışı” diyerek daha gerçekçi bir tarih okuması yapabilir ve Müslümanların tarihini bu iki eksende değerlendirebiliriz.

Muhammed ümmeti için İslami “dikey tarih akışı”, öncelikle Kur’an rehberliğinde, Muhammed (s) öncülüğünde ulaşılan şer’i iktidar gücü ile gündeme gelmiştir. Vahiy ümmetinin teşekkülü, şer’i ölçüler ve iktidar gücü ile oluşturulan nizam veya devlet yapısı; bazı zaaf ve iç tartışmalarla birlikte Dört İmam Dönemi’nde de devam etmiştir.

Ancak “dikey tarih akışı” Ümeyyeoğulları ile birlikte şer’i mecrasından sapmıştır. Ümeyyeoğulları ile siyasi iktidar gücü, saltanat sistemine dönüşmüş zaafa uğrayan ümmet yapısı seküler ulus toplumlara ve devletlere parçalanıncaya kadar da bu çözülme -bazı küçük istisnalar dışında- devam etmiştir.

Saltanat sistemi kendini Abbasi hanedanlığı ile birlikte “Halifelik ve Hilafet Sistemi” olarak sunmuş olsa da ve İslam dışı/karşıtı saltanat sistemlerinden farklı olarak İslami kültüre kısmi katkılarda bulunsa da keyfi yönetimi kurumlaştırmıştır. Bunun en bariz biçimi de “siyaseten katl” geleneğidir.

Islah hareketleri ümmetin dağılma sürecine kadar Tevhid ve Adalet Hareketliliği olarak gayr-ı meşru saltanat sistemlerine karşı verdikleri mücadeleyi devam ettirmişlerdir. Bu itiraz ümmetin içinden sivil bir dalga olarak yükselmiştir. Saltanat sistemleri kurumlaştıktan sonra İslami kültür ancak sivil alanda (amme alanında) özgünlüğünü devam ettirebilmiştir. Sivil alanda halkın bildiği İslami doğrularla hakkı ve hukuku gözetme iradesi İslam’ın yaşayan gücü olmuş ve İslami olarak“yatay tarih akışı”nı temsil etmiştir.

Şûra sistemini önceleyen Muvahhidler Devleti’nin 1269’da yıkılmasından sonra Malik Bin Nebi’nin ifadesiyle ümmet dağılma sürecine girmiştir. XIII. yüzyıldan itibaren de ıslah ve ihya hareketleri hiç değilse ümmeti uyandırma, diriltme, İttihad-ı İslam çizgisinde tutma gayreti içinde olmuşlardır. Müslümanların bu “yatay tarih akışı” içinde hakkın ve adaletin öncülüğünü yapanlar, her dönemde İslam’ın yaşayan gücü olmuşlardır.

Sünnetullah Ekseni

Kur’an, Rablerinin izniyle insanları karanlıktan nura çıkartmak için gönderilmiş (14/1) ilahi bir rehberdir. 21. Yüzyılda resmî kimliğinde İslam yazan bir milyarı aşkın insan çoğu kere bu rehberin aydınlığından uzak yerlere düşmüştür. Kur’an rehberliği doğrultusunda ümmet zindeliğine ulaşabildikten veya yeniden Kur’an/Muhammed ümmeti olarak dirilebildikten sonra adaleti tevzi etmenin ve hadleri/şer’i yaptırımları uygulamanın en önemli aracı ise tabii ki iktidar olacaktır. Şer’i ölçü ve iktidar gücü Kur’an’da imamlığı veya melikliği, diğer tarihî süreçlerde de devleti ifade eder.

İnsanların meliki (114/2) tabii ki Rabbimizdir ama insanlar arasında siyasete hükmedenlere de “melik” ismi verilmiştir. Bir topluluğun öne geçirilmiş ve önder kılınmış kişisine de (28/5) şer üzere ümmetlerini ateşe sürükleyen yöneticilere de (28/41) “imam/imamlar” denir. İnsanlar için kullanıldığında “melik” nötr bir kavram olsa da Ümeyyeoğulları ile birlikte saltanat sistemlerinin başındaki insanlara daha çok melik denilmeye başlanmıştır.

