Hak Söz Dergisi Yazı İşleri Müdürü Sayın Yılmaz Çakır Bey'e
Değerli kardeşim, derginizin Şubat 1996 ve Mart 1996 sayılarında, İslami kardeşliğin sağlanmasına, müslümanlar arasındaki iletişimin kökleşmesine ve giderek vahdetin bir an önce oluşmasına katkıda bulunacağına inandığımız, kitap ve bültenimizle ilgili tanıtma ve eleştiri yazılarınızdan dolayı teşekkür eder, yüce Allah (cc) razı olsun deriz.
Şubat 1996 sayısındaki kitap eleştiriniz, aslında aynı ifadelerin değişik şekillerde söylenmesinden başka bir şey değildi; tebessüm ettik, sevindik, aynı noktalara değinmenizden dolayı. Ancak, Mart 1996 sayısı, 54. sahifedeki değini köşenizdeki 'Hak ile Tavsiyeleşmek' yazınız için aynı şeyi söyleyemiyoruz. Şunu açıkça ifade edelim ki, hak ile tavsiyeleşmenizden dolayı sevindik, ancak eleştirdiğiniz konuların yanlış anlaşılacağını düşünerek cevap yazmayı görev bildik; hoşgörü ile karşılayacağınızı ve yanlış anlaşılmaların giderilmesi için yayınlayacağınızı umarız. Yazıların değerlendirilmesini sağduyu sahibi okuyuculara bırakalım.
Vakıflar Konusu: Bizim vakıflarla ilgili hassasiyetimiz, kitap ve bültenimizin içeriğinden de anlaşıldığı gibi, davetle ilgilidir. Özel zevkler, ya da beşeri münasebetlerle ilgili vakıflar, şahsi konulara girdiği ve davet nokta-i nazarında bir etkinliğe sahip olmadığı için konumuz dışındadır. Bu tür vakıflar, İslami davetin dışında bir etkinliğe sahiptirler. Oysa İslami davetle ilgili vakıflar, İslami davetin ilkelerini, yön ve yöntemini belirleme iddiasındadırlar. Yani, İslami davetin vakıf yolu ile de yapılabileceği iddiasıyla kurulmuşlardır. Halbuki İslami davetin nasıl ve ne şekilde yapılacağını yüce Allah (cc), bütün boyutlarıyla ortaya koymuş, risalet önderlerinin mücadelelerinde örneklendirmiş ve bunları bizlere, yüce kitabında bildirmiştir. Bu nedenle İslami davet yapacak olanlar Kur'an'ın belirlediği ölçüler içinde davet yapmakla mükelleftirler. Kişi, nasıl ki namazın, orucun, haccın ölçülerini kendisi belirleyemiyorsa davetin ilkelerini de kendisi belirleyemez.
Yüce Allah'a kul olmayı şiar edinenler, O'nun belirlediği ölçüler içinde hareket ederler ve hiçbir endişe ile bu ölçülerin dışına çıkamazlar. Aksi halde ileri geçenler ya da geri kalanlar olarak (74/37) uyarıya muhatap olurlar. Bizim vakıfla ilgili hassasiyetimiz şu nedenlerden ileri gelmektedir.
1- Sünnetullahta, hiçbir davetçinin ya da risalet önderinin içinde yaşadıkları sistemlerden izin alarak davet yapmamaları.
2- Davetin ölçülerinin bizzat yüce Allah (cc) tarafından belirlenmesi. Hz. Musa (as)'nın Firavun'a gönderilişi, neler söyleyeceği, nasıl davranacağı, tartışma ve yarışma anlarında tutumunun nasıl olacağı, nerede, neleri söyleyip yapacağı ile ilgili yüce Allah (cc) tarafından belirlenmesi örnek olarak verilebilir.
3- Yüce Allah'ın hakkı olan hususlarda tağuti rejimin belirleme, kontrol etme hakkının bulunmayışı, Çünkü, aciz ve düşman olan tağutun Azim ve Aziz olan yüce Allah (cc)'m belirlediği ölçülere müdahale hakkı yoktur. Böyle bir hakkı tağuta vermek, aciz aziz göstermek olur ki bu çok büyük bir zulümdür.
