Yazar Hakkında1
1904'te A'zamgarh'ın Bumhor kasabasında doğan Emin Ahsen el-Islahî, 1922 yılında Medresetu'l Islah'tan mezun olmuştur. 1925 yılından üstadı Hamiduddîn Ferâhî'nin vefatına kadar Kur’an ilimlerinin yanında, felsefe ve siyaset bilimi gibi alanlarda yoğunlaştı. Mevdudi'nin liderliğindeki Cemaat-i İslamiye hareketine katıldı. 1953'te Kadıyanilere karşı giriştiği mücadeleden dolayı 18 ay hapse mahkûm edildi. 1957 yılında siyasete girmeme hususunda kendisine ısrar ettiği Mevdudi'den şura prensibini dikkate almadığını ifade ederek ayrıldı. Tekrar ilim hayatına dönen Islahi, 1967'de başladığı Tedebbur-i Kur’an isimli 8 ciltlik tefsirini 1980'de bitirdi. Aynı yıl Lahor'da İdare-i Tedebbur-i Kur’an ve Hadis adlı bir enstitü kurdu. Birçok yerli ve yabancı araştırmacının dikkatini çeken Islahi, 1997 yılında Lahor'da vefat etmiştir.
Islahi, Kur’an'ı anlamada birkaç şeyi şart olarak görmektedir: 1) Halis niyet, 2) Kur’an'a imân etmek, 3) Kur’an’ın öğretilerine göre değişime hazır olmak, 4) Kur’an'ın üzerinde derinlemesine düşünmek, 5) Allah'a teslimiyet. Bunlardan bir, üç ve beşincisi Kur’an'ın hidayet sürecine işaret eder. İkincisi Kur’an'ın evrensel bir kitap olduğunu ve dördüncüsü ise Kur’an ile insan arasındaki ilişkiyi ifade eder. Islahi olmazsa olmaz kabul ettiği bu şartlardan sonra, müfessirin Kur’an'ın anlaşılmasındaki temel referanslara geçebileceğini ifade etmiş ve bunları da şöyle sıralamıştır:
a) Dâhili sebepler: 1) Bütün ilimleriyle sağlam bir Arapçaya sahip olmak, 2) Kur’anî nazmı (amudu) bilmek, 3) Nezâir (Kur’an'ın Kur’an ile olan tefsiri)
b) Harici sebepler: 1) Mütevatir-meşhur sünnet, 2) Hadis ve sahabe sözleri, 3) Esbab-ı nüzul, 4) Kur’an tefsirleri, 5) Kur’an'dan önceki ilahi kitaplar, 6) Eski Arap tarihi.
Islahi'ye göre 3 dâhili bir tane de harici (mütevatir sünnet) prensip kat'idir, diğerleri ise zannî prensiplerdir. Islahi'nin hassas olduğu başka bir konu da Kur’an dilidir. Bir kelimenin etimolojik bilgilerini; mecaz mı hakikat mi, Arapça mı yoksa Arapçalaşmış mı olduğunu anlamak için Kur’an'da geçmesinin çok önemli olduğunu ifade eder. Sözlüklerin ise yetersiz olduğunu kabul etmekle beraber dil için çok önemli bir yere sahip olduğunu belirtir.
Islahi mütevatir-meşhur sünnet ve hadis arasında bir taksim yapmaktadır. Böyle bir taksim yapmasında, birinin kat'i diğerinin ise zannî prensip olması yatmaktadır.
Esbab-ı nüzulün öncelikle Kur’an'dan çıkartılması gerektiğine inanan Islahi, şayet müfessir esbab-ı nüzulü Kur’an'da göremiyorsa, yine Kur’an'ın işaretiyle esbab-ı nüzul rivayetlerine ancak anlamaya yardımcı olabilmesi için bakabilir. Islahî’nin Hint-Alt kıtasında temsil ettiği İslami çizgi modernist Kur’aniyyun ekolüne ve gelenekçi Ehl-i Hadis’e karşı Kur’an merkezli sahih sünneti savunmak ve mutedil bir ıslah çizgisini devam ettirmektir. Türkiye’de çok fazla tanınmayan Islahî ve hocası Ferahî’nin ilmî birikimine bir örnek teşkil eden bu makale, birbirine çokça karıştırılan hadis ve sünnet kavramları konusunda da aydınlatıcı bir metin özelliği taşımaktadır.