O zaman Müslümanların tarihî süreçlerinde iktidar gücü itibariyle hükmedenlere kimlik ve şer’i ölçü olarak “nasıl bir melik, nasıl bir imam” diye sorulmalıdır. Zira “Masiyette itaat yoktur.” İtaatin kalbî boyutu itikadımızla ilgili, fiilî/zorunlu boyutu ise içtihatla ilgili bir konudur.

Diğer tarihî süreçlerde de hukuki ölçü ve iktidar gücü “devlet”i ifade eder. Tüm kamu ve anayasa hukuku tanımlarında devlet için ortak özellikler olarak iktidar ve hukuki ölçü yani ideolojik veya dinî ölçü unsurları karşımıza çıkar.

İslam’ı toplumsal boyutta yaşamak için İslami şahsiyetler olmak; İslami şahsiyetler için vahye tanıklık temelinde şûra birlikteliğine yönelmek; bu birlikteliğin şuheda yapısı ve öncülüğü ile bir ümmet oluşturmak veya ümmeti ıslah ederek diriltmek resullerin siretlerinden okuduğumuz ve dareyn saadeti için yükümlü olduğumuz sünnetullah eksenidir.

Müslümanların iktidar eksenli tarihlerinde olmasa bile, yatay eksenli tarihlerinde her daim sünnetullah eksenini takip eden bir çizginin veya ümmet nüvesinin olduğunu Rabbimiz A’raf Sûresinde belirtmektedir: “Ve yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki Hakk’a ulaştırırlar ve onunla adaletle hükmederler.”(7/181) Yani öyle müminler vardır ki onlar her türlü tuğyan karşısında hakkın sesi ve İslam’ın yaşayan gücü olmaya çalışırlar. Kendi safhalarının gereklerini inşa etmeden merhale sorumluluklarını terk etmezler.

Ama insanların çoğu ya acelecidir ya da gereğince kevni ve kitabi ayetleri tahkik etmeyen bir çokluk tutkusu ve dünyevi tatlar tutsaklığı içine girmiştir. Aynı sûrede bu hali Rabbimiz tasvir ederek “Cin ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattım.”(7/179) buyurur. Aslolan hak yolu kavramak ve o yol üzerinde olarak hayatı anlamlandırabilmek ve Allah-u Teâlâ’nın rızasını kazanabilmektir. Rabbimiz bütün insanları iki dünyada da gerçek mutluluğa erdirecek bir fıtratta ve kapasitede yaratmış ve imtihan için de iradelerini özgür bırakmıştır. Azaptan kurtulup hidayete ulaşmak biz yaratılmış insanların ihtiyarındadır. Adaletle hükmeden azınlık mı yoksa geçici dünya zevkleri için tuğyana yelken açan çoğunluk mu? İşte “Allah kimi hidayete erdirirse, doğru yolu bulan odur.” diyen (7/178) ayet-i celile ise bu iki eğilimi icmali olarak tafsil ve tefsir etmektedir. Yeter ki Rabbimizin rızasını hak eden bir idrak ve tanıklık yolunu tercih edebilelim!

Yani doğru yolu bulanlar; hakka ulaştırmaya çalışanlar ve adaletle hükmedenlerdir. Böyle yapmayanların akıbeti ise azaptır.

