Bedeni tamamıyla yanmış çırılçıplak bir çocuk, elleri otomatik silahlı askerler arasından koşuyor, anne feryatlarıyla. Ormandan dumanlar yükseliyor, uçak uğultuları eşliğinde. Kara bir zebani koşuyor uğursuz ellerine katillerin. Sonra yanmış yıkılmış evler arasından bir kadın seğirterek geliyor avuçlarında ölüm hikayeleri ve bir dünya taşıyor inadına sırtında; onurlu ve direngen. Radyoaktif nefesli ve cüzam yüzlü katiller dünyanın bir ucundan, şekerler getirdiler ağulu, ölmeyi bilmeyen çocuklara. Bütün kutsal kitaplar kurban edildi zulmün sunağında ve şimdi ölüm çukurlarının etrafında cüzamlı bir adam gülüyor omzunda yıldızlı bayrağıyla ve o bildik sesiyle bağırıyor: "Niçin bizi sevmiyorsunuz?"
Henüz yeni almıştı, elindeki pilli bebeği, ölümün kenarında yatan babası. Henüz yeni okşanmıştı gecenin dingin koynunda abanoz saçları, şilte yataklarında. Henüz baba diyebilmişti parçalanmış cesetlerin yanı başında, yüzü toz duman, elleri kan içinde. Kapıları kırılıp evlerine girdiler henüz. Kara postallarla tanıştı, oyuncak bebeği altlarında ezilmiş, kara alınlar, her bir çizgisi nefret ırmağı. Kendini tanımadan tüm dünyaya tanıttı kendini kopmuş elleri, yanmış bedeniyle. Henüz ölmüştü çocuk, kan kusan namluların ucunda. Sonra kuşatılmış sokak köşelerinden ölüm yüzlü adamlar bağırmaya başlıyor, ellerinde bir yığın oyuncak ve zulüm: "Niçin bizi sevmiyorsunuz?"
Sakalları ve yüzü karalar bağlamıştı isten. Bir evi yoktu soğuk kış günlerinde koynunda uyuyacağı. Ateşler yakıyordu köprü altlarında, çöp tenekelerinden ekmek toplayan küflü ellerini biraz olsun ısıtmak için. Eprimiş bir palto ile ne kadar ısınabilirdi ki, zemherinin suratı bıçak gibi kesen amansız ve ıstıraplı günlerinde. Dünyanın diğer bir köşesinde aynı acılarla boğuşan bir yürek kucaklıyordu onu, bombalarla yanmış evinin külleri arasından bir lokma ekmeğin peşinde, yorgun. Bir başka yürek daha, direniş meşalesini tutuşturan taşlarla, nasırlı kocaman elleriyle selamlıyordu onu. Sonra bir başka yürek, ölümcül bir zayıflığın koynunda, koca kanatlı uçaklardan atılan yiyeceğin peşinde takati kesilmiş, arkasında aç gözlü bir akbaba.
Ansızın kalktı harlı ateşin yanından, elindeki lokmayı uzattı o kapkara açlığın ortasına. Sonra yeniden daldı başı önünde. Kapkara gözler geçiyordu şimdi yanından, yerin yüzlerce metre altındaki ocaklardan çıkarttıkları elmas tozlarıyla ışıltılı. Koca bir tencerenin içersinde sulandırılmış yulafa koşuşturuyorlardı cılız bedenleri ve boyunlarında zincirleriyle.
Küçük bedenler gördü birden, bacalarından çıkardıkları homurtularla koca bir devi andıran demir parmaklıklı fabrikalar içinde, ıslak zeminlere kıvrılmış sıtmalı vücutlar. Yılda yalnızca bir kez kucaklıyordu annesi, yalnızca bir kez, yıpratılış vücudunu ve kanayan ellerini bastırıyordu göğsüne. Onca açlık ve yokluk ortasında küçük evlerin bacalarından onur kokuları yayılıyordu şehrin meydanlarına ve bir tomurcuk düşüyordu toprağa.
Hodbin ve ikiyüzlü efendiler çıkıyor ekranlara, bir avuç ve ansızın, korku saldıkları tapınaklarından. Sunaklarında bir yığın açlık zulüm, katliam ırmaklarında yıkıyorlar kirli ellerini. Savaş arabalarından kustukları ölümler ve çaldıkları paralarla dolu bembeyaz saraylarından hırıltılar yükseliyor hala: "Niçin bizi sevmiyorsunuz?"
Sonra işçiler, dilenciler, küçük düşürülmüşler, mahpuslar, zulme uğramışlar, evleri ve bedenleri bombalarla parçalananlar, beyaz, siyah, kırmızı, sarı yüzlüler, açlar, açıklar, yurtları işgal edilmişler geçiyor yanı başından, milyonlarca, dünyanın her köşesinden, omuzlarında bir yığın umut ve direniş türküleri söyleyerek haykırıyorlar hep bir ağızdan:
"Sizi sevmiyoruz!"