İslami camianın politik gündem ve tartışmalara ilişkin olarak giderek daha fazla angaje olmuş bir görüntü içerisine girdiğini söylemek yanlış olmaz. Köklü sorunlar ve ayrışmalar karşısında genel manada siyasi bir tutum belirlemenin ötesinde, güncel gelişme ve değişikliklere ilişkin olarak yoğun tarzda bir taraftarlık psikolojisi yansıtan tavırların İslami hassasiyet sahibi çevreler arasında yaygınlık kazandığı görülebiliyor.
Bu durumun elbette anlaşılabilir birtakım nedenleri mevcuttur. Ortamın aşırı biçimde kırılganlığı; kendilerini ülkenin asıl sahibi gören Kemalist kadroların resmî ideolojiyi bir sopa olarak kullanıp halkı terbiye etme sevdasından vazgeçmemeleri; İslami kimliği tahrip ve tahrife yönelik yürütülen sistematik kampanya; ümmet bilinci ve duyarlılığını hedef alan düşmanlık vb. olguların beslediği kaygı ve tepkiler doğal olarak gerilim düzeyinin yüksek seyretmesini beraberinde getirmekte.
Öte yandan devasa çalkantılar, çekişmeler, kimi zaman hayal kırıklıklarıyla birlikte AK Parti iktidarı döneminde pek çok kazanım elde edildiği de somut bir gerçek olarak önümüzde durmakta. Bu kazanımların korunması kaygısının ise İslami kesimde baskın bir ruh haline, bir tür reflekse dönüştüğü, bu durumun da güncel politik sürece çok fazla endekslenmeye yol açtığı rahatlıkla görülebiliyor.
Aşırı Politizasyonun Yol Açtığı Riskler
Güncel-gündelik politik tartışmalarda çok yoğun ve kategorik biçimde taraf olmanın ise İslami kimliğin tali-ikincil pozisyona düşmesi ve ahlaki önceliklerin örtülmesi şeklinde iki temel noktada ciddi hasara yol açtığının görülmesi gerekiyor.
Doğal olarak hasar tespitinde kimliksel bazda yaşanan karmaşa ve zaaf hususunu öncelemek durumundayız. Ne yazık ki toplumsal yapıda sahih İslami kimlik temelinde bir ıslah çabası yürütmekle görevli Müslümanların uzunca bir müddettir gelişmeleri, gidişatı belirleme veya en azından yönlendirme çabasından uzaklaştıkları ve sunulan-dayatılan gündemlere bir biçimde dâhil olma tutumuna savruldukları gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Bu durum İslami kimliğin, kavramların, mücadelenin geri plana düşmesi, taleplerin ertelenmesi ve tümüyle reel-politik zemine ve gündemlere eklemlenme sonucunu doğurmaktadır. Yani bağımsız, dönüştürücü, öncü bir hattın inşasına yönelmesi gereken enerji, gayret ve kadroların gündelik ve çoğunlukla kısır politik çekişmelere teksif edilmesi hali söz konusudur ve bu hal başlı başına bir kayba, daha ötesi bir açmaza işaret etmektedir.
Kimliksel düzlemde yaşanan bu bulanıklık kaçınılmaz biçimde pratiğe de çelişkiler demeti şeklinde yansımaktadır. Öyle ki eklemlenme tutumu birtakım gerekçelerle, başta da ‘karşı tarafa koz vermeme’ kaygısıyla, yaşanan somut yanlışlara, çarpıklıklara, çelişkilere karşı da müstakim bir tavır geliştirememe zaafına yol açmaktadır. ‘İçinden geçtiğimiz bu kritik aşamada’ kalıbıyla sürekli biçimde yanlışların üzerine örtü çekilmekte, adil şahitlik sorumluluğunun gerektirdiği hakkı haykırma görevi bilinmeyen bir geleceğe ertelenmektedir.
