Gözaltı, İşkence ve Ölümlere Dair

Güney Uzun

 

 

Engin Çeber, Yürüyüş dergisi sattığı için bir grup arkadaşı ile birlikte polis tarafından gözaltına alınmış, önce polis karakolunda dövülmüş sonrasında tutuklanıp götürüldüğü Metris Cezaevi’nde gördüğü işkenceyle hayatını kaybetmişti. Yine devletin kolluk kuvvetlerince işkenceden geçirilerek öldürülen bu can, ne ilkti ne de son! Diğerlerinden farkı Adalet Bakanı’nın işkenceyi kabul edip, Çeber’in ailesinden özür dilemesiydi.

Bu yazının kaleme alındığı günlerde polis işkencesi ile öldürülen gazeteci Metin Göktepe, ölümünün 13. yılında anılıyordu. Göktepe de ilk değildi. Polis tutanaklarına göre Göktepe “gözaltındayken duvardan düşerek” ölmüştü. Onun ölümüne sebep olanlar birkaç yıllık hapis cezası ile kurtuldular. Engin Çeber’in davasının başladığı bu ay içerisinde ölümüne neden olmakla suçlanan gardiyanlardan suçunu itiraf eden bir gardiyan ve rapor hazırlayan doktor dışındakiler görevlerine döndü. Davaya gelmeyen polis memurlarının bir sonraki duruşmaya zorla getirilmelerine karar verildi.

Türkiye’de on yedi binden fazla faili meçhul dosyasının olduğu söylenmekte. Bu dosyalardan biri de Engin Çeber için açılmış oldu. Hatırlanırsa Mehmet Ağar, bine yakın operasyon yaptıklarını söylemişti. Bu kirli operasyonlara katılan eski polis Ayhan Çarkın, 100–200 değil daha fazla insanı öldürdüklerini söylüyordu.

Kirli savaşta kirli ilişkiler yumağı haline gelip de çözülmeyi bekleyen o kadar dosya var ki! Fırat Nehri’nin doğusunda örneğin Silopi’deki Botaş kuyularında yargısız infaz sonucu öldürülen insanların olduğu söylenmekte. Muhalif olmayan insanlar dahi polis kurşunlarına ya da kötü muamelelere maruz kalabilmekteler. Baran Tursun örneğinin yanı sıra göğsüne aldığı tekme ile can veren ya da polisin açtığı ateş ile ölen gençlerin haberleri medyaya yansımıştı. Polisin gereksiz ve kontrolsüz güç kullanmasının yol açtığı ölümlerin sayısı 2008 içerisinde onlarla ifade edilmekte.

Adalet Bakanı’nın açıkladığı istatistiklere göre 2006–2007 yılları arasında on binden fazla polis ve jandarma görevlisi, beş bine yakın vatandaşa işkence ya da kötü muamele yapmakla suçlanmış. Şu an için bu kamu görevlilerinden tutuklu olan kimse yok. Ancak aynı zaman diliminde polise direnmek suçundan iki yüze yakın vatandaş tutuklanmış. Diğer yandan polise direnme suçundan yargılanan 10207 kişi mahkûm olmuş. Bu rakam 1996 yılında 1549 imiş. Yani yasal düzenlemelerle beraber polise mukavemet suçundan yargılananların sayısında yedi kat artış gözlenmiş. Yeni düzenlemelerle vatandaşa verilmiş gibi görülen haklar karşısında polis yine kendisine tanınan yetkilerle adli makamlarca korunmuş. Polisin aşırı güç kullanması karşısında açılan davalarda benzer bir artışa rastlamıyoruz. 1996’da 278 kişi mahkûm olurken, 2005 yılında 364 olmuş bu rakam. Dava-mahkûmiyet oranları vatandaşta yüksek iken poliste bu oranlar düşük olmakta. Tersine davanın karara bağlanma süresi vatandaşta düşük iken polislerde bu oran çok daha yüksek ve uzun olmakta. Devletin kurumu olan yargı, yargı sürecini geciktirerek ve zaman aşımına uğratarak polisi korumakta ve kollamakta

AB katılım sürecinde gerçekleştirilen yasal değişiklikler ve siyasi iktidarın kısmi olumlu tavrı ile Türkiye’de işkence vakaları ciddi bir şekilde azalmıştı. Ancak devlet politikası olarak önceden var olan sistematik işkencenin olmaması hiçbir şekilde polis ya da jandarmanın kötü muamele ya da sınırsız ve ölçüsüz güç kullanmadığı manasına gelmiyor. Nitekim 1 Mayıs’ta yaşananlar, hafızalarda halen tazedir. Polise kimlik soranların başlarına ne tür tatsız olayların geldiğini ise insan hakları raporlarına gerek kalmaksızın medyadan dahi izlemek mümkün.

