Mesai saati sona ermişti. Oldukça yorgun görünür bir halde odasındaki lavaboya doğru yöneldi. Uzun uzun itina ile yıkadı ellerini. Gömleğinin düğmelerini iliklerken aynadaki görüntüsüyle göz göze geldi. O an kuvvetli bir biçimde yüzünü yıkama ihtiyacı hissetti. Yüzüne defalarca vurduğu su biraz olsun ferahlatmıştı. Ama aynadaki o garip ifade halen varlığını koruyordu. Tarağını çıkardı, saçlarını yine itina ile taradı. Evet şimdi kendini biraz daha iyi hissediyordu. Artık dışarı çıkabilirdi.
Dışarıda güneş sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı. Uzun ve yorucu geçen bir gece mesaisinin ardından güneşin sıcak çehresiyle karşılaşmak keyiflendirmişti onu. Biraz önce aynaya baktığı anda hissettiği sıkıntı, güneşin sıcak ışınlarıyla birlikte buharlaşıp uçmuştu sanki. "Aman canımı sıkacak ne var ki" dedi içinden. "Sonunda benimki de bir iş işte." Üstelik iyi bir iş bile denilebilirdi. Gerçi maaşı ay sonunu kıtıkıtına çıkarıyordu ama ne de olsa bir devlet işiydi onunkisi. Durağın çevresindeki seyyar satıcılara şöyle bir göz attı. İçlerinden hangisi onunki gibi bir işe sahip olmak istemezdi ki?
Yaklaşık beş sene olmuştu şu an çalıştığı bölüme atanan. İlk başta hayli zorluk çekmişti yeni işine alışmakta. Uzunca bir süre doğru dürüst uyku uyuyamamıştı. Uykuları kâbuslarla bölünmüştü çoğu zaman. Yeni görevinden hanımının uzun bir süre haberi olmamıştı. Ama bu kâbuslu uykular bir açıklama yapmasını gerektirmişti en sonunda. O hiç hoşlanmamıştı bu görevden. Halen de öyle olduğunu hissediyordu. Ama alışmıştı sonunda işte. Hem yaptığı utanılacak bir şey değildi ki! Devlet için yapılan bir işten daha kutsal ne olabilirdi?
Hanımı kanıksamasına kanıksamıştı ama yine de bazen tiksinti dolu kaçamak bakışlar atmaktan geri kalmıyordu. Özellikle de ellerinde hissediyordu bu kaçamak bakışları. Avuçlarını yüzüne doğru yaklaştırdı. Kalın ve etli parmaklarında hiç bir iz görünmüyordu oysa. Hatta diğer insanlarınkinden daha temiz ve beyaz bile sayılabilirdi elleri. Mesai saatleri sonunda neredeyse sabunu bitirircesine dek süren el yıkama fasılları bembeyaz yapmıştı ellerini. Bu arada bembeyaz olan sadece elleri değildi, uzun zamandır kâbuslu rüyalar da görmüyordu. Aslında epeydir hiç rüya görmüyordu. Rüyasız geçen geceler. Korkunç bir şeydi bu. Bazen hiç değilse bir kâbus görmeyi dahi arzuluyordu. Ama olmuyordu. Rüyaları onu terk etmişti. Artık bembeyaz ellere ve bembeyaz renksiz düşlere sahipti. Diğer yandan elleri ve düşleri beyazlaşıp renk-sizleşirken içinde bir şeylerin hızla karardığını hissedebiliyordu. Küçükken sıcak, sevecen bir çocuk olduğunu söylerdi annesi. Gençlik yıllarında da hemen hemen öyle sayılırdı. Mesleğe girdikten sonra değişmeye başlamıştı herşey. Çünkü acımasız olmayı gerektiriyordu işleri. Amirlerinin onlara en baştan beri söylediği bir şeydi bu. Ama yine de şu an çalıştığı bölüme girinceye kadar içinde çocukluğundan kalma bir şeylerin varlığını sürdürdüğünü hissedebiliyordu.
Beklediği otobüs sonunda gelmişti. Otobüsün içinde boğucu bir sıcaklık karşıladı onu. Dışarı çıktığında, içindeki sıkıntıyı buharlaştırıp uçuran güneş ışınları, sanki fazlasıyla iade etmek istiyordu, alıp götürdüğü o dayanılmaz iç sıkıntısını. Ne yapsa, ne düşünse, atamıyordu bu sıkıntıyı içinden. Zaman zaman basarsa bile, çok kısa bir süre sonra yine giriyordu aynı cenderenin içine.