***
GİRİŞ
Hadis ve sünnet genellikle eşanlamlı terimler olarak kabul edilmektedir. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Hadis ve sünnet kelimeleri tümüyle farklı ifadelerdir ve her birinin şeriattaki konumu farklıdır. Her iki terime de aynı anlamı verecek olursak bir dizi karışıklık yaratmış oluruz. Bu yüzden hadis ilminin sağlıklı bir şekilde anlaşılması için hadis ve sünnet arasındaki farkı tam olarak bilmemiz gereklidir.
Hadis
Hadis, doğruluğu ispatlanmış veya hâlâ tartışmalı olup olmadığına bakılmaksızın Hz. Peygamber’in (s) bir sözünün, eyleminin veya onayladığı (tasvib) bir hareketin nakledilmesi anlamına gelir. Hadis âlimleri “tasvib”i belirtmek için “takrir” kelimesini kullanırlar. Takrir, Hz. Peygamber’in huzurunda iken, bir sahabenin belirli bir şekilde davranması, Peygamber’in bunu görmesi ve bu davranışı reddetmemesidir. Böylece bu kişi yaptığı eylemle ilgili olarak Hz. Peygamber’in zımni onayını almış olmaktadır.
Muhaddisler, hadis için “haber” terimini kullanır. Haber, doğru ve yanlış olma ihtimalini taşır. Diğer bir deyişle muhaddisler bir haberin sahih veya uydurma olabileceğine inanır. Bu sebeple hadisler zannî (her zaman yanlışlanma ihtimali mümkün olan, mutlak olmayan haberler) olarak da isimlendirilir. Yani bir hadis ‘sahih’ten ‘hasen’e, ‘zayıf’tan ‘mevzu’ veya ‘maklub’e dek uzanan kategorilerden herhangi birine dâhil olabilir. Bu yüzden bu kategorilerden her biri sahip oldukları değer mesabesinde ele alınmalıdır.2
Hadis veya Haberin Sınıflandırılması
Muhaddisler hadis veya haberi iki ana gruba ayırmışlardır:
1-Tevatür haber (Birden çok raviye sahip hadis)
2-Ahad haber (Tek raviye sahip hadis)
Tevatür Haber
el-Kifâye fi İlm’ur-Rivâye[1] eserinin sahibi Hatib el-Bağdadi “tevatür haber”i şöyle tanımlar:
“Normal şartlarda belli bir konu üzerinde aynı anda yalan üzere birleşmeleri imkânsız olan ve üzerlerinde bir baskı olduğuna dair herhangi bir kanıt bulunmayan çok sayıda insan tarafından aktarılan haberdir.”
Bildiğim kadarıyla “tevatür haber” tanımına uyan bir hadis yoktur. Bazen bir hadis meşhur haber3 konumuna atfedilir. Fakat dikkatlice incelendiğinde ortaya çıkar ki, Kur’an’ın nüzulüyle beraber ilk üç asırlık süre boyunca yalnızca bir yahut iki ravi belirlenebilmiştir, oysa haberi rivayet den ravilerin sayısı 3. veya 4. asır süresince artmış olmalıydı.
Ayrıca kanaatime göre “mütevatir haber” oldukları iddia edilen bu hadislerin tetkik edilmesi gerekmektedir. Eğer belirlenen standartlara uyum sağlıyorlarsa ancak o zaman mütevatir olarak kabul edilebilirler. Bu inceleme yapılmadan bu haberlerden herhangi birini mütevatir saymak doğru olmaz. Bununla beraber, mütevatirin bir dereceye kadar sünnetle ilişkili olduğu; sünnetin mütevatir (süreklilik) konumunda bulunduğu unutulmamalıdır. Buradaki tevatür olma durumu ise sözlü değil amelîdir. Bu konuya daha sonra değineceğiz.
Ahad Haber
Ahad haber, tevatür kadar sahih olmayan haberdir. Bu vakıada raviler birden fazla olsa dahi onların sayıları, haberde yalan veya şüphe olmadığının ileri sürülmesine imkân verecek kadar çok değildir. Gerçekte hadis hazinemizin büyük kısmını oluşturan ise bu kategoridir.