Devletin Garsonluktan Şefliğe Avdeti
Açıktır ki Türkiye, devlet kutsamasının, tapınmaya varan boyutlara ulaştığı bir ülkedir. Derin tarihsel kökleri bulunan bu anlayışın Kemalist ulusçuluk anlayışıyla zirve yaptığı ve devletin alabildiğine yüceltilmesine karşın halkın devletin dayatmalarına boyun eğmekle mükellef bir yığın olarak algılandığı da tarihî bir gerçektir. AK Parti iktidarı döneminde ise bu dayatmacı, hurafeci tutumun ciddi bir geri çekilme yaşadığı, devlet karşısında vatandaşın değer kazandığı, devleti yöneten kadroların hiç olmadığı kadar toplumsal taleplere kulak verdiği görülmüştür. Bu itibarla Erdoğan’ın ‘Yeni Türkiye’ kavramsallaştırmasının belli ölçüde haklılık payı taşıyan bir söylem olduğu söylenebilir.
Ne var ki 17-25 Aralık ile başlayan ve 15 Temmuz kanlı darbe girişimi ile derinleşen gerilim sürecinde adeta bir türbülansa giren devletin eski alışkanlıklarının nüksettiği görülmüştür. Bir müddettir izleri silinmeye yüz tutmuş görünen haksız ve adaletsiz yaklaşımlar, eğilimler ve tavırlar sanki tozlu raflardan tekrar indirilmişçesine yeniden sahada arz-ı endam etmeye başlamıştır. Devleti kollama, düzeni koruma adına önceki iktidar dönemlerinin icraatlarına benzer adımlar atılmış, bu çerçevede güvenliğin tesisi adına sert tedbirlere başvurulması, basına yönelik yasaklar, siyasi alanın daraltılması, muhalif söylem ve tavırların temelsiz ithamlarla kriminalize edilmesi türünden uygulamalar yaygınlaştırılmıştır.
İslami Camiada Kemalist Devlet Refleksi
15 Temmuz sonrasında ortaya çıkan bu devletçi-otoriter anlayışı sorgulaması, tartışması, eleştirmesi gereken İslami camia ise genel anlamda bu çarpıklığı birtakım gerekçeler üreterek kanıksama, onaylama yoluna gitmiştir. Bu mantıkla otoriter, dayatmacı, hukuku ve insan haklarını ayak bağı olarak gören Kemalist devlet ve toplum anlayışının vazettiği pek çok çarpık ve çelişik yaklaşım ve uygulama benzer kalıplara başvurulmak suretiyle savunulmaya, mazur gösterilmeye çalışılmıştır. Hatta bu çarpıklığı temellendirme gayretiyle zaman zaman Kemalist zihin yapısının ürettiği kalıplara dahi müracaat edilmiş, örneğin “Mevzu bahis olan vatansa gerisi teferruattır!” türünden hukuksuzluğa kılıf bulmaya yönelik söylemlerden dahi medet umar hallere düşülmüştür.
Milliyetçi ve devletçi söylemin, tutumun bu kadar belirginlik kazanmasını büyük bir ‘anlayışla, hoşgörüyle ve olgunlukla’ karşılayan kimi İslami kesimlerin Kemalist mesaj ve vurguların yüksel(til)mesi karşısında derin bir teessür ve şaşkınlık içerisine girdiğini görmek doğrusu çok ilginçtir! Oysa milliyetçilik-devletçilik ile Mustafa Kemal tazimini, Kemalist ideolojiyi, Atatürkçülük söylemini birbirinden ayrıştırmak mantıklı olmadığı gibi mümkün de değildir! Nitekim iktidar kadroları bu gerçeğin farkındadırlar ve bu yüzden bu söylemleri atbaşı götürme, paralel bir zeminde sürdürme tavrı içindedirler.
Kemalist söylem ve sembollerin son yıllarda artan bir görünürlük kazanmasının iktidarın anti-Kemalist icraatlarına duyulan tepkiden kaynaklandığını iddia eden laik cenah, bu durumu alttan gelen bir dalga olarak yorumlama eğilimindedir. Oysa bu çok abartılı bir tespittir. Bilakis süreç iktidar politikalarıyla paralel biçimde gelişmiştir. 15 Temmuz sonrası dönemde toplumun geniş kesimlerine taşınan cemaat histerisi, dindarlık kimliğinin tehlikeli addedilmesi, iktidarın gerek bürokraside gerek toplumsal tabanda FETÖ’cülükle mücadele adına olur olmaz herkesle ittifak arayışı vb. haller Kemalist damarı güçlendirmiştir.