Mesai arkadaşları geldi aklına birden. Acaba onlar da benzer şeyler yaşıyorlar mıydı? Aralarında bu konularda hiç konuşma geçmezdi. İçlerinden biriyle konuşup onların da benzer duygular yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmeyi ne çok isterdi. Mesaiden sonra ellerini uzun uzun yıkayan tek o vardı. Ama yüzlerdeki o garip ifade, hemen hemen hepsinin ortak nişanesiydi. İçlerinden bazılarının ifadeleri, onu bile ürkütüyordu. Özellikle de amirlerininkiler... Hatta ifade yerine, ürkünç bir ifadesizlik bile denilebilirdi amirlerinin yüzündeki şeye. Acaba onlar da yaşadığı bu çelişkileri yaşıyorlar mıydı. Çelişki... Bir süre zihninde yankılandı bu sözcük. Yaşadığı en büyük çelişki, yaptığı işe devam etmeye zorunlu olup olmadığının muhasebesinde ortaya çıkıyordu. Mesai boyunca yaptıkları, onun için bir işti. Artık buna alışmıştı. Hatta arasıra gizli bir haz duyduğunu bile hissedebiliyordu. Üstelik devletin böyle bir hizmete ihtiyacı vardı. Birileri yapmak zorundaydı bu işi. Ama şu dayanılmaz iç sıkıntısı yok muydu? Neredeyse çıldırtacaktı onu.
Önce geceleri kâbuslara boğulmaya, daha sonra rüyalarının tümüyle silikleşmesine ve hatta uyuyamamasına alışmıştı ama, ifade edilmesi çok güç olan bu sıkıntıya atışması mümkün değildi. Gördüğü kâbuslarla birlikte girmişti bu dayanılmaz cenderenin içine. Bir türlü zihninden çıkmıyordu o kâbuslar. Hele içlerinden bir tanesi vardı ki, her hatırlayışında yüzünü ateş basıyordu.
Mesai arkadaşlarıyla birlikle orta yaşlı bir adamı sorguluyorlardı her zamanki mekanlarında. Adam gözleri, elleri ve ayakları bağlı bir şekilde çırılçıplak askıda duruyordu. O ve yanındakiler adamın şaşılacak direncini kırabilmek için akla gelmeyecek teknikler uyguluyorlar, adam direniyor, direndikçe yapılan eziyetlerin dozu ve vahşeti artıyordu. Başta kendisi olmak üzere oradakilerin hepsi kontrollerini kaybetmiş, vahşi birer hayvancasına saldırıyorlardı adamın üstüne. Tam o sıra odanın köşesinde küçük bir çocuk silueti beliriyordu. Kendilerini şaşkınlık ve dehşet içinde seyreden çocuğun beş yaşlarındaki kendi kızı olduğunu fark ettiğinde hissettiği utancın derecesini anlatmak mümkün değildi.
İşte bu ve benzeri rüyaların sonucunda yerleşmişti o müthiş sıkıntı. Rüyaların kesilmesiyle sıkıntı kesilmemiş, aynı zamanda yaşamındaki idealler, hayaller ve heyecan da gitgide sönükleşmişti. Şu an silik, renksiz, karanlık bir yaşamın içine gömülmüş durumdaydı. Kafası karışık bir şekilde indî otobüsten. Evinin yolu üzerindeki kasap dükkanının önünden geçerken, vitrinde asılı etlerle birlikte, karşılaştığı küçümseyici ve alacaklı bakışlar zihnindeki karışıklığı kızgınlığa dönüştürdü birden. Kendisine küçümsercesine bakan şu kasabı da bir konuk ediverseydi merkezde ne güzel olurdu. İşinin gizli gizli haz duyduğu taraflarından biri, başlangıçta ona küçümseyici bakışlarla bakan mürekkep yalamış devlet düşmanı ukalâ adamların bir süre sonra yalvarmaya başlamalarıydı. Kimler onun karşısında aman dileyip çözülmemişti ki, şu kasap bir geçseydi eline görürdü onun kim olduğunu. Böyle bir sahneyi kalasında canlandırmak dahi hoşuna gitmişti. Keyifli keyifli gülümseyerek yoluna devam etti. Biraz ilerdeki küçük caminin önünden geçtiği sıra, ansızın alt katlarında oturan yaşlı hacı amcanın duaları kulağında çınladı. "Allah yardımcınız olsun!", "Allah size, devlete, millete zeval vermesin!" diyordu hacı amca. "Sağol amca sağol" diye cevap verdi büyük bir memnuniyet içinde.
Sabah mesai bitiminde yüzüne defalarca vurduğu sudan daha fazla ferahlatmıştı onu bu dualar. Evinin kapısına geldiğinde, kendisini oldukça iyi hissediyordu. İçindeki sıkıntı en azından şimdilik kaybolup gitmişti. Onu şimdi güzel, düşsüz bir gündüz uykusu bekliyordu. Tıpkı şehirdeki çoğu insanı beklediği gibi. Ve işkence devam ediyordu...