4- Vakıf olayı, davetin daha rahat yapılması endişesinden ve tağutun korkusundan emin olma hassasiyetinden kaynaklanmaktadır ki bu;
a- En'am, 80-82 ayetlerinde, açık bir şekilde tağutun taraftarlarına meydan okuyan Hz. İbrahim (as)'ın davranışını görmemezlikten gelmedir.
b- İman ettikten sonra imanlarının belirlediği ölçüler içinde hareket eden risalet önderlerinin mücadelelerinden örnek almamadır. Özellikle Ashab-ı Kehf, Kasabalılara ve Ashab-ı Uhdud'a giden davetçilerin o kutlu mücadelelerini gözardı etmektir.
c- Tağuttan korkmanın verdiği endişe ile hareket etmektir ki bu, (39/36, 29/10, 23/52) ayetlerinde belirtilen "Korkulmaya layık olan Allah'tır" hükmünün hilafına hareket etmektir.
d- Bizden önce geçenlerin durumuna uygun hareket etmemedir. Dolayısıyla onlara verilen mükafatları da beklememiz mümkün değildir.
5- İnandıktan sonra üstün olması gereken mü'minin, vakıf olayını kabul etmesi nedeniyle kendisini aciz, aciz olan Tağutu üstün görmesidir.
6- Vakıf olayı ile ilgili örnekleri çoğaltmak mümkündür. Ancak şimdilik bu kadarla iktifa ediyoruz. Konuyla ilgili verdiğimiz ayetleri zorlama olarak değerlendirmenize gelince:
Bakara, 256'da, doğruluk sapıklıktan seçilip belli olduğu halde, sapık olan tağuta, İslami davet yapma konusunda yetki verip ondan izin istemek safların belirginliğini (doğruluk ve sapıklığı) bulanıklaştırmak ve karıştırmak olur ki, Kalem, 8 ayetinde bu kesinlikle yasaklanmıştır. İnsan dost bildiğine itaat eder, düşman bildiğine itaat etmez. Çünkü düşman daima yanlış yönlendirir. İtaat, dostluğu doğurduğuna göre o halde Nisa 144. ayetinde belirtildiği gibi, (kafirlerin hükmü ile İslami davet yapmak) arada yalpalamaktır ki bu, bir şaşkınlığın ifadesidir. Bunun için, Mümtehine, 4. ayetinde örneği verilen Hz. İbrahim (as)'da olduğu gibi, safları netleştirmek gerekiyor. Ancak dikkat ederseniz Hz. İbrahim (as)'ın babasına mağfiret dilemesi bu örnekliğin dışında tutuluyor. Çünkü Hz. İbrahim (as) davet konusunda net bir çizgi çizip safını netleştirirken, sosyal münasebetleri konusunda bu netleştirmeyi ortaya koymuyor ve babasının kendisini kovmasına kadar, sapık ve kafir gördüğü babasının yanında kalıyor ve ilişkilerini sürdürüyor. Bu Hz. Muhammed (as), Mü'min suresinde örneği verilen mü'min ve Hz. Yusuf (as) için de geçerlidir. Bunlar sosyal ilişkilerinde, kafir gördükleri kimselerle içice iken inançları ya da davaları konusunda hayatlarını tehlikeye sokarak, saflarını neti eştiriyorlar. Zaten Hak-batıl mücadelesinin hiçbir döneminde toplumsal ve sosyal konum noktasında saflar ayrılmamıştır, ayrılma inanç, davet ve ibadetler (kulluk) noktalarında olmuştur.
İnanç, davet ve ibadet (kulluk-itaat) konularında safları belirginleştirmemek şirktir. Yani, o konularda, yüce Allah'ın belirlediği ölçütleri karıştırmaktır ki bu, Yusuf 106'ya göre imana şirk karıştırmaktır, onun için Yusuf, 108'de şu ifade davetin nasıl yapılması gerektiği bildiriliyor:
"De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle davet ederim. Ben ve bana uyanlar... Allah'ın şanı yücedir, ben müşriklerden değilim." (12/Yusuf, 108)
Görüldüğü gibi, basiret (bilgiy)le yapılmayan bir davet şirki beraberinde getirmektedir. Bu da, davetin nasıl yapılacağı hususunda bize bilgi vermektedir.
Daha önce de belirtmiştik, biz vakıfları yapıp ettiklerine göre değerlendiriyoruz ve şahsi, sosyal, ticari vs. ilgili olanları ile imanla, ibadetle ve davetle ilgili olanları ayrı kategorilere göre sınıflandırıyoruz.
Tağutun sarayında bulunmak {Fir'avn ve mü'min ilişkisinde verdiğiniz gibi) küfür değildir. Küfür olan tağutun (ya da Fir'avunun) izniyle ibadet ve iman etmektir. (Birinci bültenimizde geniş bir şekilde vermiştik.) Bunu Fir'avn ve sihirbazlar ilişkisinde bulabiliriz. Kendisinden izin alınmadan iman etmelerine kızması üzerine mü'minier (sihirbazlar), yüce Allah'ı hatırlayarak, O'nun ceza ve mükafatının daha sürekli ve geniş olduğunu Fir'avn'e karşı haykırmışlardır, hem de kol ve bacaklarının çaprazlama kesilip hurma kütüklerine asılma tehdidine rağmen...