Tam bu noktada kendilerine en basit düzeyde bir İslami hassasiyet atfeden herkes, her çevre Kemalist ideolojinin bu ülke, bu toplum ve hatta tüm ümmet açısından açık, net bir ilhad ideolojisi olduğu gerçeğini görmek ve söylemini de eylemini de buna göre netleştirmek durumundadır.
Tüm Bu Tabloyu Rahatlıkla İçselleştiriyor muyuz?
Ne yazık ki genel manada tablo iç açıcı değildir ve sorumluluk bilincini yansıtmaktan epeyce uzaktır. İktidarın üst kadrolarının Mustafa Kemal’i toplumun ortak değerleri arasına katmaları ve “Bu ülkede hiç kimsenin Atatürk’le sorunu yoktur.” şeklinde ‘fetvalar’ vermeleri sessizlikle karşılanmıştır. Geçen yıl başörtülü bir bakanın Meclis gurubundaki tüm AK Partili hanım vekilleri toplayarak ‘Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesi’nin yıldönümünde Anıtkabir’e ziyaret gerçekleştirmesi görmezden gelinmiştir.
Yeni kabinenin eklektik yapısı tartışma dışı tutulmuş, “vardır bir bildiği” gerekçesiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tercihlerine en küçük bir itiraz dahi gereksiz ve anlamsız addedilmiştir. Resmî ideolojik söyleme itirazların kolayca Atatürk’e hakaret suçlamasıyla muhatap kılınıp cezalandırılmalarına yönelik yargının artan eğilimi ve benzeri gelişmeler karşısında “Aman provokasyona gelmeyelim!”, “Birlik ve beraberliğimizi zedelemeyelim!” vb. kalıplaşmış teranelerle despotik tutum bir kenara bırakılıp neredeyse tuğyanı reddedenler suçlanmış, mahkûm edilmiştir.
Adalet Duygumuzla Birlikte İnandırıcılığımız da Kayboluyor!
Yaşanılan süreç aynı zamanda yargının araçsallaştığı ve hukuk devleti ilkesinin epeyce gölgede kaldığı bir süreçtir. On yıllardır Kemalist resmî ideolojinin muhafızlığı rolüne soyunmuş ve bu yüzden muhalifler karşısında neredeyse hiçbir ölçü ve kural tanımamış bir yargı mekanizmasının varlığından, işleyişinden hep şikayet etmiş İslami camia bu dönemde yargının iktidar politikalarına göre şekillenmesi ve muhalif addedilen unsurlara yönelik her türlü bastırma faaliyetinin aracına dönüşmesi karşısında sessizliğe bürünmüştür.
Rabbul Âlemin’in “Kendiniz ve en yakınlarınız aleyhine dahi olsa adil şahitler olun.” emrine muhatap olan Müslümanların ‘bizimkiler’ tarafından ‘karşımızdakiler’e yönelik icra edildiği için hukuksuzluğu açık bir biçimde ortada olan kararları, uygulamaları haklı görür, savunur pozisyona düşmeleri şüphesiz iç acıtıcıdır! İktidarın korunmasına, sürdürülmesine hizmet ediyorsa hukuk kurallarının eğilip bükülmesine cevaz vermek, karşıtlarımıza fayda sağlayacaksa adaleti görmezden gelmek maalesef yaygın bir reflekse dönüşmüş gibidir. İktidar refleksiyle hareket etmenin adalet ilkesini tarumar etmekte olduğu gerçeği karşımızda durmaktadır. Ve bu açık gerçekle yüzleşmekten kaçınmak inandırıcılığımızı, güvenilirliğimizi, tutarlılığımızı ciddi manada yıpratmakta, tahrip etmektedir.
Oysa Müslümanların ilkeleri vardır, asla pazarlık konusu yapamayacakları değerleri, hiçbir mazeretle aşamayacakları sınırları vardır. Allah Teâlâ kendisine rahmet etsin, Aliya İzzetbegoviç, “Düşmanlarımıza gelince onlara adaletten başka borcumuz yok!” derken bu hakikati ne güzel ifade etmiştir. Peki, biz adaletten ne anlıyoruz? Adalet mağdurken talep ettiğimiz, muktedir konuma geldiğimiz(i sandığımız) aşamada ise olmasa da olur saydığımız bir lüks müdür? Böyle davranırsak başkalarından, eleştirdiklerimizden, karşı çıktıklarımızdan ne farkımız kalır?
