Diyanet İşleri Başkanlığının İstanbul'da "Güncel Meselelere İslami Bakış" adı altında bir toplantı düzenledi. Toplantı sonucunda yayınlan sonuç bildirgesinde 28 Şubat'ın din karşıtı söylemlerine göndermeler vardı. Bu toplantı hakkında iki temel soruya izah getirmeye çalışacağız.
1. Niçin Diyanet böyle bir toplantı organize etti?
Aslında ortaya çıkan sonuçlar, yeni değil. Bu nedenle toplantı "devrim" gibi sunulamaz. Özellikle Kur'an-ı Kerim'i ve Hz. Peygamber(s)'in sünnetini ön plana çıkaran, mezhebi kaygılardan uzak olan Müslümanların dile getirdikleri pek çok şeyden bir kısmı bu toplantı sonucunda dile getirildi. Orijinal olan bu toplantının Diyanet tarafından düzenlenmesi ve resmi söylemden farklı sonuçların ortaya çıkmasıydı.
Türkiye'de devlet sürekli bir meşruiyet korkusu yaşamaktadır. Diyanetin düzenlediği bu toplantı bu korkunun giderilmesine yönelik bir girişim olarak görülmelidir. Yapılan kamuoyu araştırmalarında devletin özellikle askeri kanadının büyük bir itibar kaybına uğradığı net bir şekilde görülmektedir, Başörtüsü yasağı devlete ve askeriyeye olan bağlılığı ciddi bir biçimde sarsmıştır. Resmi otorite, bunun farkındadır ama başörtüsünü serbest bırakmanın da "kontrolü ele almak" açısından pek kolay olmayacağını görmektedir.
Diyanetin bu toplantıyı gerçekleştirmesi ve olumlu bir puan alması kaybolan itibarı kazanmaya dönüktür. Devlet bu ülkeye "şeriat lazımsa onu da biz getiririz" mantığıyla Diyanet'i böyledir girişime yönlendirmiştir. Devlet bir atak yaparak, "İslami biz gündeme getirelim, nasılsa dincileri susturduk. Dini söylemi kendimize mal edelim" düşüncesiyle hareket etmektedir. Toplantıda gündeme gelen ve sonuca bağlanan konuları gündeme taşımak yakın zamana kadar "Arap Müslümanlığı, çağdaşlıktan uzak, siyasal İslam vb." yaftalarla dışlanan görüşlerdi. Şimdi diyanet aracılığıyla devlet "bakın İslami değerler konusunda biz de hassasız" demek istemektedir adeta.
Toplantıda başörtüsü yasağına göndermeler mevcuttur. Ancak o kadar muğlak bir ifade kullanılmaktadır ki acaba başını açmayan öğrencilerin velilerine: "Kızlarınızın başlarını açtırın. Okumalarını engellemeyin" mi yoksa "devlet bu anlamsız yasağa son vermeli" mi denilmek istendiği net değildir. Ne var ki Zekeriya Beyaz'ın da bir çıkış yaparak MEB'in sadece 200 tane ilahiyat mezununu öğretmen atayacağı açıklamasına getirdiği "kahramanca(!)" eleştiri, Sivas'ta bir ilköğretim okulunda Atatürk büstü açılışına katılan orgeneral Edip Başer'in: "Ordu başörtüsüne, dine karşı değil. Atatürk sürekli yanında bir hafız bulundururdu" şeklindeki ifadelerden ve Reha Muhtar'ın "misyonerlerin şeytani emelleri" üzerine program yapmaları, Hulki Cevizoğlu'nun Hristiyanların cennete girebileceği görüşünü "milli birlik ve beraberliğe zarar verici bir unsur olarak görüp dışlaması" yasaktan vazgeçileceği izlenimi vermektedir. Bu tavırların toplamından devletin "dindar devlet" imajını sahiplenmeyi stratejik tercih olarak benimsediğini çıkarsamak mümkündür.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 28 Şubat'ın bin yıl süremeyeceğini anlamıştır. Direnişin lise düzeyine bile devam ediyor oluşu, çocuk yaşta bile insanların iffetini korumaları, öğretmenlerin başlarını açmaktansa istifa etmeleri, üniversitelerin yurt dışına giderek okumayı göze almaları "şubat ruhu"nun tükenişini getirmiştir. Bu nedenle oligarşik yapı: "İslami kesim zaten özgürlükleri elde edecek en azından ben izin verdim" görünümü vermek suretiyle, halkın gözünde itibar kazanmaya çalışmaktadır.
