Gündemimizi ve Emeğimizi İslami Direnişe Teksif Edelim!

Haksöz

18 Nisan seçimleri Türkiye'nin nevi şahsına münhasır 'siyasetsiz demokrasilinin en belirgin tarzda açığa çıktığı bir seçim oldu. Temel politikaları itibariyle birbirlerinden -en azından barajı geçmesi umulanlar açısından- hiçbir farklılıkları bulunmayan, daha doğrusu farklılıkları törpülenmiş bir dizi parti. Ve sandıktan çıkan sonuç ne olursa olsun hükümet olmak için, halktan değil asıl iktidar merciinden vize almak zorunluluğunun idrakinde olan bu partiler arasında geçen ruhsuz, heyecansız bir yarış!

Kurgulanmış Seçimden Çıkan Yönlendirilmiş Sonuçlar

Seçim sonuçlarının ortaya çıkardığı büyük oy dalgalanmaları ve partiler arasında yaşanan geçişkenlik de bu 'aynılaşma' durumunun bir göstergesi sayılabilir. Birileri kazanıyor, birileri kaybediyor. Ama dikkatli bakılırsa kazananların kazanma nedenleri; ne ideolojik ve siyasi programlarının tutarlılığı, ne de kadrolarının yeterliliği. En belirleyici faktör kazananların kaybedenlere nazaran yıpranmamış ya da daha az yıpranmış olmaları. Yani artıları olduğundan değil, nispeten daha az eksileri olduğu için kazanıyorlar. Düzen partilerine ilişkin olarak halk kitlelerindeki hakim duygunun 'bir şeyin değişeceği yok, ama..." duygusu olduğu görülüyor. Kısacası bu tabloda umut yok, gelecek yok.

Mevcut tabloda halka umut vadedebilecek hiçbir iz, emare bulunmuyor. Çünkü özellikle 28 Şubat süreci olarak tanımlanan ve devam etmekte olan darbe ortamı, TC sisteminde halk iradesinin hiçbir belirleyiciliğinin bulunmadığını ortaya koydu. Halka ancak resmi ideolojinin sahibi konumundaki egemen sınıfın tercihleri ile uyumlu tercihler yapabilme şeklinde tek seçenekli bir tercih hakkını kullanıp kullanmama tarzında bir alan bırakıldığı açıkça görüldü-gösterildi. Farklı tercihlerde bulunma ve resmi ideoloji çemberinin dışına çıkma eğilimleri şiddetle bastırılıp, mahkum edildi. Muhalifleri, ya da muhalif olduğundan şüphelenilen unsurları tasfiye etmek İçin baskıcı devlet mekanizması olanca çıplaklığıyla harekete geçirildi. Bu süreçte devlet, denetimi altında tuttuğu resmi ve gayrı resmi tüm kurumları cepheye sürdü. Yargı mekanizması keyfilikte sınır tanımayarak hukuksuzluğun sembolü haline geldi; silahlı bürokrasi doğrudan ve dolaylı müdahalelerle darbe öcüsünü gerek politikacılar, gerekse de halk kitleleri için kalıcı bir paranoya unsuruna dönüştürdü; temelde devletin gayrı resmi uzantıları olmakla birlikte açık bir çarpıtmayla kendilerine sivil sıfatı atfedilen birtakım kuruluşlar ve medya aracılığıyla yürütülen özel savaş neticesinde propaganda bombardımanına tutulan zihinler allak bullak edildi, teslim alındı.

Şüphesiz tabloyu karartan tek unsur devletin baskıcı, imhacı yüzünün açığa çıkmasından ibaret değil. Tüm demokrasi, çoğulculuk, halk iradesi söylemlerinin aksine düzenin gerçek kimliğinin kurulduğu günden beri değişmediği; bilakis Osmanlı'dan devralınan otoriter yapının batıcı, laik ve ulusçu bir nitelik kazanan Cumhuriyet seçkinciliği ile harmanlanmasıyla birlikte halka karşı faşizan bir kimliğe dönüştürüldüğü ve her türlü gelişmeye karşı lam bir dinazorluk örneği ile korunmaya, yaşatılmaya çalışıldığı, yine bu uğurda egemenlerin gerek gördüklerinde ülkeyi bir ucundan öbürüne açık bir cezaevine çevirmekten kaçınmadıkları hep bilinen ve bu topraklarda yaşayan basiretli insanlar için sürpriz olmayan hususlar. Dolayısıyla son yıllarda egemen sistemin geleceğini tehdit altında hissetmesine paralel olarak halka karşı dişlerini daha bir göstermesi ve zulüm uygulamalarını dizginsizleştirmesi ile birlikte ortaya çıkan tablonun, halk tarafından çok şaşırtıcı bir biçimde algılandığını düşünmek için bir neden yok. Bu ülkede yaşayan her kesimden insan sistemin, halkın resmi ideoloji ile uyuşmayan tercihlerine ve taleplerine karşı ne kadar şedid ve tahammülsüz bir tutum içinde olduğunu bilmekteydi.