A’raf Sûresinde Kur’an ümmeti bahsine gelinmeden önce, ilkin Musa kıssası işlenir ve İsrailoğullarının ahlaki tarihine işaret edilir: “Musa’nın kavminden doğru yolu gösteren ve doğrulukla adalet yapan bir topluluk da vardır.”(7/159) Oysa birçok ayet-i kerimede onların çoğunluğunun dikbaşlı ve günahkârlık içinde olduğu belirtilmektedir. Ancak bir kavmin/ümmetin içinden bazılarının eğri ve sapık eylemleri bazen bütün bir toplumu sıkıntıya sürüklese de sonuç olarak haşr günü Allah insanları da Resul’ü de Kitab’dan sorumlu tutacaktır. (43/44)

“Musa’nın kavminden doğru yolu gösteren ve doğrulukla adalet yapan bir topluluk da vardır.” ayeti ile hakkı ikame etmenin yatay örnekliğine yani toplumsal örnekliğine işaret vardır. Rabbimiz Muhammed ümmetine, önce Musa kavmi içinden “hakka ulaştıran ve adaletle hükmeden” bu grubu nasıl örnek gösterdi ise Ehl-i Kitab içinden de kemiyetleri/sayıları az da olsa tevhidî ilkeleri yaşatan toplulukları örnek göstermektedir:

“Hepsi bir değildir. Ehl-i Kitab içinde istikamet sahibi bir topluluk vardır ki gece saatlerinde secdeye kapanarak Allah’ın ayetlerinden okurlar. Onlar, Allah’a ve ahiret gününe inanırlar; iyiliği emreder, kötülükten menederler; hayırlı işlere koşarlar. İşte bunlar iyi insanlardandır. Onların yaptıkları hiçbir hayır karşılıksız bırakılmayacaktır. Allah, takva sahiplerini çok iyi bilir.”(3/113-115)

Bu örnekliği Fatır Sûresinde geçen ayet-i kerimedeki gibi “Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık.” hitabı içinde anlayabiliriz. Dolayısıyla önemli olan, illaki güç ve iktidar sahibi olmak değildir. Asıl önemli olan gücümüz oranında hakkı anlamak ve anlatmak, adaleti taşımak ve adaletle hükmetmeye çalışmaktır. Tevhidî iman ve ameli bütünleştiren bu hayat çizgisi devlet/iktidar imkânına kavuşsun veya kavuşmasın bütün resullerin, sıddıkların, muslihlerin, şehidlerin takip ettikleri yoldur.

Bu çizgiyi takip eden,nefsine ve şeytana uymayan; her daim hakkı ön planda tutan ve insanları hakka ulaştırmaya çalışan, adaleti ikame etmeye uğraşan sahabeden, tabiundan, tebe-i tabiundan bugüne kadar gelen ve kıyamete kadar devam edecek olan sıddıklardan, salihlerden, İslam’ın yaşayan şehidleri olmaya çalışanlardan oluşan bir hat, bir çizgi ve bir tevhidî uyanış ve uyandırma çaba ve mücadelesi hep var olmuştur ve inşallah bundan sonra da var olacaktır.

Müslümanların tevhidî kimliği ve iradesi tarihî süreç içinde kırılmaya çalışılsa da İslam’ın taşıyıcısı ve yaşayan gücü hep bu hat olmuştur ve olacaktır.

Dün bu hat iktidardaki bozulmaya karşı, daha sonra da çözülen ümmet yapısının itikadi ve fikrî sapmalarını yeniden Kur’an ve Sünnet ile ıslah etmek, ümmeti uyandırıp yeniden vahiyle bilinçlendirmek için çabalamıştır.

Ümmet coğrafyasındaki önceden kalan gelenekçi fikrî ve siyasi yapıya karşı, Batı hâkimiyetinden sonra da modernist ve ulusalcı sekülerizmle uzlaşmaya çalışan modernist dinî algıya karşı yükseltilen bu mücadele “ıslah ve inşa çizgisi” veya “ekolü” olarak belirginleşmiş ve tüm coğrafyamızın muslih insanları arasında bir etkileşim oluşturmuştur.