İnanılmaz bir pejmürdelik boy gösteriyor mahallemizde. Hükümet Meclis’e kamu kurumlarından ihraç edilen ya da güvenlik soruşturması nedeniyle atamaları yapılmayan hekimlerin SGK ile anlaşması bulunan özel tıp kuruluşlarında dahi çalışmalarını engellemeye yönelik bir tasarı sunuyor. Bilahare gelen tepkiler üzerine bu tasarı yumuşatılıyor. 450 gün bekledikten sonra söz konusu hekimlerin bu tür yerlerde çalışabilmelerine imkân tanınacak şekilde tasarı revize ediliyor.
Ama gelin görün ki bu düzeltme bile büyük bir lütuf, daha doğrusu taviz kabul edilip sözde İslami camiaya hitap eden medyada kimi kalemlerce kıyasıya eleştiriliyor. FETÖ’cülük suçlamasıyla ihraç edilenlerin ya da devletin güvenlik soruşturmasından geçmeyen kişilerin bu şekilde de olsa doktorluk yapmalarına izin verilmesinin gaflet olduğu hükmü serdediliyor.
Tescilli Zalimlerin Bile Gerisine Düşmek!
Geldiğimiz yer gerçekten de düşündürücüdür! Ne acıdır ki ‘içimizden’ birileri KHK ile ihraç olayını tartışmıyor; güvenlik soruşturmasını da tartışmıyor; insanların hangi kriterlere göre suçlu olup olmadıklarının belirlendiğini ve kimin, hangi merciinin bu kararları verdiğini de sorgulamıyor ama iktidarın ‘suçlu’ saydığı kişilerin mesleğini icra etmelerinin ‘devletin ve milletin güvenliğine karşı ne kadar büyük bir tehlike teşkil edebileceği’ üzerinden düpedüz yargısız infaz rejimini savunuyor! Bu utanç verici bir düşüş ve savruluş değil midir?
Hatırlayalım, 28 Şubat sürecinde DSP-MHP-ANAP koalisyonu MGK direktifleri doğrultusunda memurlarla ilgili 657 sayılı yasada değişiklik yapıp ‘irticacı’ memurları kamudan ihraç yetkisi almak istediğinde dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer yapılmak istenen şeyin anayasaya aykırılık teşkil ettiğini söyleyerek bu düzenlemeyi veto etmişti. Sezer gibi resmî ideolojiyi putlaştırmış ve sayısız zalimane karara imza atmış bir ismin dahi hukuk devleti olmanın asgari ilkelerini öne çıkartarak onay vermediği bir düzenlemeyi, şimdi ‘içimizden’ gördüğümüz birilerinin onaylaması, savunması gerçekten çok büyük bir gerilemedir!
Ahlaki Ölçülerde Aşınma Sözün Bittiği Yerdir!
En temelde sorun ahlâki öncüller ve tutumla bağlantılıdır. İltimas, rüşvet, yolsuzluk vb. günahlara her durumda karşı olmakla, hiçbir gerekçeyle, mazeretle göz yummamakla mükellef olanların, bu günahların kim tarafından irtikâp edilmekte olduğuna bakıp ona göre tavır almaları düşünülemez. Bu tür çirkinlikler kategorik olarak karşı çıkılması, kim yaparsa yapsın mahkûm edilmesi gereken suçlardır. Peki, pratikte karşılaşılan durum nedir? Eğer bu tür suçlamalar karşı taraftan ‘bize’ doğru yöneltiliyorsa, iddiaları görmezden gelmek, yok saymak veya yıpratma, karalama taktiği olarak yorumlamak, gerekirse ‘algı operasyonu’, hatta ‘darbe’ kavramıyla tanımlayıp savuşturmak gibi tavırlar hiç de yabancısı olduğumuz şeyler değildir.
Milletvekillerinden bakanlara, belediye başkanlarına, iktidara yakın duran firmalardan medya kuruluşlarına, yazarlara, danışmanlara kadar pek çok kişi, çevre ve kuruluşun mali portföyü akıl almaz boyutlarda bir artış göstermiş, zaten hayat standartlarındaki büyük değişim, farklılaşma itibariyle de bu durum net biçimde ortaya çıkmıştır. Devasa büyüklükteki yatırımların adeta kapalı devre biçimde belli isimlerle anılması, dişe dokunur her ihalenin aynı firmalara tahsis edilmesi vb. uygulamalar yolsuzluk iddialarını şayia olmanın ötesine taşımış ama tüm bu kirlilik bir türlü İslami camianın gündeminde yer tutmayı hak etmemiştir!