'Bu kadarı da biraz fazla' bulunmuş da olsa; son dönemlerde İslami değerleri doğrudan hedef alan saldırılar, halkın yüreğinde derin yaralar açılmasına sebep de olsa, tablonun kararmasına asıl etki eden unsur düzenin tutumundan ziyade, düzen karşıtı olma iddiası ile halkın karşısına çıkanların düzenin salvoları karşısındaki dayanılmaz hafiflikleri .

Umutları Çürüten Şey Düzenin Şiddeti Değil, Şiddete Zillet İçinde Teslim Olmaktır!

Asıl umut kırımına yol açan; halkı ümitsizliğe, mecalsizliğe, çaresizliğe sevkeden işte bu tutumlar. Samimiyetsiz, inançsız ve üstelik de hazırlıksız bir biçimde halkın İslami duyarlılığı ve umudunu politika sahnesine süren anlayış, düzenden beklemediği bir tepki ile karşılaşınca sahip çıkması, savunması gereken değerlen bozuk para gibi harcamakta bir an bile tereddüt etmedi. Sonuçta düzenin yoğun şiddet ve baskıları karşısında bunalan, bocalayan kitleler savunmasız, daha da önemlisi ne yapacağını bilmez bir biçimde düzenin insafına terk edildi. RP -ve halefi FP- çizgisi sadece kendisinin örgütlediği ve kontrol altında tuttuğu kitlelerde değil, sahih veya eklektik İslami endişe sahibi bütün kesimlerde derin yaralar açılmasına yol açtı.

Elbette düzenin saldırganlığının sorumlusu olarak bu kadroları suçlamak yersiz. Özellikle Nurcu, Süleymancı ve benzeri cemaatler ve kimi tarikatler gibi sağcı, muhafazakar geleneğin sürdürücülerinin mutlak pasifizmlerini ve sığınmacı kimliklerini örtmek ve meşrulaştırmak için bu tarz bir suçlama tavrını yaygınlaştırmış olmaları bu konuda daha da dikkatli olmayı gerektiriyor. Bu çevrelerin konuya yaklaşımı Nasrettin Hoca misalinde olduğu şekliyle adeta 'hırsızın hiç mi suçu yok?' adaletsizliğinin ve saptırma tavrının bir örneği sanki. Ve RP-FP'nin malum süreçteki tavrını yerden yere vururken, asıl hareket noktaları da bilinç altlarına derinden derine kazınmış 'devletle çatışılmaz' anlayışından başka birşey değil. Yani kısacası bu anlayış sahiplerinin RP-FP çizgisine eleştirileri 'niye direnmedin' değil, 'niye meydana çıktın' bağlamında ifade edilmekte ki bu tutum eleştirilenden daha da geri, çok daha geri bir çizgiyi temsil etmekte. Bu noktada RP-FP'ye yönelik eleştirilerin, ilk bakışta aynı çerçeveye oturduğu gibi bir izlenim ortaya çıksa da, aslında birbirine taban tabana zıt hareket noktalarından neşet ettiğini vurgulamak ve mutlaka bu hususu tefrik etmek gerekiyor.