Kabul ve Ret Edilmesinden Hareketle Ahad Haberin Derecesi
Kifâye’nin yazarı, ahad haberi kabul ve reddedilme değeri bakımından 3 kategoriye ayırmıştır:
A-Doğruluğu apaçık olan rivayetler
B-Uydurma olduğu apaçık olan rivayetler
C-Mahiyetinin ne olduğunu belirleyemediğimiz rivayetler
Şimdi bunları ayrıntılı bir şekilde ele alalım:
Doğruluğu Apaçık Olan Rivayetler:
Kifâye yazarı aşağıdaki özellikleri taşıyan rivayetleri en üst kategoriye yerleştirmiştir:
1) İnsan zekâsı ve aklı tarafından gerçek olarak doğrulanan ve sağduyumuzun kolaylıkla kabul edebileceği rivayetler.
2) Kur’an ve sünnetin kesin emirlerini uygun bir şekilde detaylandıran rivayetler
3) Ümmet tarafından kabul edilen rivayetler
“Ümmet tarafından kabul edilen” şartında yer alan ümmet ile körü körüne taklit etmekten veya dine sonradan eklenen bidatlerden etkilenmemiş grubun kastedildiği anlaşılmalıdır. Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmuştur:
“Ümmetimden bir grup her zaman için hakikate bağlı kalacaktır. Her kim onları bu yoldan ayırmayı denerse denesin onlara herhangi bir zarar veremeyecektir. Hatta öyle ki, onlar bu dünyadan ayrıldıklarında dahi inançlarına sıkı sıkıya bağlı kalacaklardır.” (Müslim, Bölüm 53)
Uydurma Olduğu Apaçık Olan Rivayetler:
Kifâye yazarı aşağıdaki özellikleri taşıyan rivayetleri ikinci kategoriye yerleştirmiştir:
1) İnsan aklı ve mantığı tarafından reddedilen rivayetler
2) Kur’an ve mütevatir sünnetin kesin emirlerinin karşıtı olan veya bu emirlerle çatışan rivayetler
3) Bazı önemli konularda insanlara rehberlik sağlamaları için ihtiyaç duyulan müspet ve kesin bilgileri içermesi gerekirken bu bilgiden yoksun olan rivayetler veya kimi önemli olaylarla ilgili olarak, yaşanan bu olaya dair çok sayıda ravinin rivayeti bulunması gerekirken yalnızca birkaç ravi tarafından aktarılan rivayetler.
Umum-i belva durumunda, yani çok sayıda kaynağın gerektiği durumlarda Hanefiler ahad habere bir önem vermezler. Bu gibi hallerde onlar genellikle içtihat ve kıyas yapmayı tercih ederler.
Mahiyetinin Ne Olduğunun Belirlenemediği Rivayetler:
Kifâye yazarı, sınıflandırmanın 3. grubunu Hz. Peygamber’in bazı emirleri hakkında birbiriyle çelişkili bulunan ve bu sebeple hangisine uyulması gerektiği hususunda karar vermenin zor olduğu rivayetlere ayırmıştır.
Bu gibi durumlarda benim kanaatim, bu rivayetlerin üsluplarının Kur’an ve sünnetin kesin emirleri ve diğer yönler açısından dikkatlice gözden geçirilmesi ve daha sonra en uygun olanın kabul edilmesi yönündedir.
Sünnet
Sünnet, kelime olarak ‘açık yol’, ‘izlenen yol’, ‘ezilmiş yol’, ‘işlek yol’, ‘düz yol’ gibi anlamlara gelir.