Bu hat aynı zamanda Türkiye’de 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren yeniden yeşermeye çalışan “tevhidî uyanış süreci” olarak belirginleşmiştir. Türkiye’deki bu çizginin yeniden mayalanma süreci, taşıdığı doğrular ve zaaflar, günümüz birikimini veya yakın tarihini anlamak ve günümüzün imkân ve kabiliyetlerini değerlendirebilmek için oldukça önemlidir; ayrıca farklı ve özgün bir müzakerenin konusu olmalıdır.

Tevhidî Çizgi ve Alttan Gelen Dalga Olabilmek

Islah çizgisi sürekli olarak, Müslümanların tarihî süreçlerinde zihnî olarak üretip uyguladıkları kültürel geleneğimizi/müktesebatımızı İslam’ın sabiteleri ile tahkik keyfiyeti içindedir. Yabancılaştırıcı kültüre-hadarete, mezhepçiliğe ve asabiyeye karşı dirayet sorumluluğumuz, uzaklaşılma ihtimali taşıyan ed-dinin asıl kaynağına, (25/30) yani Kur’an’a ve onun uygulamalı örnekliğini oluşturan Muhammedi Sünnet’e bakmayı gerekli kılar.

[Kur’an ve Sünnet’e yani kaynaklara dönmeyi gelenekten bir kopuş olarak suçlayan ve tahfif eden gelenekçilik veya milli dindarlık, öncelikle neyin sahih gelenek neyin muharref gelenek olduğunun ayırdında olmalıdır. Muharref gelenekle mücadele zaten tevhid-tenzih akidesinin esaslarından değil midir?]

Rabbimiz bizleri hakkı kavrayan ve anlatan, adaletle hükmeden, adil değerlendirmelerde bulunan, İslam’ı yaşama ve yaşatma çizgisinin temsilcilerinden, salihlerinden, bu ıslah ve inşa mücadelesinin muslihlerinden eylesin.

Kur’an’da vazedilen İslam’ın yaşama modelinin kuruluşu, iktidar öncelikli ya da dikey temelli değildir; öncelikle yatay, yani ümmet bazlı veya toplumsal alanda bir “biz” bilinci ve tanıklığı ortaya koyan merhalecilik şiarına bağlıdır. Erk olarak yukarıdan aşağıya oluşturulacak bir toplumsal dönüşüm tasavvuru, çok hamasi ve iyi niyetlerle gündeme getirilse de tarihî deneyimler olarak Mısır, İran, Sudan İslami hareketleri örneklerinde olduğu gibi sünnetullahı bütünsel olarak değerlendirememekle maluldürler. Ve hepsi de başarısızlığa mahkûm olmuşlar; şer’i olarak da ne yönetimsel ne de toplumsal bir örneklik/model oluşturabilmişlerdir.

Oysa tutarlı bir siyasal iktidar, toplumsal yapının örgütlenmiş halidir. Bizler tarihî süreç içinde zindeliğini kaybetmiş bir ümmetiz. Ümmet aidiyetini yeniden İslamlaştırmak ve diriltmek merhalesini gerçekleştirmeden, İslami bilince dayanan bir kitle tabanı oluşturmadan tasavvur edilen veya ihtilalci yöntemlerle kurulan İslamilik iddiasındaki bir yönetim veya devlet ya da ele geçirilen bir devlet erki, temelsizdir ve sahte bir görüntüdür. Sünnetullah toplumla ilgili ilahi yasalardır ve sünnetullahla ilgili ayetlerden çıkartılacak toplumsal dönüşümün seyri ise aşağıdan yukarıya yükselen bir dalgadır; yani kitleleşerek iktidara doğru yürür. Tabii ki Müslümanların kitleleşmesi, içinde yaşanılan coğrafi toplum içinde ne oranda olunacağı tartışılsa bile, söz konusu kitleleşme Rabbimizin emri ve ölçüleri çerçevesinde elde edilecek bir niteliği içerir. (3/110) İktidar hedefli bazı İslami çabalar bırakın ümmet aidiyetini şer’i ölçüler ve bilinç düzeyine yükseltmeyi, çoğu zaman kendi yapılarını ve kişilerini bile o nitelik seviyesine yükseltememişlerdir. Bu tür sığlıklar da“radikal, siyasal İslamcı, devrimci/ihtilalci, acilci” gibi itham ve karalamalara alan açmaktadır.