Tekrarlamakta fayda var: Düzenin saldırganlığının hesabını ona buna yöneltmek doğru değil. Üstelik bu yolla bir yere varmak da imkansız. Düzenin İslami değerlere ve bu değerlerin taşıyıcısı olma iddiasındaki müslümanlara karşı düşmanlığı bizatihi kendi kimliğinden, yapılanmasından kaynaklanmaktadır. Kendisine yönelik tehdidin artmasına veya tehdit algılamasının yoğunlaşmasına bağlı olarak bu düşmanlık açık ve kapsamlı bir saldırganlığa dönüşebiliyor. Ama saldırganlığın dozu değişse de niteliği değişmiyor: İslami kimlik ve taleplerin toplumsal hayatta yer almasına, dile getirilmesine karşı düzen fanatik bir karşı koyuş tavrını hep muhafaza ediyor. Dolayısıyla yukarıda sözü geçen çevrelerin yaptığı gibi, yoğunlaşan zulümlerin faturasını, zulmün gerçek adresine yöneltmek yerine; adeta düzeni temize çıkarırcasına, 'onu kışkırtıp, kızdırıp harekete geçmesine sebep oldular' şeklinde bir akıl yürütmeyle, RP-FP'ye kesmek sağcı mantık sefaletinin bir tezahürü olsa gerek.

RP-FP hareketinin suçunun, sorumluluğunun düzenin saldırganlığını harekete geçirmek çerçevesinde ifade edilmesi, daha baştan, düzeni rahatsız etmesi muhtemel her türlü oluşum ve eylemin mahkum edilmesi anlamına gelecektir. Ön hazırlıksızlık ve politik düzlemde ardı ardına yapılan bir dizi fahiş hatanın doğurduğu ilave sıkıntıları saklı tutmak kaydıyla, bizim bu harekete yönelttiğimiz eleştiri, 'niçin düzenin saldırganlaşmasına vesile oldun' değil, 'niçin bu zulüm ve baskı kampanyası karşısında zillete boyun eğdin' noktasındadır. 'Niçin hem kendi kişiliğine, hem de müslümanların topyekün varlığına yönelik bu azgın kampanyaya direnmedin ve üstelik de direnişin imkanlarını oluşturmaya çalışan müslümanların ününe engeller çıkarttın ve kontrol altında tuttuğun kitleyi direniş mesajının etki alanının dışında tutmaya çabaladın' noktasındadır.

'İdeolojik bulanıklığı ve eklektik kimlik ve örgüt yapısıyla zaten kendisinden daha başka ne beklenebilirdi ki?' diye de sorulabilir. Ama gerçekten, gerek 28 Şubat'a giden süreçte, gerekse akabinde ortaya koyduğu tavrıyla RP-FP hareketinin geniş bir kitleyi tam anlamıyla bir ümitsizliğe sevkettiği tartışılmaz. Başta kendi partilerinin kapatılması olmak üzere düzenin İslami olarak algıladığı çok sayıda kuruluş ve şahsa karşı yürüttüğü kapatma, sindirme ve mahkum etme seferberliği karşısında takınılan teslimiyetçi tutum; yine İslami değerleri hedef alan saldırılar ve bilhassa başörtüsüne karşı sürdürülen azgın saldırganlık karşısında sergilenen aczîyet geniş bir kitle nezdinde bu anlayış ve kadronun mahkum edilmesini getirdi.

Kötü Örneklikler Halkın Risksiz Tercihlere Yönelme Eğilimini Güçlendiriyor

Bu tavrın seçim sonuçlarına yansımasına gelince; belirginleşen somut durumun da etkisiyle belki sayıca çok fazla olmamakla birlikle, duyarlı bir kesimin aldatıcı seçim oyununda hiçbir biçimde yer almamayı tercih etmesine karşılık, olan bitenden rahatsız büyük bir kitlenin ise yaşanan sıkıntıların giderilmesi ümidini yine düzen içi birtakım tercihlerde aradığı görüldü. Bu noktada özellikle MHP'nin yükselişi dikkat çekici. Olayı ne seçim öncesi medyanın giriştiği şişirme kampanyası ile ne de Anadolu'da neredeyse yirmi yıldır yaşanmakta olan 'asker cenazeleri' olgusu ile açıklamak inandırıcı değil. Bu ve benzeri faktörler MHP'nin bir kaç puan yükselişini açıklayabilir. Ama patlama yapmasını açıklamaya yetmez.

Burada 28 Şubat'ın toplum vicdanında yarattığı derin sarsıntı ve buna karşı durmaları beklenenlerin acziyeti belirleyici rol oynamıştır. MHP'nin tabana yönelik söyleminde İslami unsurlarla meczedilmiş bir propagandaya ağırlık vermesi; halkın zihninde yaygın bir şekilde yer etmiş bulunan RP-FP hareketinin pısırıklığına karşılık, 'cesur' imajı ve gerek FP'nin gerekse de DYP'nin aşırı yıpranmışlığına karşın barajı geçebilecek partiler arasında MHP'nin 'denenmemiş'liği, seçim sürprizinin ardındaki asıl etkenler olmuştur.