Kur’an’da terim olarak Allah’ın bütün kavimler için geçerli olan tutumu anlamında Allah’ın sünneti şeklinde kullanılır. Örneğin:
سُنَّةَ اللَّهِ فِي الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلُ ۚ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ قَدَرًا مَقْدُورًا
“…Önce gelip geçenler arasında da Allah’ın sünneti böyle idi. Allah’ın emri mutlaka yerine gelecektir.” (Ahzab, 33/38)
فَهَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا سُنَّتَ الْأَوَّلِينَ ۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَبْدِيلًا ۖ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللَّهِ تَحْوِيلً
“…Onlar öncekilere uygulanan kanundan başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın sünnetinde asla bir değişme bulamazsın.” (Fatır, 35/43)
Bu anlamı dışında biz burada Hz. Peygamber’in sünnetinin tanımını tartışacağız. Bu anlamıyla sünnet, şeriatın öğretmeni konumunda olması hasebiyle Hz. Peygamber’in hem teorik hem pratik olarak insanlara öğrettiği yaşam tarzı anlamına gelir. Ki, bu yaşam tarzında Hz. Peygamber kişinin Allah’ın emirlerine tam olarak uymasıyla O’nun rızasını kazanmasını sağlayacak bir hayata ulaştıran ideal standartları belirlemiştir. Bu görev onun bir peygamber olarak konumunun getirdiği zorunlu bir sonuçtur. Kur’an’da bu hususla ilgili şu ayetler yer alır:
لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“Andolsun ki içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, kendilerini kötülüklerden temizleyen, onlara Kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmran, 3/164)
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
“Andolsun ki Resulullah, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir.” (Ahzab, 33/21)
Hiç şüphesiz, hayatın her aşamasında Hz. Peygamber (s) tarafından bize rehberlik etmek amacıyla konulan ideal örneklere sahibiz. Bilmemiz ve öğrenmemiz gereken İslam’ın davranış kuralları ve emirleri onun aracılığıyla uygulamalı olarak bizlere gösterilmiştir.
Hz. Peygamber’i yalnızca bir posta taşıyan kurye konumuna indiren ve sünnete inanmayanların bakış açıları tamamen asılsızdır ve saçmalıktan ibarettir. Hz. Peygamber yalnızca Kur’an’ı insanlığa ulaştıran bir elçi değildir. O, aynı zamanda muallim-i şeriat (şeriat öğretmeni) ve müzekkin nüfus, yani nefisleri arındırandır. Onun tüm hayatı bizim için en yüksek idealdir ve ancak yaşamın her bir alanında onun izini takip edersek hayatlarımızı hakiki erdem içerisinde ve İslami modele göre sürdürmüş oluruz.
Sünnete Duyulan İhtiyaç
Allah tarafından bizlere Kur’an vasıtasıyla bahşedilen din, sadece hayat için belli temel ilkeleri koymuştur. Bu yüzden ayrıntılı izahları içermez. Ayrıntılarla ilgili olarak ümmetin kapsamlı bir şekilde eğitimi tümüyle Kur’an öğretmeni olan Hz. Peygamber’in şahsına bırakılmıştır. İslam’ın tüm yapısı Peygamber’in sünneti aracılığıyla bina edilmiş ve tamamlanmıştır. Örneğin namaz, oruç, hac, zekât ve diğer farzlar ve dinî pratiklerle ilgili temel emirler hiç şüphesiz Kur’an tarafından konulmuştur. Fakat bahsedilen bu konularla ilgili detaylar Kur’an’da yer almaz; hatta öyle ki namaz için son derece önemli olan namaz vakitleri, tam sayısı, her namazdaki rekâtların sayıları gibi hususların detaylarından dahi bahsetmez. Aynı durum diğer ibadetler, emir ve kurallar için de geçerlidir. Örneğin Kur’an hırsızlığın cezası olarak el kesmeyi emretmiştir. Ama hırsızlığın tanımının ne olduğunu veya elin hangi noktadan itibaren kesilmesi gerektiği gibi hususların detaylarını açıklamak Hz. Peygamber’e bırakılmıştır. Şimdi eğer biz sünneti İslam’ın kaynağı olarak kabul etmezsek belki temel prensipler hakkında bir bilgi elde edebiliriz ama buna karşın tıpkı İslam öncesi cahiliyedeki Hz. İbrahim’in dininin takipçileri gibi dinin pratik halinden bihaber kalmış oluruz. Onlardan bazıları Kâbe’nin duvarlarına yaslanıp şöyle haykırırlardı: “Allah’ım! Sana ibadet etmek için en doğru yol nedir bilmiyoruz. Eğer bilseydik muhakkak ki en güzel şekilde yerine getirirdik!” İşte bu, sünnetin, Kur’an’ı açıkladığını göstermektedir. Bu sebeple Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Bana Kur’an’la birlikte onun bir benzeri verildi.” (Ebu Davud, Kitabu’s-Sunne, Bölüm: 6)
Bu sebeple sünnetin de Kur’an kadar bizim üzerimizde bağlayıcılığı vardır. Allah bizler için elçisini Kur’an’da hiçbir şeyin muğlâk kalmamasını sağlamak amacıyla görevlendirmiştir. Kur’an, Resulullah’ın Kitab’a göre hareket etmesi suretiyle mükemmel bir biçimde, somut ve ideal bir şekilde insanoğluna vahyedilmiştir.