2. Toplantının sonuç bildirgesi ilahiyat açısından nasıl değerlendirilebilir?
Bildirgeye göre, Kur'an ve hadislerin yorumlanmasında "gelenekçi" ve "modernist" şeklindeki iki kategori yetersiz kalabilir. Her iki bakış açısından Kur'an'ı anlama konusunda faydalanmak mümkündür. Bu değerlendirme olumludur. Zira modernist denilince örneğin Pakistanlı yazar Fazlurrahman akla gelir. Kendisi modern bilgiyi oldukça önemsemiştir. Ama aynı zamanda onun oldukça geleneksel görüşleri mevcuttur. Benzer şekilde de geleneksel olarak tanımlanan kesimlerden son derece modern tavırlar sadır olabilmektedir. Her iki bakış açısının kesişme noktasına örnek verecek olursak tefsir usulü açısından nüzul sebebine dair bilgiler modernistler için ne kadar vazgeçilmezse, geleneksel kesim için de o derece önemli bir bilgidir. İlki ayetleri vakanın teslimiyetine terk ederken, ikincisi vahyin nüzul bilgisi olmadan anlaşılmayacağı vurgusunu yapmaktadır.
İkinci toplantıda değişik bakış açılarına sahip olanların tartışacağı ilmi bir ortamdan bahsedilmektedir. Bu niyet iyidir. Zira başlangıç toplantısına davet edilenlerin bir kısmı liyakatli kimseler iken diğer bir kısmı "eş dost" muhabbetiyle davet edilmiş kişilerden oluşmuş izlenimi vermektedir.
Sonuç bildirgesinde yorumların lafza uygunluğu vurgusu yapılması isabetlidir. Zira "ben dedim oldu" yaklaşımında olup, kavramları iğdiş etme çabaları lafzın imkanlarını aşırı derecede zorlamaktadır.
Yorumların "mutlak hakikat" olarak görülmemesi tavsiye edilmektedir.
Gerçekten ilmi ahlakın Müslümanlar arasında oturması, meselelerini medeni bir şekilde tartışamamaları önemli bir sorundur. İç sorunları erteleme, sorunu dondurmakta ve eksik bir süreç yaşanmasına neden olmaktadır. Anlama çabamızın beşer oluşumuzla sınırlı olduğu hesaba katılmalı, muhatabın -Müslüman olsun veya olmasın- vahye uygun bir inanç ve amel bütünlüğünü yakalayabilmesi için bir süreci yaşaması gerektiği unutulmamalıdır.
Toplantı sonucunda sünnetin değerini sıfırlayan mealci yaklaşım da eleştirilmiştir. Vahyi anlama çabalarında İslam kültürel mirasından faydalanmanın önemine işaret edilmiştir. Ancak bu mirasın dini problemlerin çözümünde tek kaynak olamayacağının da altı çizilmiştir.
Bildirge, din ile çağdaş değerler arasında bir çatışma olduğu izleniminden kaçınmak gerektiğini ifade etmektedir. Bu ifade, dinin küreselleşmeye uyum sağlayabileceği gibi bir izlenime yol açmaktadır. Üslubun iyi ayarlanmasının önemine işaret edilmesinin daha makul olacağı barizken, asıl olarak "çağdaş değerlerle çatışmamayı" tercih etmek doğru bir yaklaşım değildir. Zira çağdaş değerler, kapitalizmdir, küreselleşmedir, liberalizmdir.
Dini hükümlerde amaç araç ilişkisine de değinilmekte ve günümüzde dini hükümlerin ne ölçüde ve ne yönde değişebileceğine dair ipuçlarının bu sayede yakalanabileceğine işaret edilmiştir. Yani "içtihad" kurumunun işletilmesine dair bir teşvik görünmektedir. Bu diyanet açısından önemli bir çıkıştır.
Toplumun dini nitelikli sorunları üzerine diyanetin sosyal bilim araştırmaları yapacağı ve veri tabanları oluşturacağı vurgulanmaktadır. Tabi yöneticilerinin tümünün ilahiyatçı değil de üst düzeyde askerlerinde bulunuyor oluşu, akılda soru işaretlen bırakmaktadır. Yoksa bu girişim, tebliğ edilecek toplumun özelliklerini kavrama açısından oldukça faydalı bir girişim olarak görülebilirdi.