İnşa anlamında önceki merhaleleri kazanmadan ve o merhalelerinin topyekûn cihadını üstlenmeden, bir sonraki merhaleye geçilemeyeceği tüm resullerin örnekliğinde açıktır.

Eğer toplumsal örnekliği yani şuheda olgusunu gerçekleştirmekle sünnetullah yakalanabilirse; Müslümanların iktidarı da ancak bu nitelikli temel üzerinde zaman ve zemine göre şûra içtihadı ile biçimlenebilir.

Doğmamış çocuğa elbise biçilmez. İslami yönetimin nasıl olacağı ise ilahi nass’ın gösterdiği ilkeler doğrultusunda zaman ve mekâna göre içtihadi olarak biçimlenecektir. İktidar biçiminin meclisle mi konseyle mi başkanlık sistemiyle mi veya daha değişik bir şekilde mi biçimleneceğinin tespiti, bireysel tasarımlara değil, ümmetin tümünü temsil etmeye çalışan şûra içtihadına kalmış bir durumdur.

Rabbani ölçüler temelli iktidar aşamasına gelindiğinde, yatay mücadele sürecinde değişik hayati alanlarda uzman ve usulu’d-dine vakıf şûraya ehil ne kadar yetkin insanımızın var olduğu veya yetiştirildiği önemli olacaktır. Acelecilik Rabbimizin Kitab-ı Kerim’inde kınadığı bir haldir. Dolayısıyla yatay mücadeleyi kazanmadan, dikey alanı kuşatmamızın mümkün olamayacağı kavranmalıdır.

Siyasetimizin Önceliği İktidar mı Ümmet mi?

Günümüz için iktidar merkezli dikey mücadele, tüm ümmet için sünnetullah çerçevesinde yaşadığımız bir merhale değildir. Çünkü zaafa uğrayan ümmeti ıslah edip diriltmeden İslami ilkelere dayanan bütünsel bir iktidar kurulamaz. Zira zeminsiz ve temelsiz binalar ya hayalidir ya da kuruluş aşamasında çökme namzedidir.

İslami sloganlar arasında ve ağır bedeller ödenerek gerçekleştirilen 1979 İran Devrimi bu halin en somut ve yakın dönem örneğidir. Devrim toplumun mezhepçi, batini, ulusalcı zaaflarını ıslah etmeden; en azından türbeci ve taklitçi kirlerden temizlenecek eğitim süreçlerini gerçekleştirmeden varlığını ‘İslam Devleti’ olarak ilan etmeye başladı. Sünnetullahtan kopuk bir dönüşüm fikri, tabii ki devrim sürecini, iktidarını muhafaza edebilmek için cahili Nevruz kutlamalarından Ayetullahların “Mehdi” ile irtibat seanslarına kadar sürükledi; ıslah edilmesi beklenen halk kültürüne (folk kültüre) sığınıldı. Islah edilemeyen bir kitlenin devrim öncüleri iç tartışmaya sürüklenmiş, devlete hâkim olanlar bugünkü iktidarlarını sürdürebilmek için maalesef ki büyük bir inhiraf içinde ulusalcı Şiiciliğe ve Şah günlerini hatırlatan despotizme sarılmışlardır.

Kur’an, şûra ve ümmet merkezli bir siyasi iktidar medeniyetinden uzak olan bugünkü siyaset sahnesi de vahiy dışı veya karşıtı siyasi örgütlenmelere dayanmaktadır. Global sermayenin veya ulusların çıkarlarına dayanan günümüz siyaset sahnesinin kurallarına “reel siyaset” denilmektedir.