Tüm bu faktörlere ek olarak gözardı edilmemesi gereken çok önemli bir husus -muhtemelen ifade edilmesi en zor ve can sıkıcı olanı- da, Türkiye toplumunun çok büyük bir kesiminin adeta genlerine sinmiş muhafazakar uyum karakteristiğidir. Toplum talep ettiği değişimi gerçekleştirmek veya rahatsız olduğu olguları gidermek için devletle karşı karşıya gelmeyi, onunla çatışmayı göze alamamakta; zorlandığı noktada devletle uyuşmayı ve bu yolla birşeyler -artık devletlular ne lütfederse- elde etmeyi tercih etmektedir. 28 Şubat'ın iyice hırpaladığı, patakladığı halkın çareyi 'Devlet'in partisinde aramasında, toplumun asırlar boyunca geliştirdiği bu 'uyumluluk' özelliği oldukça etkili rol oynamıştır.

Tabii ki bu olguyu halkın çıkarcılığı ile açıklamak yanıltıcı olacaktır. (Gerçi bu seçimlerde aynı seçmen tarafından genel ve yerel seçimlerde farklı oy kullanma eğiliminin artması bu tür bir yargıyı güçlendirmektedir. Örneğin İstanbul'da FP'nin veya Diyarbakır'da HADEP'in belediye başkanlığı ve milletvekili seçimleri için aldıkları oylar arasında büyük farklılıklar bulunması, seçmenin oy kullanma eğiliminde saf ideolojik tutumdan ziyade, sonuç alma hedefinin öne çıktığını göstermekte ve kısmen bu çıkarcı mantığı yansıtmaktadır.) Her şeye rağmen bu olumsuz ve kolay olanı seçme, kolayca teslim olma zihniyetinin arka planında asıl olarak halkın otoriter ve baskıcı devletin şiddetiyle sindirilmesinin asırlara uzanan izlerini görmek gerekir. Ayrıca halka önderlik etme iddiasındaki kadroların egemenlerle karşı karşıya geldiklerinde el öpen, boyun büken tutumlar sergilemeleri de daha 'güvenli' ve 'risksiz' limanlara yelken açmayı kolaylaştırmıştır.

Ümidi tükenenler, aldatıcı gündem ve oyalamalarla halkın ümitlerini de tüketme yoluna gitmişlerdir. Önce 'hele bir hükümet olalım, ondan sonra her şeyi halledeceğiz' sahte hedefiyle halkın karşısına çıkılmış; bunu 'sesinizi çıkartmayın, hükümette kalmamız lazım, herşey yavaş yavaş yoluna girecek' avutması izlemiş; araba tepe-taklak olunca 'hele şu seçimler bir yapılsın, seçimler 28 Şubat'ın izlerini silecek' hayaliyle siniklik izah edilmeye çalışılmış ve nihayet seçimler sonrasında ise uğranılan derin hayal kırıklığıyla 'sağ koalisyonun kaçınılmazlığı', 'MHP'li bir hükümetin muhafazakar halkın özlemlerine aykırı hareket edemeyeceği' ve benzeri sığınma teorilerine sarılma tavrı öne çıkmıştır.

'Düzenin İzin Verdiği Kadar İslam' Oyununda MHP'nin Üstlenebileceği Rol

Bu tablo ortaya devrimci müslümanlar açısından müşahhas bir sorumluluk yüklüyor. Düzenin en az 28 Şubat sopası kadar tehlikeli bir sopası olan MHP'nin, İslami duyarlılık taşıyan kimi çevrelerde dahi hayırhah beklentilerle anılmaya başlanması, bu topraklarda yeşertilmeye çalışılan sahih İslami kimlik ve mücadelenin geleceğine yönelik büyük bir tehlikedir. İslami duyarlılık sahibi kitlelere seçimleri umut olarak sunanlar, yaşanan onca deneyimden ders çıkarmasını bilmeyen bir zavallılık ve ihanet içindeydiler. Şimdi aynı kitlelere şaşkınlıkla da olsa umudun adresi olarak MHP'yi gösteren tavırlar içine girenler ihaneti katmerleştiriyorlar. Düzenin 2K Şubat programını benimsememesi, düzeni 28 Şubatçı egemenlerden farklı bir yorumlamayla sahiplenmesi MHP'nin ayrı bir yerde durduğunu, düzenden farklı olduğunu göstermez. MHP düzenin ta kendisidir!