Metinde, kadının sosyal ve hukuki statüsü konusunda daha ileri adımlar atılmasının Kur'an'ın ruhuna aykırı olmayacağı ileri sürülmektedir. Bu bağlamda resmi nikahtan sonra dini nikah -böyle bir merasime ihtiyaç olmadığı vurgulanarak- yapılabileceği ifade edilmektedir. Niçin resmi nikahtan "sonra" dini nikahın tavsiye edildiğinin gerekçesi söylenmemekte, ancak yasalara karşı bir hassasiyet sergilendiği gözlerden kaçmamaktadır.
Şahitlik konusunda iki kadının bir erkek şahide bedel oluşuna dair ayetin (Bakara 2/282) genel bir düzenleme olmadığı belirtilmektedir. Ayetteki hükmün kadınların zihinsel eksikliğiyle alakalı olmadığı özellikle vurgulanmaktadır.1
Kadın hakkındaki yanlış düşüncelerin ortadan kaldırılmasının eğitimle olabileceği vurgulanmakta ve satır aralarında da olsa imam hatip ve ilahiyatların üzerindeki baskılara bir eleştiride bulunulmaktadır.
Kadınların belirli günlerinde Kur'an okuyabilecekleri ve camiye girebilecekleri ifade edilmiştir. Bu ifade ile geleneksel "Kur'an okunabilir ama dokunulamaz"2 şeklindeki anlayış da incitilmemiştir. Zira ilmi eserlerde ihtilaf konusu Kur'an-ı Kerimin okunabileceği değil, ona dokunulup dokunulamayacağı üzerinedir. Halk arasında "okunulamayacağı" şeklindeki anlayışı eleştirmesi açısından metindeki bu ifade yine de bir öneme sahiptir.
Bildiride Kur'an meallerinin Kur'an yerine geçemeyeceğinin ifade edilmesi, Türkçe ibadet tartışmalarında diyaneti olumlu bir yere oturtmaktadır. Ancak Kur'an'ın asli lafzını okuyamayanların öğreninceye kadar kendi dillerinde namazlarda okuyabileceklerini söylemek bir tutarsızlıktır. Zira hem namazda Türkçe Kur'an okunmaz demek, hem de Kur'an olmayan bir metni (Kur'an çevirisini) Kur'an diye namazda okumak doğru olamaz. Bu görüş Ebu Hanife'nin görüşü olduğu için kabul görmüştür. Ancak Ebu Hanife'nin bu görüşü isabetli değildir. Namazda okunacak olan, Allah'ın elçisine vahyettiği lafzı ve manasıyla Kur'an-ı Kerim'dir. Ayrıca Kur'an, ezberleme konusunda ritmi ve kafiyesi açısından oldukça kolay bir metindir. Kulluk bilincine ulaşmış ahiret korkusu taşıyan herkes rahatlıkla fatihayı ya da kısa bir sureyi ezberleyebilir. Tuttuğu futbol takımının tüm üyelerini ezberleme kabiliyetine sahip olan sıradan bir insan, altı cümleden oluşan fatiha suresini ezberleme zahmetine(!) de katlanmalıdır.
Bildirgede ezanın Türkçe okunmasına prim verilmeyişi aslında 28 Şubat tavrının yenilgisidir. Bildirgede ezanın evrensel yönüne dikkat çekilerek, başka bir dilde okunmasının ortak bilinci zedeleyici bir sonuca götüreceği söylenmiş ve ümmetçi bir tavır ortaya konmuştur.
Kurban kesilmesinin yerine sadaka vermenin doğru olmayacağı, her birinin müstakil ibadetler olduğu vurgulanmış, fıtır sadakasının da geleneksel fıkhi ölçülerle sınırlanmaması gerekliği ve bir fakirin günlük gıda ihtiyacını karşılayacak miktarda olması gerekliği belirtilmiştir.