Bugün için “reel siyaset”, Suudi yönetimi gibi münafıkça aldatmalar veya İran yönetimi gibi gaflet içinde aldanmalar ve asabiye yanında; seküler-ulus sistemlerin dayattığı diktatörlük veya cumhuriyet kuralları içinde yapılmaktadır. Bu devletlerin tümü, örtülü veya açık, Fransız veya ABD tipi laik sistemlerdir. Suud ve İran laikliği, Kur’ani hükümlerini bölmelerinden kaynaklanmaktadır. İktidar alanları da liberal veya devletçi küresel kapitalist sistemin kuşatması altındadır.

Peki, tevhidî bir mücadele süreci için hakka yöneltecek ve adaletle hükmedecek bir ümmet olmayı önceleyen bir çizgi, reel siyaseti takip dışında, bu alandaki şartları iyileştirici politikalara ilgisiz kalabilir mi? Rum Sûresinin girişinde gördüğümüz reel siyaseti takip etme örnekliğini (30/1-4) izah etmek kolaydır ama cahilî sistemler içinde iyileştirici politikaları destekleyici yaklaşımlar haklı ve haksız bazı tartışmalara açıktır.

Bizlerin reel siyasetle ilgilenmesi, mevcut ulusal yapılarda iktidara gelip kandırmacalı olarak şeriatı tatbik etmek için değildir. Müminlerin reel siyasetle ilgilenmesi hakka ulaştıracak ve onunla adaletle hükmedecek bir ümmet olabilmenin inşa yolunu kolaylaştırmak içindir. Reel siyasetle ilgilenmek yatay mücadelemizi yani ıslah ve inşa mücadelemizi sürdürürken bize zulmetmeyecek, bizi imkânlarımızdan kopartıp sürmeyecek (60/9) bir vasatı yakalamak, tüzel kişilik olarak Ebu Taliblerimizi bulmak içindir.

Reel siyasetle ilgilenmemiz ikincildir. Birincil gündemimiz ise vahyî bilgi, iman ve eylem yolunda “biz” olabilmektir. Hak ile bütünleşen ve ölçülenen “biz” olma, “şuheda” olma yolunu bilinçte ve eylemde inşa edip yaşadığımız toplumda hissedilir bir şekilde tanıklaştırmadan, dikey hedefleri öncelemek, sünnetullahı okuyamamak, çocuksu ve masalımsı heyecanlardan kurtulamamaktır.

Ama ister saltanat-diktatörlük rejiminde olsun, ister ulusal-seküler sistemlerde olsun, sistem içinde rol alan erdemlilerle veya hasbelkader iktidar mevkilerine gelen Müslümanlarla ilgilenmemiz, sistem içinde mevkii kapmak veya çıkar kanalları oluşturmak için değildir. Fıkhen tartıştığımız veya haram gördüğümüz mevzuları içselleştirme konumu, ıslah ve inşa sürecimiz ve özgünlüğümüz adına kabul edilemez. Sistem içinde rol alan vicdan sahipleriyle ilişkimizin türü, ümmeti yeniden diriltecek ve Müslüman toplumu yeniden İslamlaştıracak mücadele süreçlerine yol açmak, tabii özgürlükleri sağlamak kabilindendir.

Ancak resullerin Kur’an’da bildirilen siretlerine baktığımızda, cahilî sistem içinde hayra hizmet niyeti taşıyan siyasilerin, vahiy ümmetini inşa etmeye çalışanlarla kalbî ve istişari irtibat sorumlulukları vardır. Bunlar hakkında olumlu veya olumsuz kanaatlerimiz de bu sorumluluklarını yerine getirip getirmemeleriyle ilgilidir. Rabbani ilkeleriyle birlikte sistem içi araçlarla ilgili hem ilaf, Habeş hicreti, Yusuf Aleyhisselam’ın vezirliği gibi Kur’ani örnekliklerin; ayrıca hem Siret-i Resul’deki himaye, panayır, davet örfü gibi araçların değerlendirilmesi örnekliğinin illetleri bağlamında nasıl güncellenebileceği oldukça önemlidir.