Türkiye'de sistem en sıkıntılı olduğu alanlarda ve en kirli politikalarını uygulamada sık sık MHP harekeli ve kadrolarından yararlanmıştır. 12 Eylül öncesinde sol harekete karşı, bugün Kürt ulusalcılığına karşı hizmetlerinden yararlanılan bu hareketlen, önümüzdeki dönemde de İslamcı hareketin gelişimini durdurmak için yararlanılması söz konusu olacaktır. Elbetteki bunun illa 28 Şubat politikaları doğrultusunda olması gerekmez. 28 Şubat'ın tıknefes olduğu noktada, MHP eliyle 'çözdürülecek' birkaç hassas sorun, halka çözümün adresi olarak MHP'nin sunulmasına ve ulusalcı, devletçi unsurlarla bezenmiş, milli bir İslamcılık anlayışının yeşertilmesine zemin hazırlayabilir.

Seçim sonuçlarının değerlendirilmesine ilişkin olarak medyanın, HADEP'in aldığı oyları gözden kaçırmaya çalıştığı da dikkat çekici bir husus. Konuyu barajı geçip geçememe gibi daraltıcı bir kıstasa tabi tutup görmezden gelme tavrı mevcut olguyu örtmüyor. PKK bitti, çökertildi iddiaları ortalığı kaplamışken, bu hareketin siyasi uzantısı olduğu 'iddia' edilen HADEP'in yoğunlaşan baskılara ve usulsüzlüklere rağmen oylarının ciddi biçimde artmış olması, düzen çevreleri görmek istemese de Kürt sorununun daha çok uzun bir süre Türkiye'nin gündeminde canlı bir yer tutacağını ortaya koyuyor.

Umudu Yeşertmek İçin Direnişe Omuz Vermeliyiz!

Ve karşılıklı olarak yükseltilen iki milliyetçilik arasında zaten düzenin kronik bunalımları altında ezilmekle olan toplumun, önümüzdeki dönemde daha büyük sıkıntılarla yüzyüze kalacağı görülüyor. Bu noktada sahih İslami bir anlayışa sahip kadroların başla milliyetçilik olmak üzere tüm gayrı İslami kirliliklerden arınmış bir mücadele örnekliğini hayata geçirmeleri sorumluluğu önem kazanıyor. 'Gücümüz az, sesimiz geniş kitlelere ulaşmıyor, ulaşsa da kuşatamıyor' gibi yakınmalar birşey ifade etmiyor. İlkelerimize sahip çıkıp, doğrularımızda sebat edersek Rabbimiz'in yardımı mutlaka tecelli edecektir.

Şu son on yıllık süreçte çevrelerinde büyük kalabalıklar toparlayabildikleri için kendilerinde büyük güç vehmeden, hatta kendilerine sahih duyarlılıklara sahip kesimlerden de önemli miktarda kadro kaymasının yaşandığı oluşumların geldiği nokta, sorunun kalabalıklar sorunu olmadığını ortaya koymuş olmalı. Kalabalıkların cazibesine kapılarak gidenler, bir sürü fikri ve ameli sapma içinde, literatürlerinden mücadele ve direniş kavramlarını silmiş ve elde ettikleri dünyalıklara batmış bir halde somut ve acı örnekler olarak önümüzdeler. Savrulmalara karşı uyanık olmayı savunmak, bazılarının zannettiği gibi azınlık psikolojisine sarılarak içe kapanmayı gerektirmiyor. Mutlaka büyümeyi ve geniş kitlelere İslami mesajı ulaştırıp, bu mesaj doğrultusunda halkı dönüştürmeyi hedeflemeliyiz. İlkelilik ve çoğalmak birbirinin antitezi değil, elbet! Ama adımızın önüne 'İslami' sıfatını layık görüyorsak, ne pahasına olursa olsun çoğalmayı değil, ilkeli çoğalmayı hedeflemek zorundayız.