Tabiî ki hafızasız, tepkisiz bir toplumun bu hukuksuzlara ciddi anlamda ses çıkarması mümkün olmamakta. Devlet işkenceci memurunu kolladığından failler ya yakalanamamakta ya da ceza almadan işin içinden sıyrılmaktalar. Bugüne kadar Türkiye’de İçişleri Bakanını geçtik, bir emniyet amirinin bu nedenle istifa ettiği görülmüş müdür? Sonuçta devlet koruması ve toplumun tepkisizliği, yaşanan hukuksuzlukları beslemektedir.

İşkenceye ve Polis Kurşununa Tepki Vermede Yunanistan Örneği

Yunanistan’da 16 yaşındaki bir gencin polis tarafından öldürülmesi sonrası başlayan olaylar bir aya yakın süre devam etti. Bu süre zarfında polis göstericilere müdahale etmede başarısız oldu. Ölüm haberi üzerine İçişleri Bakanı istifasını sundu, ancak Yunanistan Başbakanı kabul etmedi. Yaşananlar Yunanistan’ın belli bir süreden beri gelen iç sorunlarının bir patlaması olarak sunuldu. Özellikle işsizlik, AB fonlarının usulsüz kullanımı, abartılı şekilde süren askeri harcamalar bu iç sorunlardan birkaçı olarak sıralanabilir. Yunanistan’da belli dönemlerde kitlesel grevler, öğrenci olayları ile günlük hayatı felç eden, gündemi belirleyen yer yer şiddet içeren olaylar değişik zamanlarda yaşanmıştı.

Toplumsal muhalefet sonrasında sonuç alındığının görülmesi, muhalefetin kararlı ve kitlesel olarak yeri geldiğinde ortaya konmasına neden olmakta. Bu karşılıklı etkilenme ancak toplumun isteklerine duyarlı bir sistemde mümkün olabilmekte. Bir genç öldürmenin bedeli Yunan hükümeti ve polisi için çok ağır olmakta. Bu ağırlık o öldürülen gencin değerinin de yüksek olduğunu gösteriyor. Bir canın haksız yere öldürülmesine karşılık neler olabileceği gösterilmekte. “Bedelini ödeyemeyeceğiniz şeyleri yapmayın!” mesajı, “Öldürülen kişi savunmasız ve tek bir kişi değildir!” mesajı ile birlikte verilmekte. Hatırlanacağı üzere benzeri bir olay geçen yıllarda Fransa’da yaşanmıştı. Kuzey Afrika kökenli bir gencin polisten kaçarken öldürülmesi sonrasında Fransa’nın birçok kentinde araçlar yakılmış ve polisle çatışmalar haftalarca sürmüştü.

Yunanistan’da Aleksis Grigoropulos’uın polis kurşunu ile öldürülmesine verilen tepki ile Türkiye’de Engin Çeber’in işkence ile öldürülmesi karşısında verilen tepki arasındaki farkın irdelenmesi gerekmekte. Bir ay boyunca Yunan şehirlerini polise dar eden gösterilerin sonrasında artık o tetiği çeken eller bin kez düşünmek zorundadırlar. Peki, Türkiye’de işkenceyi yapan, tetiği çeken ellerin düşünmeleri, en azından tereddüt etmelerini sağlayacak bir muhalefet bilinci var mıdır?

Paşama Dokunma, Canı İsterse Kendisi Gelir!

Medya, Engin Çeber başta olmak üzere işkence ve polisin aşırı ya da sınırsız güç kullanımı konusuna her ne hikmetse duyarlı yaklaşır gibi görünmekte. İşkence olgusundaki duyarlılık polisin ve savcıların Ergenekon kapsamında yaptıkları uygulamalara duyulan tepkilerin göze batmamasına yönelik başka örnekler üzerinden bir kamufle metodu mudur yoksa? Öyle ki Ergenekon zanlılarının gözaltı ve cezaevi süreçlerinde medyanın konuya ilgisi zirvededir. Bunu masum bir ilgi olarak yorumlamak mümkün değil. Temelinde gözaltı ve tutuklamalara karşı oluşturulmaya çalışılan bir kamuoyu tepkisinin Ergenekon dışı olaylarla beraber işlenmesinin amaçlandığı söylenebilir. Gözaltı vakalarına kader birliği yaptıkları kişi ve örgütlenmelerin de isimlerinin karışması bir kısım medya organlarını ve medya silahşorlarını bu konuda duyarlı hale getirmiş olsa gerek!

