Göstergebilim ve Ortaçağ alanında uzman olan Umberto Eco, İtalya’daki bir yayıncı tanıdığının çağrısına uyarak, pek fazla ciddiye almadan, daha çok da eğlenmek amacıyla bir roman yazmaya girişti.
1982’de yayımlanan Gülün Adı, dört yıl içinde on altı dile çevrildi. Başta ABD olmak üzere pek çok ülkede satış rekorları kırarak aylar boyu çok satan kitaplar listesinde en başta yer aldı. Öylesine popüler bir roman oldu ki, Amerika’daki benzin istasyonlarında müşterilere bir dönem kolanın yanında bu kitap sunuldu. Kitabın yazarı da bu romanın bunca insanı neden ilgilendirmiş olduğuna pek bir anlam veremedi.
Roman, yayımlanmasından kısa bir süre sonra filme de alındı. On altı milyon dolara mal olan ve Ateş Savaşı adlı filmiyle dikkatleri daha önce üzerine çekmiş olan Jean-Jacques Annaud tarafından gerçekleştirilen filmin başoyuncuları Sean Connery ve Amedeus filminde Salieri rolünü oynayan Frank Murray Abraham’dı.
İlk elde şu belirlemeyi yapmak mümkün: Yapıtın iskeleti, onun oylumlu bir metin olmasına rağmen neredeyse bir solukta okunmasını, üstelik zevkle okunmasını sağlayacak türden bir ana felsefeye dayandırılmıştı. Klasik denklemleri aşınmış iki anlatı türünün, polisiye romanlar ile serüven romanlarının geleneksel işleyişindeki tadına doyulmaz ustalığa Umberto Eco’nun bu dönemde pek denenmemiş bir mühür getirdiği söylenebilir. Gülün Adı, ağır bir romanın nasıl aynı zamanda hafif bir roman da olabileceğini kanıtlamak için yaratılmış bir gösteri gibidir. Yazarın, entelektüel tarafını romanına yansıtışındaki doz, bağlayıcı bir önem taşır. Kuru anlatıcılıktan kaçınır yazar. Neşeli, sürükleyici ve yeri geldiğinde alaycı olmayı göz ardı etmez. Çözümleyicilik ve metafizik konusunda belli bir dengeyi gözettiği söylenebilir. Edgar Allan Poe’yu, Handke’yi, Calvino’yu iyi okumuş ve onların eleştirildikleri hatalara düşmemeye dikkat etmiştir. Romanın dokusunda, olay örgüsünde, kurgusunda ve anlatımında bir altın denge yakalanmıştır yani.
Romanın en önemli özelliklerden biri de anıştırma ve göndermelere fazlasıyla yer vermesidir. Düpedüz tarihsel bir roman olarak değerlendirilmekle birlikte, bölümden bölüme gitgide belirgin bir ton alan bu vurgular, yapıtı aynı zamanda güncel gelişme ve sorunlar eşliğinde okumayı da mümkün kılmaktadır. Ortaçağ İtalyasında, Papalık seçiminde doğan sorunlarla koşut bir hızda gelişen mezhepler arası çatışmalar, Kilise’nin denetiminde okunan ve gizlenen kitaplar, Ortodoks yapının tabularını aşındıran cinsellikle ilgili tutumlar, baskı karşısında korku ve sinme kadar merak ve başkaldırının da öne çıkması, bir anda romanın okurunu 20. yüzyıla indirir. Her öğenin karşısına çağdaşını yerleştirerek ideolojilerin ve fraksiyonların çatışmasını, günümüzün totemlerini ve tabularını, yeryüzünün dört bir yanında özgürlük ve baskı arasında, inanç ve yadsıma ikilemiyle bir sarma dönüşen, insanoğlunun sancılı arayışlarını görürüz. Kuşkusuz Umberto Eco, bütün bunları romana özgü bir yapı içerisinde belli belirsiz aktarmaktadır. Bağlantıları, dikkatli okuyucunun kurmasına olanak tanımaktadır.