Böylece Kur’an ve sünnet arasındaki ilişkinin beden ve ruh arasındaki ilişki gibi olduğunu görmüş bulunuyoruz. Diğer bir deyişle Kur’an’ın ruhu Hz. Peygamber’in sünneti içerisinde bir şekil almıştır. İslam’ın muhteşem yapısını tamamlamak için ikisi bir arada bulunur. İkisinden birini göz ardı etmek bütün yapının dağılmasına neden olur.
Kur’an ve Sünnet Arasındaki Karşılıklı İlişki: Doğal Bir Bağlantı
Kur’an ve sünnet arasında Allah tarafından kurulmuş olan bu ilişki tesadüfî değildir. Bilakis sağduyu ve aklın gerektirdiği bir durumdur. İnsani meselelerin bir sınırı yoktur ve sadece tek bir kitabın bunları kapsaması da mümkün değildir. Her şeyi kapsamak için sınırsız kayıtlara ihtiyaç vardır.
Ayrıca yalnızca teorik olarak öğretmenin yeterli olmayacağı şeyler vardır. Pratik olarak gösterilmelidirler. Aksi takdirde bu gibi meseleler hakkında yalnızca sözlü eğitim verilmesi yararlı olmayabilir. Gerçekte pratik olarak gösterilmesi gereken konular sözlü olarak neredeyse hiç açıklanmamıştır. Bu görev için Hz. Peygamber seçilmiş, sahabe zinciri tarafından bu uygulamalar izlenmiş ve daha sonraki âlimler yeryüzünde İslam’ın meşalesini tutmuşlardır. İşte bu sebeple, kendini Allah’ın dininin ışığını yaymaya adayan inananlar, Peygamber’in (s) sünnetine uymaya son derece önem vermektedirler. Bununla birlikte diğerlerini de Peygamber’in sünnetini yaşamaları noktasında canlandırmak için en ufak konularda dahi çok dikkatli olmalıdırlar.
Sünnetin Alanı
Bu noktada açıkça anlaşılmalıdır ki, sünnet, tamamen hayatın pratik yönü yani günlük yaşamımızın parçası olan eylemlerle ilgilidir. İnançlar ya da teorik konular sünnetin kapsamının dışındadır. Örneğin sünnetin iman, tarih, Kur’an ayetlerinin nüzul sebepleri vb. konularda yapacağı (ortaya koyacağı) bir şey yoktur.
Sünnet Hadislere Dayanmaz
Sünnet, daha önce de değindiğimiz gibi doğru veya yanlış olma ihtimaline sahip olan hadisler üzerine kurulamaz. Aksine, ümmetin Sünnet-i Nebevî’ye olan bağlılığına dayandırılır. Nasıl ki Kur’an’ın doğruluğu sözlü olarak devamlılığının sağlanmasıyla kanıtlanıyorsa, aynı şekilde sünnetin doğruluğu da ümmetin uygulamalarındaki süreklilikle kanıtlanır. Örneğin bizler namazlarımızdaki, hacdaki ve bu gibi ibadetlerdeki bütün detayları birkaç ravinin bizlere açıklamış olduğu için uygulamıyoruz, bilakis Hz. Peygamber yapmış olduğu için bizler de ona uygun davranıyoruz. Daha sonra bu uygulamaları onun aracılığıyla sahabeler öğrenmiştir ve onlar aracılığıyla artlarından gelen tabiun nesli, onlardan da halefleri öğrenmiştir. Bu şekilde sonraki kuşaklar selefleri aracılığıyla öğrenmeye devam etmiştir. Bununla beraber rivayetlerin bu gerçeği kanıtlaması durumunda ek delil olarak kabul edilmeleri mümkündür. Fakat eğer rivayetlerde herhangi bir değişiklik bulunursa, bu durumda tercih edilmesi gereken her halükarda devamlı olarak uygulanagelen ameldir. Ahad haberin sünnetten farklılık arz ettiği görülürse farklılığın sebepleri araştırılmalıdır. Ama eğer farklılık açıklanamıyorsa rivayeti terk etmek durumunda kalırız. Çünkü ahad haberin doğruluğu kesin değil varsayımsaldır, oysa sünnet kesin bir gerçekliğe sahiptir.