Sistem içi iktidar mevkiine getirilen Ömer b. Abdülaziz’in (ö.720) konumu oldukça önemlidir. Ümeyyeoğulları sulbundan gelen Süleyman b. Abdülmelik, (ö.717) çocukları ufak olduğundan melikliği kime bırakacağı hakkında bir vasiyet yazmıştır. “İçinde şeytanın ve nefsin rolü olmayacak.”diyerek kâtibine bıraktığı vasiyetnamesi ise ölünce Şam’da büyük bir camii de okunmuş, bu statüyle ilgili itirazlarına rağmen takvasıyla maruf yeğeni Ömer b. Abdülaziz’in ismi ilan edilmiştir. O da kurulu sistem içinde bazı ıslah ve iyileştirmeler yapmıştır.

Kıldıracağı Cuma namazına büyük bir ilgi ve katılım gösterilmiş, ilk hutbesi merak edilmiştir. Çünkü Muaviye’den itibaren hutbeler 60 yıl boyunca Ali (ra)’a lanet okunarak bitirilmekteydi. “Takvası ile anılan Ömer b. Abdülaziz acaba ne yapacaktı?” Hutbelerden sonra bu lanet bölümünü dinlememek için cemaatin büyük bir bölümü Cuma namazını kıldıktan sonra ve hutbeden önce camiden ayrılmaktaydı. Rivayetlere göre resul ve imamlar döneminde bayram namazları gibi önce Cuma namazı kılınır, hutbe sonra okunur idi. Ama Emevi hanedanlığı cemaat kaçmasın ve namazdan önce hutbeyi dinlesin diye, Resulullah’ın sünnetini çiğneyerek namazı hutbeden sonraya almıştı.

Ömer b. Abdülaziz namazı hutbeden önceye alamadı ama hutbenin sonundaki Ali’ye lanet etme bölümünü kaldırdı. Ve mealen hutbeyi “Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, yakınlara yardım etmeyi emrediyor, fahşayı/fuhşiyati, münkeri/fenalığı ve bağyi/azgınlığı yasaklıyor. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”(16/90) ayetiyle bitirdi ve bu tarz gelenekleşti.

Ömer b. Abdülaziz, saltanat sistemini değiştirmeye imkân bulamasa bile, kısa süren iktidarı döneminde hutbe formu gibi siyasi, idari, askerî, ekonomik, sosyal konularda birçok iyileştirmeler yaptı, hadislerin tedvini gibi organizasyonlara adım attı. Henüz yatay eksende elde edilen kazanımları sürdürme arzusu ve ümmet yapısının zindeliği devam etmekteydi, bu nedenle de iktidar kanalından gelen iyileştirmeler halk tarafından sevinçle karşılandı.

İslami mücadele için dikey eksende üzerine düşeni yapmak konusunda Ömer b. Abdülaziz güzel bir örnektir. Ama 21. yüzyılda tüm coğrafyalarımızda Kur’an ümmeti zindeliğini kaybetmişliğin, bir de seküler ulus toplumlara bölünmüşlüğün zafiyeti içindedir. Yani dikey eksen ile yatay eksen uyumu bozulmuştur.

Bugün için dikey eksen, reel siyasettir ve reel siyasette toplumsal baskı ile alan açma iradesi veya açılan alanları nemalanmadan ümmet maslahatı adına değerlendirme bilinci, yatay eksende henüz nicel ve nitel bir kıvama gelmemiştir. Toplumsal değişimde alttan gelen dalga gücünü oluşturmadan, dikey alanda bazı kazanımlar elde edilse bile, o kazanımlar hep zeminsiz kalacaktır. O zaman şuheda nesline süreklilik kazandırmak ve ümmet zindeliğini yeniden ihya etmek için bilinçli müminlere düşen asıl görev, öncelikle toplumsal düzeydeki yatay mücadeleyi kazanmaktır.