Posta kutuları, davet yapılmak için değil, adres belirlemek içindir. Eve ya da çalışma bürosuna gelecek olan gönderilerin posta kutusuna gelmesini istemektir. Yani posta kutuları ev konumundadır. Küfrün bir beldesinde oturmak küfür değildir. Çünkü, tüm risalet önderleri, küfrün egemen olduğu beldelerde ikamet etmişler ve orada davet yapmışlardır.
İnsanlara ya da kuruluşlara nasıl yaklaşılacağı hususunu güzel bir şekilde ortaya koyuyoruz. En küçük bir hareketle bize yönelenlere daha büyük bir özveriyle yaklaşmaya çalışıyoruz. Bu, İslami duyarlılığımızın bir sonucu ve gereğidir. Bunu, ''Evrensel Mesaj" adlı kitabımızın takdim yazısında da ortaya koyduk. Boğazına kadar tasavvufa batmış Ribat Dergisi ile Kur'an ayetlerinin birçoğunu tevil etmeyi marifet sayan Olgu Dergisine teşekkür ederek, öncelikle ortak noktalarda beraberlik sağlamaya çalıştık. Daha sonra Olgu Dergisi sahip ve yazarlarıyla görüşmelerimiz oldu.
Biz, hamdolsun, en küçük bir yakınlaşmayı bile vesile sayarak, insanlarla birlikte olma yollarını aradık bugüne dek. Ancak, siz de dahil bir kaç dergi ya da kuruluş dışında bu yaklaşımımıza karşılık alamadık. Tevhidi olduklarını her fırsatta ifade eden, tağuta düşman olmakla her şeyin bittiğini zanneden nice kitabevi ve dergiler, bizim gönderdiğimiz kitap, bülten ve mektuplarımıza bırakın, raflarında ya da şahitlerinde yer vermeyi, bir teşekkür dahi edemedikleri gibi, birçoğu aleyhimizde olmadık yalanlar, iftira ve karalamalar uydurdular. Hem de birçoğu bid'at ve hurafe kitapların reklamlarını yapıp sattıkları halde...
İşte bizim, "Evrensel Mesaj" adlı kitabımızda teşekkür ettiğimiz Radyo Umut, bize yaklaşmak isteyen bir kuruluştu ki, birçok elemanlarının samimiyetine inanıyoruz. Ancak, kitabımızın ilgili sahifesinde belirttiğimiz gibi İslami vahdeti sağlamak için bunları yaptık ve inşaallah yapacağız da... Ta ki hatalarını bırakıp gerçek bir ortamda davet yapacakları güne değin...
Biz; söz, yazı ve hareketlerimizle önce imanın, fışkın, şirkin, nifak ve küfrün sınırlarını hatırlatır; daha sonra bu fiillerin konumunu ortaya koyarız ve nihayet iman dairesine insanları davet ederiz.
Fatır 10. ayetinde geçen "Kim şeref istiyorsa (bilsin ki) şeref tamamen Allah'a aittir" ifadesi, doğru yerde kullanılmıştır. Yüce Allah'ın emrettiği ölçüler içinde hareket etmek, risalet tarihinde görüldüğü gibi insanı yüceltir. Oysa, daveti tağutun belirlediği esaslara göre yapmak zilleti ifade eder. Fatır 10. ayetinden önceki ayetler (1-9) davetin insanlara nasıl ulaştırılacağını, dönüşün yüce Allah'a olacağını, ceza ve mükafatın yalnızca O'nun tarafından verileceği, şeytanın tuzağına ve aldatmalarına dikkat edilmesi gerektiği belirtilmekte ve davetin bu ilkelere göre yapılmasının şeref olduğu bildirilmektedir.
"O halde kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız" ifademizin "böylesi bir uyarı için pek uygun bir kullanımı oluşturmamaktadır" deyiminizi doğrusu biz anlamadık. Nasıl olur da hiç mecbur atmadıkları halde kendileri bizzat müracaat ederek rejimin kontrolüne giriyorlar da hâlâ kendilerini tehlikeye atmıyorlar mı? Kur'an ve Sünnetin açıkça belirttiği davet metodunu bir kenara bırakanlar kendi elleriyle kendilerini tehlikeye atmıyorlar mı? Bu ifadenin, Allah (cc) yolunda harcama yapmayanlar için kullanılmış olması, başka yerde kullanılmayacak anlamını taşımaz ki.