Malikî fıkhında, Medine ehlinin amelinin ahad habere tercih edilmesinin altında yatan temel ilke de budur. Onlar Medine ehlinin uygulamalarını kesin kanıt olarak görürler ve “Bizim aramızda sünnet böyledir.” derler. Benzer şekilde Hanefiler de Umum-i belva ile ilgili meselelerde ahad habere bir önem vermezler ve aynı ilkeyi uygularlar.
Ümmetin devamlı olarak yerine getirdiği uygulamaların Hz. Peygamber’in, raşid halifelerin ve sahabelerin ameli olduğu gerçeğini unutmamalıyız. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
“Benim sünnetim ve raşid halifelerin sünneti üzerine olmak sizler için mecburidir.” (İbn Mâce, Bölüm: 6)
İslam ümmetinin ana damarını işte bu grup oluşturmaktadır. Günümüzde çok sayıda grup Kur’an ve sünnetin apaçık zıddı olan uygulamaları yerine getirmektedir. Bunlar kâfirlerle aynı kategoridedirler. Hz. Peygamber ana damardan ayrılmanın sapkınlık olduğunu ve bu sapkınlığın da cehennem ateşine götüreceğini söylemiştir.
Sünnete İnanmayanlar Kur’an’ı Nasıl Kabul Edecek?
Sünneti reddeden kimseler Kur’an’a inandıklarını ama sünnete inanmadıklarını iddia etmektedirler. Mushaf’ın kesin olması, ümmetin mütevatir aktarıma uymasıyla kanıtlanmaktayken, sünnet de ümmetin amelî mütevatire uymasıyla kanıtlanmıştır, bu yüzden onların mantığını anlamak zordur. Eğer sünnet reddedilirse Kur’an’ı kabul etmek için bir gerekçe de kalmaz. Her ikisinin delillerinde neredeyse hiçbir fark söz konusu değildir.
Daha önce değinmiş olduğumuz hadis ve sünnet arasındaki fark çok daha önemlidir. Eğer bu fark göz ardı edilirse, birkaç hadisin reddedilmesinden sünnetin reddedilmesi gibi bir anlamın çıkmasının yolu açılabilir. Bundan sonra ise hadise inanmayanlar tarafından hadise yönelik ileri sürülen bütün şüphelerin, sünneti de içerecek şekilde genişlemesi söz konusu olur. Ki, daha önce değindiğimiz gibi bu da Kur’an’ın reddedilmesiyle aynıdır.
Hadis inkârının tarihini bilenler, gerçekte bu inkârın yarattığı zararın boyutlarını da biliyorlar. Durum anormal ve çelişkili olan birkaç hadisi aşmış ve İslam’ın temellerini reddetme noktasına varmıştır. Daha sonra bu konu çok ciddi tartışmalara dönüştü. Tartışmaların sıcaklığında insanlar hadis ve sünnet arasındaki farkın işaretlerini kaybettiler. Bu fikir savaşında ne saldıran taraf neye saldırdığının ne de savunan taraf tam olarak neyi savunması gerektiğinin farkındaydı. Farklı cephelerde boş yere enerjilerini harcadılar. Sonuçta cehaletleri içerisinde her iki taraf da kaybetti.
Hadise inanmayanlar iddialarını küfrün sınırlarına varmaya kadar götürdüler, öte yandan hadis yanlıları ise hadisle beraber sünneti de boşu boşuna atış alanına sürüklediler.
Her Uygulamada Sünnet Değişebilir
Sıradan bir kimse bir konuda birden fazla sünnetin olabileceğinin farkında olmayabilir. Bu konuda yeterli bilgiye sahip olmadıklarından dolayı sünnetin izinden gidenler kendi içlerinde farklı mezheplere ayrılabilir ve bir diğerini sünneti göz ardı etmekle suçlamaya devam eder. Fakat eğer bu konuda birbirlerine karşı adil ve dürüst olurlarsa herhangi bir konuyla ilgili sünnetin değişiklik gösterebileceğini anlamaları çok zor olmaz.