Yapıtta cinayetler birbirini izlemekte, kozmik bir bakışla örtük bir siyasal bakışın üzerinde gezindiği ortaçağ dünyasının içinde, küçük bir kıyamet tablosu çizilmektedir. Kitabın ilk sayfalarındaki komik ve kurgusal eda, sonlara doğru karamsar, trajik bir anlatıma bırakmaktadır kendini. Bütün bunların yanı sıra serüven, tutku, giz, oyun, dil şehveti, sürükleme gücü, derinlemesine bir tarihsel perspektif ve gününe dimdik bakmayı göze almış bir yazarlık cüreti gibi bir anlatıyı “büyük roman” yapan birçok öğeye rastlayabilmekteyiz bu yapıtta.
Gülün Adı, sadece romanın değil genel olarak edebiyatın can çekiştiğine dair karamsar görüşlerin yaygınlaştığı bir dönemde çok başarılı ve umut aşılayıcı bir çıkış olarak kalmamıştır elbette. Geniş bir ilgi uyandırmasının yanı sıra yazarları ve edebi anlayışları da etkilemiş, yeniden biçimlendirmiştir. Dünyanın dört bir tarafında benzer yapıtların ortaya konması bunun çok açık bir göstergesidir. Gerçekten de tarih, polisiye, gizem eksenli edebi yöneliş birdenbire güçlenmiş ve yüzlerce roman ortaya çıkmıştır. Bunların birçoğu edebi yetkinlikten yoksun olsa da gündem oluşturan birçok roman peş peşe yayımlanmıştır. Tarihin her dilimi, her dönemi didik didik edilmiş, tarihi kişilikler yeniden gözden geçirilmiş; bu durum sinemayı da içerik bakımından adeta bir abluka altına almıştır.
Amin Maalof’un 90’lı yıllarda yazdığı birçok romanı, Tarık Ümit’in ilk Körfez Savaşı’ndan sonra Selahaddin Eyyubi ve Endülüs Müslümanlarıyla ilgili olarak art arda yayımladığı romanları, Hasan Sabbah’la ilgili onlarca anlatıyı, Cengiz ve Attila ile ilgili tuğla kalınlığındaki romanlarla oluşan birimi, Eski Mısır ve II. Ramses’le ilgili romanların ortalığı mantar gibi sarmasını hep bu kanonda değerlendirebiliriz. Son dönemlerde Dan Brown’ın yazdığı romanları hatırlamak bile bu ilgiyi kanıtlamakta yeterlidir.
Türkiye’de de benzer bir yönelişin ortaya çıkardığı çok sayıda kitaptan söz edilebilir. Emre Kongar’ın, Fatih dönemini tarazladığı Hocaefendinin Sandukası, İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası, Kitab-ül Hiyel, Efrasiyâb’ın Hikâyeleri, Amat, Suskunlar adlı romanları, Ahmet Ümit’in Patasana, Kavim, Ninatta’nın Bileziği adlı kitapları bu bağlamda sayılabilir. Orhan Pamuk ve Ahmet Altan’a şöhret getiren ve para kazandıran birçok roman da tarihi ya da polisiye izleklerle, argümanlarla bezenmiştir. Ümit Aktaş’ın Âdem, Hakan Albayrak’ın çabukromanı Ebuzer de yeri gelmişken zikredilmelidir.
Doğu ya da İslam dünyası, tarihi perspektifi ve güncel sorunlarına eklemlenen çok yönlü arka planıyla Batı’dan daha zengin, daha verimlidir elbette. İslam tarihi, bu konuda başlı başına bitimsiz bir madeni andırmaktadır. Daha içeriden, daha bilinçli çabalarla bu alanlara yönelmek bizim de evimizi, mektebimizi, zihnimizi ve yüreğimizi zenginleştirecek; onca yararının yanı sıra günümüz sorunlarının anlaşılıp anlamlandırılmasına, daha bütüncül ve nitelikli bir dilin, bakışın, söylemin ve duyarlılığın geliştirilmesine katkıda bulunabilecektir.