Davetin, şehirlerin anası başkentlerde ortaya konulması konusu: Bu konuyu Kur'an-! Kerim çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Bizim, bir ayeti kendi isteğimize göre yorumlamaya ihtiyacımız yoktur. Çünkü Kur'an'da her şey o kadar açık ki, başka bir anlam vermek mümkün değildir. Bir ayette konu biraz kapalı ise, diğer ayetlerde bu konu değişik yönlerden açıklanarak verilmek istenen mesaj açık bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Şura 7. ayetinde, Kur'an'ın şehirlerin anası ve çevresine uyarı için gönderildiği bildirilirken, Kasas 59. ayetinde, gönderilen ayetlerin şehirlerin anasında okunmasıyla çevreye okunmuş olacağını ortaya koymaktadır. Çünkü, Mekke'deki davette de görüldüğü gibi, çevre başkentle sürekli bir iletişim içindedir. Aynı konuyu Hz. Musa (as)'nın davetinde de açık bir şekilde görmekteyiz. Hz. Musa (as), Fir'avn'a davetini ulaştırınca o, çevre şehirlere toplayıcılar göndererek (7/111-113) Hz. Musa (as)'nın davetini susturmaya kalkıştı. Bunu Hz. İbrahim (as)'da da görmek mümkündür.
Peki, başkentlerin önemi nereden geliyordu ki, davet öncelikle oralara gönderiliyordu? Bu sorunun cevabını da Kur'an-ı Kerim ortaya konuluyor ki, çevre illere buradan daha rahatlıkla yayılsın.
En'am 123, Araf 103, Mü'minun 46 ayetlerinde ileri gelenlere davetin ulaştırıldığı bildirilirken; İsra 16, Mü'minun 33, 64 ve Sebe 34. ayetlerde bu, varlık sahipleri şeklinde ifade edilmektedir. Şu da bir gerçektir ki, ileri gelenler hep varlık sahipleri olmuşlardır.
Bizim, davetin yoğun olarak başkentlerde ortaya konulmasını istememizin ilk nedeni, Kur'ani bir gerçeğin gereğini yapmak, ikinci nedeni, mü'minler arasında bir birliktelik oluşturmak, üçüncü nedeni, tüm risalet önderlerinde olduğu gibi, küfrün ileri gelenleriyle yüzyüze ilişkiler içine girip gündemi oluşturmak. Ancak şu yanlış anlaşılmasın. Başka yerlerde davet yapılmasın, yalnızca başkentlerde yapılsın gibi dar bir düşünceye sahip değiliz. Biz istiyoruz ki, mü'minler nerede bulunurlarsa bulunsunlar, "Allah'ın ipine hep beraber sarılsınlar" ki, hem yekvücut hareket etsinler, hem de cemaat olarak yüce Allah'ın rahmetine kavuşsunlar. Zaten ayrı yerlerde de bulunsak bile, hayır (İslam)da yarıştığımız sürece Allah (cc) bizi biraraya getirecektir; yeter ki ön yargılardan ve peşin hükümlerden kurtulalım.
Hikmetle ve güzel öğütle davet etme konusu: Öncelikle bu uyarınız ve diğer uyarılarınız için tekrar teşekkür ederiz. Hatalı olduğumuz konularda hatasız olduğumuzu ispat etme basitliğine de düşmek istemiyoruz. Ancak Kur'ani konuları ve söylemleri karıştırmamak da gerekir. Kime karşı yumuşak, kime karşı sert olunacağı hususu da diğer konular gibi Kur'an'da net olarak ortaya konulmuştur.
Kur'an'da, vahyi gerçeklerden habersiz, cahil ve dinden uzak insanlara karşı yumuşak davranılırken (Fir'avn, Hz. İbrahim [as]'ın babası, Hz. ibrahim [as]'ın yakınlarına karşı tutumundaki örnekler gibi), vahyi gerçeklerden haberdar olan, kendilerini İslami konularda yeterli gören kimselere karşı daha sert bir tutum izlenmektedir. (Hz. Musa (as)'ın kardeşi Hz. Harun (as)'a ve Samiri'ye karşı tutumu (20/94-97), (20/86), (7/150)). Ancak Hz. Harun (as)'ın suçsuz olduğunu gördükten sonra Hz. Musa (as)'ın yumuşadığını görüyoruz (7/151).