Zamanımız reel siyaset meclislerinden veya saraylarından gelen kırıntıları beklemekle heder olmamalıdır. Bizatihi kendi varoluşumuzun gücü oranında meclisleri-sarayları tevhid, adalet, özgürlük yürüyüşümüz için imkân oluşturmaya zorlamalıyız. Yani öncelikle sünnetullah çerçevesinde ümmeti diriltmek için hakka yönelmek ve yöneltmek, adaletle davranmak ve adaleti ikame etmeye çalışmak görevini üstlenmeliyiz.

Küresel kapitalist cahiliyenin bütün hayatımızı kuşatma çabası belki de Mekke cahiliyesinden çok daha ağır biçimde üzerimize çökmektedir. Yerel ve küresel cahilî sistem içinde sistemin dergi, dernek, ticarethane, okul gibi araçlarını “cahilî sistem içi araçlar fıkhı” çerçevesinde tebliğ, perspektif sunumu ve tabii ihtiyaçlarımız için kullanıyoruz. Ama liberalizmin ve tüketim kültürünün Müslüman kitlelere dönük “bireycilik” telkini, İslami organizasyonların ve İslami perspektif sunumu için kullanılan sistem içi araçların etkisinden çoğu zaman daha etkin olabiliyor.

Tarihî süreç içinde çözülmüş, kimliği ulusal ve seküler kirlerle bulanmış Müslüman kitleleri uyarma, arındırma, ıslah ve inşa faaliyetleri gerek Yunus (a)’ın resullüğündeki ilk dönemi gibi kendi zaaflarımızdan ve aceleciliğimizden ötürü, gerek Nuh (a) gibi muhatap kitlenin ve ortamın olumsuzluğundan ötürü karşılık bulmuyor hatta moral bozukluklarına kapı aralıyor olabilir. Sünnetullahı ve tüm resullerin mücadele sürecini özetleyen “Zaferden değil, seferden sorumluyuz.” sözünü çok zor şartlar altında Mehmet Akif ne güzel mısralaştırmıştır: “Allah’a güven, sa'ye sarıl, hikmete râm ol. Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”

Tutarlılık, iman ve amel bütünlüğü adına hakka iman edenler, hakkın taşıyıcıları olarak hakkın gösterdiği istikamette yol almalı ve güçleri nispetinde saf tutmalıdırlar.

“… O (Kur’an) senin Rabbinden gelen bir haktır ama insanların çoğu iman etmezler.” (11/17) ilahi hükmü de göstermektedir ki çoğunluk asıl değildir. Asıl olan ahirette hesabımızı tek tek vereceğimiz bilinci içinde bu dünyada istikametimizi “İbrahim gibi bir ümmet” (16/120) örnekliğinde devam ettirebilmektir.

“…Allah inananları ortaya çıkarsın ve sizden şehidler edinsin diye biz o (egemenlik) günlerini insanlar arasında çevirip duruyoruz.” (3/140) Uhud Savaşında olduğu gibi mağlubiyet halimizde de fetih geldiği zaman da önemli olan istikameti korumak, adaletten ayrılmamak ve şuheda nesli olarak irademizi ve tanıklığımızı ortaya koyabilmektir.

Yaşayan şehidler beklentisine ulaştığımızda zaaflarımızdan da zayıflıklarımızdan da arınmanın yolunu yakalayabiliriz. İslam’ı yaşantısıyla örneklendirmeye çalışan ümmete ve o temelden de yönetimiyle, ekonomisiyle, sanatıyla özgün medeniyetimize yürümek mümkün olacaktır.

Sahih bilgi, vahyî iman, salih amel bütünlüğünü yakaladıktan sonra istikamet üzere olmak bile müminler için zaferdir.