Hz. Peygamber’in son hac vazifesini yerine getirmek için Mekke’ye gittiğinde bir yere oturduğu ve insanların da gruplar halinde ona danışmak için yanına yaklaşmaya başladığı rivayet edilir. Bu kişilerden biri ona gelerek bir konuyla ilgili daha önce yapmış olduğu davranışını Peygamber’e anlatmıştır. Hz. Peygamber de onun bu davranışında bir sakınca olmadığını söylemiştir. Yine bir başkası yanına gelerek özel bir meseleyle ilgili nasıl davrandığını ona aktarmıştır. Hz. Peygamber aynı şekilde bu davranışı da onaylamıştır. Benzer şekilde insanlar farklı konularla ilgili nasıl davrandıklarını Hz. Peygamber’e anlatarak onun konuyla ilgili görüşlerini almak istemişlerdir. Rivayetlerde anlatılanlara göre Hz. Peygamber kendisine anlatılan bütün bu farklı amelleri onaylamış, hiçbirini onaylamazlık etmemiştir.
Anlaşıldığı kadarıyla bunun sebebi, onların hepsinin de sünnetin kapsamı içerisinde davranmış olmalarıdır. Bir amelin özünü ve esasını titizlikle muhafaza etmekle beraber görünüşte bir farklılık olursa bu davranışın sünnetin sınırlarını aştığı söylenemez.
Örneğin “teşehhüd”le ilgili rivayetlerin hepsi fıkıhta söz sahibi olan sahabelere dayandırılmaktadır. Her birinin sözleri farklılık gösterse de hepsinin altında yatan ruh aynıdır. Farz edelim ki, bir kimse Hz. Ömer veya Hz. Abdullah bin Ömer’e atfedilen teşehhüdü uygulamayı seçiyor ve Hz. Aişe veya Hz. Abdullah bin Mesud’un amelini uygulamıyor. Şimdi bizim bu kimsenin amelinin sünnete aykırı olduğunu iddia etmemizin haklı bir gerekçesi bulunabilir mi? Elbette tercih edilen uygulama ve onun doğruluğu akademik olarak tartışılabilir. Fakat bu uygulamalardan herhangi biri sünnete aykırı olduğu söylenerek reddedilebilinir mi?
Bana göre aynı durum namaz esnasında sessizce veya işitilebilecek şekilde söylenen yahut namazdayken kolların göğüs hizasının altında birleştirildiğinde ya da serbest bırakıldığında söylenen “Âmin” kelimesi için de geçerlidir. Bu farklı uygulamaların sünnet olarak addediliyor olması muhtemeldir. Gerçekten de bu farklılıkların sünnet olduğunu destekleyici argümanlara sahibiz. Bu uygulamalardan bazıları kimi yerlerde diğerlerinden daha fazla yaygınlık kazanabilir. Fakat onlardan hiçbiri sünnete aykırı olduğu gerekçesiyle bir kenara bırakılamaz. En fazla diğerlerine nazaran öne çıkan bu uygulamanın önem derecesi sorgulanabilir. Fakat bu, onun sünnet konumunda olduğunu inkâr etmeye yeter sebep değildir.
Çeviri: Meryem Özdemir
Dipnotlar:
1-Bu makale Emin Ahsen Islahî’nin hadis ilminde temel kitaplardan biri olarak kabul edilen “Tedebbur-i Hadis” adlı eserinden çevrilmiştir... (Tahkik: Bülent Şahin Erdeğer)
2-İbn Hacer, hadis terimlerini söyle açıklamıştır: Sahih: Ravileri adil, dürüst, dindar, sağlam ve güvenilir hafızaya sahip olan; görünür veya gizli kusurları bulunmayan ve daha güvenilir ravilerin sözlerine muhalif olmayan hadistir. Hasen: Ravilerinin, sahih hadisin ravilerinden çok daha az ilmî kapasiteden yoksun olduğu ama bunun dışında sahihin taşıdığı bütün şartları yerine getiren hadistir. Zayıf: Sahih veya hasen hadislere muhalif veya ravi zincirinde bir halkası kayıp veya ravisinin yeterli niteliklerden yoksun olduğu hadis. Mevzu: Ravisinin yalan ve hata ile itham olunduğu hadis Maklub: İki farklı rivayette ravi isimlerinin değiştiği hadis.
3-Meşhur Haber: Her nesilde 3 veya daha fazla ravi tarafından rivayet edilmiş olan hadistir.