15 Temmuz’dan itibaren Fethullahçı çetenin kamuda sınav sorularını çalma, kendi adamlarını kritik pozisyonlara yerleştirme, rahatsız olduklarının ayaklarını kaydırma vb. icraatları gündemde çokça tartışılmıştır. Elbette haksızlığı, adaletsizliği, kayırmacılığı besleyen tüm bu ahlaksız-hukuksuz icraatlar kıyasıya eleştirilmeyi hak etmektedir. Ne var ki bu kirli icraatları eleştirirken yerine ikame edilen icraatların mahiyetine de bakılması icap eder!
Bu bağlamda örneğin kamuya eleman alımında getirilen mülakat testinin hakkaniyet açısından ne ifade ettiğinin mutlaka sorgulanması gerekir. Devlet kurumlarına iş başvurusunda bulunan on binlerce genci torpil ve iltimas iddiasından ötürü alabildiğine kızgınlık ve kırgınlık duygularına sevk eden bu uygulamanın İslami camiada bu kadar derin bir sessizlikle karşılanması ise elbette hiç de hakkaniyetle bağdaşmamaktadır.
İlkeli ve Basiretli Pozisyon Alma Zorunluluğu
Türkiye’nin çok ciddi ve kırılgan bir süreçten geçtiği inkâr edilmesi mümkün olmayan bir gerçektir. Bu sürecin İslam’a ve Müslümanlara düşmanlıkta sınır tanımayan güçlerin, çevrelerin arzuları istikametinde değil, ümmetin maslahatı doğrultusunda seyretmesi elbette arzumuzdur. Bu zaviyeden hareketle siyasal gelişmeleri takip etmek ve İslami kimlik ve taleplere dost bir tavra sahip siyasetlerin yanında, buna karşın İslami kimliği gericilik, yobazlık, bastırılması, sindirilmesi gereken bir tehlike kaynağı olarak gören Kemalist, laik, ulusalcı çevrelerinse karşısında konumlanmamız mantıklı bir tutumdur. Mamafih bu konumlanma bizleri güncel politik gelişmelerin anaforunda savrulmaya, asli kimliğimizin ve tezlerimizin ötesinde pozisyon almaya sevk etmemeli, kısır politik çekişmelerin tarafı haline getirmemelidir.
Ne yazık ki İslami camianın elan genel görünümü mevcut siyasal tartışma ve gelişmeler karşısında ilkeli, kimlikli bir tutum takınmaktan uzak ve iktidarın yönlendirmelerine alabildiğine açık bir pozisyondur. Bu durum dernek, vakıf ve benzeri örgütlerimizden medya organlarına, yazar, düşünür, kanat önderi sıfatıyla bilinen isimlerden cemaatlere kadar geniş bir kesimi kuşatmış gibidir. Politik zemine bu derece entegrasyon İslami kimliğin gerektirdiği vasıflarla birlikte insani, vicdani zeminin de gölgede kalmasını beraberinde getirmekte, ahlaki misyon ve üstünlüğün kaybedilmesi tehlikesine kapı aralamaktadır.
Gelinen aşamada sürekli biçimde iktidarın kaybedilmesi riskinin öne çıkartılarak ahlaki üstünlüğümüzü ve duruşumuzu kaybetme riskini mazur göstermeye yönelik söylemlerin çok büyük bir tuzak teşkil ettiğinin fark edilmesi elzemdir. Şüphesiz İslami kimliğe cephe açmış zihniyetlerin, anlayışların güçlenmesini ve iktidar konumuna gelmesini istemeyiz, buna karşı mücadelemizi de sürdürürüz ama bu tutum ‘bizden’ sayılanların yanlışlarına, tutarsızlıklarına, günahlarına hiçbir şekilde sessiz kalmamızı gerektirmez. Hele hele iktidarın kaybedilmesi riskini bertaraf etme, savuşturma adına, bizi biz yapan ilkelerimizi ve değerlerimizi kaybetme riskini göze almaya ise asla razı olmayız, olamayız!