Sonuç olarak böyle bir girişimin bünyesinde iyi unsurların bulunduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki arka planda Türkiye Cumhuriyet Devleti'nin "meşruiyet krizi"ni aşmaya yönelik bir niyet olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Kur'an-ı Kerim'i merkeze alan yaklaşım sahiplerinin yıllardır gündeme getirdikleri hakikatleri, Diyanetin gündeme getirmesi, iyi niyetlere matuf olmasa da İslam'ın geriletilemediğinin ve geriletilemeyeceğinin bir kanıtıdır. Müslümanlar İslam'ı resmi otoritenin bu girişiminin nüfuz alanından çıkarmalı, İslam düşüncesini ve pratiğini daha öteye taşımalıdırlar. İnisiyatif ancak bu şekilde ele geçirilebilir ve rejimin manipülasyonundan kurtarılabilir.
Dipnotlar:
1-Kadınların şahitliğine dair ayetin açıklamasında kullanılan hadis şöyledir: ibnu Ömer (r) anlatıyor: "Rasulullah aleyhissalâtu vesselam (bir bayram namazında kadınlar taratma geçerek): "Ey kadınlar cemaati! (Allah yolunda) sadakada bulunun, istiğfarı çok yapın. Zira ben siz kadınların cehennemde çoğunluğu teşkil etliğini gördüm" buyurdular.
Dinleyenlerden cesaretli bir kadın: "Niye cehennemliklerin çoğunu kadınlar teşkil ediyor, neyimiz var?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselam: "Ağzınızdan kötü söz çok çıkıyor ve kocalarınıza karşı nankörlük ediyorsunuz. Aklı ve dini eksik olanlar arasında akıl sahibi erkeklere galebe çalan sizden başkasını görmedim!" dedi. O kadın tekrar: "Ey Allah'ın resulü! Aklı ve dini eksik ne demek?" diye sorunca Aleyhissalâtu vesselam açıkladı: "Aklı noksan tabiri, iki kadının şahitliğinin bir erkeğin şahitliğine denk olmasını ifade eder. Dinlerinin eksik olması tâbiri de onların (hayız dönemlerinde) günlerce namaz kılmamalarını, Ramazan ayında oruç tutmamalarını ifade eder."
Buharı, Hayz 6, Zekât 44, İman 21, Küsüf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsüf 17, (907), İman 132, (79); Nesâî, Küsuf 17, (3, 147); Muvatta, Küsuf 2, (1,187).
Şahitlik konusuyla ilişkili olduğu öne sürülen bu rivayetin mevzubahis ayet ile irtibatlı olamayacağını belirtelim. Zira bu tuhaf haberde kadının aklının yarım olması şahitlik konusuna bağlanmakladır ki, rasulullah şahitlik konusundaki "hafıza" ile bu hadiste ifade edilen "akıl" arasındaki farkı ayırt edebilecek güçtedir. Hafıza unutkanlık, akıldaki eksiklik ise zeka geriliği ile ilişkilidir. Yani ayetteki muhteva ile hadisteki birbirini tutmamaktadır. Kadınların akıllarının yarım olduğunu kabul etmek, vahiy konusunda erkekler kadar sorumlu olmadıkları anlamına gelir ki, Kur'an'da kadınlara dair bölüm şeklinde bir kısım bulunmamakta ve Kur'an'ın sadece bir kısmı onları ilgilendirmemektedir. Ravi hafıza yerine "akıl" kullanmış mana ile rivayet etmiştir desek o zaman da "iki tane aklen yetersiz kadın bir araya gelince tam akıl oluşturabilirler mi?" gibi bir soru gündeme gelir ki bu durum Hz. Peygamber (s)'e atfedilen bu haberin sahih olamayacağını gösterir. Yani bu hadisi ayetin açıklamasında kullanmak mümkün değildir.
Kadınların belli dönemlerinde ibadet yapamayacakları da onların dinlerinin eksikliğine delalet etmez. Tıpkı, kolu olmayan bir adamın abdestinin eksik olmayacağı gibi. Bu hadisi sahih kabul etmek mümkün değildir.
2- Kur'an'a abdestsiz dokunulamaz diyenler Vakıa suresi 56/79 ayeti delil almaktadır. Halbuki ayetin siyakından anlaşılacağı gibi konu Kur'an'ın alemlerin Rabbi'nden indirilmesidir (Vakıa 56/70). Yoksa şeytanlar indirmemiştir. Zaten yapamazlar da (Şuara 26/210-212). Vakıa süresindeki ayet Kur'an-ı Kerim'i abdestli okuyup okumamak gibi bir konuyu ele almamaktadır.