Yıllarca İslam, şeriat, Kuran, Tevhid sözcüklerini dillerinden düşürmeyen söz konusu kişi ve benzerlerinin belli bir zaman sonra bu tutum ve söylemlerinden vazgeçtiklerini ima edercesine, "Biz de daha önce bu işin parti ile olmayacağını söylüyorduk, ancak bugün yanıldığımızı anladık" demeleri, daha önce yaptıklarına pişman olduklarını göstermektedir. En önemlisi de sanki, daha önce yaptıklarının yanlış olduklarını söylemek istemektedirler. Birde üstüne üstlük, Kur'an'a, İslam'a, şeriata ve müslümanlara küfretmeyi şiar edinen tağutun bir partisine oy vermeye insanları teşvik etmeleri, Samiri mantığını yansıtmaktadır (20/85,88). Yani, "Ey insanlar, önce söyleyip yaptıklarımız yanlıştı, sizi yanılttık; şimdi doğruyu bulduk, gelin bu doğruyu destekleyin, kurtuluşunuz bunlardadır" demek istemektedirler.
Şimdi, bu tür kimselere karşı, Kur'an'ı ölçü edinen müslümanlar, nasıl hoşgörü ile hareket etsinler? Onlar, bizim kabul ettiğimiz doğruların yanlış olduklarını -ki bildiklerini zannederek- ima ederlerken hangi hoşgörüye göre hareket ediyorlar? Böyleleri, karşımızdaki düşmanlarımız değil, bizi sırtımızdan bıçaklayan, ancak bizden görünmeye çalışan kimselerdir.
Amacımız, sizinle diyalogumuzu sürdürmektir. Bu nedenle, derginizin hemen her sayısında görülen tekfir edici sözlerden örnekler vermiyoruz. Çünkü, amacımız hata çıkarmak, bu hatalarla aradaki bağları koparmak değil, mümkün oldukça hataları örtmek ya da en güzel şekilde uyarmaktır. Tabii ki bu da hatanın büyüklüğüne göre olacaktır..
Son uyarınıza gelince; biz bir konuyu incelerken ya da bir şeyi iddia ederken, Kur'an'ın evrensel ve çağlar üstü mesajını bozmayacak şekilde işleriz ve aynı ölçü içinde güncelleştiririz. Güncel kavramların Kur'an tefsirinde kullanılması Kur'an'ın bizzat kendisinin kullandığı bir yöntemdir. Kur'an indiği çağın kavramlarını kullanmış ve bu yönüyle de kendisinin kolayca anlaşılmasını sağlamıştır.
Biz bel'am konusunu işlerken, toplumsal idrakin anlayışından hareket ettik. Çünkü, toplumsal idrak belamı, bugün böyle algılıyor. Daha önce Diyanet örgütü hakkında bir yazar (kendi konumunun farkına varmadan) böyle kullanmıştı, kimi gazete ve dergilerde de yayınlanmıştı. Yani, bugünkü toplumsal idrak belamı, yüce Allah (cc) ve Peygamber adına kandıranlar olarak algılamaktadır. O halde, toplumun algıladığı bir biçimde bir kavramı kullanmak Kur'an mantalitesine aykırı hareket etmek değildir.
Ayrıca, Kur'an'dan öğrendiğimiz kadarıyla, Samiri'nin belam kavramından farklı olduğu bilinmektedir.
Samiri, Hz. Musa(as)'ın getirdiği Tevhid inancının yanlışa götürdüğünü, asıl doğrunun kendisi tarafından ortaya konulduğunu iddia ederken, (20/85-88) belam, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, Allah (cc) ve Peygamber (as) adına kandırmaktadır. Yani Samiri Peygamber'in yanıldığını iddia ederken, belam'da bu iddiayı göremiyoruz.
Samiri, Mü'min suresinde (40/29} belirtildiği üzere Fir'avn gibi, doğruyu kendisinin gösterdiğini, Hz. Musa (as)'ın yanıldığını ortaya koyarken, bugün belam olarak vasıflandırılanlardan hiçbiri Hz. Muhammed (as)'ın yanıldığını iddia etmemektedir. Bu nedenlerle belam ile Samiri arasında büyük farklılıklar söz konusudur.
Sonuç olarak, eleştirilerinizdeki samimiyetinize ve halis niyetlerinize güveniyor ve bu tür eleştirilerin hem bizdeki eksiklikleri gidereceğine, hem de Kur'an'a ihlasla hizmet etmek isteyenleri ve Kur'ani mesajın toplumda gündemi belirlemesine çalışanları bir araya getireceğine inanıyoruz. Allah (cc) kendi Kitab'ını yaşama ve yaşatma çabasında olanların yar ve yardımcıları olsun.