Bu bağlamda Ergenekon örgütü ile ilgili gözaltılarda paşalara kötü muamele yapıldığı haberleri medyada sıklıkla yer almakta. Elbette ki kime yapılırsa yapılsın insanlık onuruna leke düşürecek her türlü kötü muameleye ve işkenceye karşı durmak gerekir. Ama özellikle söz konusu paşalar olduğunda basında ve belli kesimlerde fazladan bir hassasiyet oluştuğunu görmemek mümkün değil. Özel konumları(!) dolayısıyla paşalara ayrıcalık yapılması talepleri yüksek sesle dile getirilebiliyor. Tüm vatandaşların yasalar karşısında eşit olması diye bilinen en temel adalet ilkesi karşısında “eşitler içerisinde daha eşit” ve pozitif ayrımcılık açıktan savunulabiliyor. Oligarşinin halk için yaptırdığı nezarethane ve F tipi cezaevlerine kendilerinden birilerinin girmesine içerlemelerinden daha doğal ne olsa gerek?!

Gözaltına alınanların kendileri bile gözaltı ve sorgu sırasında polisin kendilerine iyi davrandığını söylerlerken; medyada suç isnatlarından daha çok gözaltı şekilleri ile konuşulmaları açık bir hedef saptırma olarak görünüyor. Bazı kesimler ‘paşaların dahi gözaltına alınabileceği’ fikrine henüz kendilerini alıştıramamışlar anlaşılan! Adı konulmamış dokunulmazlık zırhları olan bu şahısların zanlı olmaları durumunda davetiye ile ifadelerine başvurulması gerektiği, gözaltına alınmalarının yıllarını devlete hizmet vermiş kişiler için onur kırıcı olduğu yorumları gırla gidiyor.

Acaba devlet denen kutsal objeye tek hizmeti bu paşalar mı yapıyor? Bu ülkede milyonlarca kişi memuru ve işçisi ile devlet için çalışmıyor mu? Herhangi bir memur suç işlediğinde gözaltına alınabiliyor ve yargılanabiliyorsa neden paşalar gözaltına alınmasın? Paşaların kaçmayacağı söylenirken daha aylardır firari olan paşayı unutmuş gibiler. Bu ülkede nasıl olsa hesap vermekten uzak oldukları düşüncesiyle saltanat sürenlerin akıllarına hiç kaçmak gelir mi? Veli Küçük gibilerinin Meclis Susurluk Komisyonu’na davetiye ile çağrıldığı halde ifade vermeye gitmediğini bilmiyor musunuz? Albay Ali Öz’ün, Hrant Dink davasında ifade vermemek için neler yaptığını unuttunuz mu? Şemdinli’nin “iyi çocukları” serbest değiller mi? Bu ülkede işkenceci birçok polisin mahkemeye getirilmediği bilinmiyor mu?

Paşaların suç işlemeyeceği gibi bir kanun mu var? En son eski Deniz Kuvvetleri Komutanı İlhami Erdil haksız kazanç elde ettiği için hapis yatıp, cezaevinden er olarak çıkmadı mı? Suç örgütleri ile bağlantılı birçok asker ve polis tutuklanmadı mı? Özellikle JİTEM kimlikleri ile terör estirenleri duymadınız mı?

Türkiye’de gençler polis tarafından gözaltında dövülüp, işkence görüyor ve hapishanelerde işkence ile ölüyorken ve basının büyük kısmı yaşananları belli süre ile yayın yapıp geçiştirirken bir paşanın gözaltına alınma görüntülerine kıyametler koparılabilmekte. “Neden elinden tutuldu, kaçacak mı, neden evine sabah ya da gece baskın düzenlendi?” gibi sorular bu ülkede ilk kez yaşanıyormuşçasına sunulabilmekte. Paşaların hangi şartlar altında tutuldukları o derece gündemleştirilerek baskı kuruluyor ki sonunda polis, nezarethanelerin resimlerini ve 23 derece oda sıcaklığını gösteren termometreyi dahi göstererek işlemlerin ne kadar nazik ve “paşalara yaraşır” bir şekilde gerçekleştirildiğini ortaya koymak zorunda kalıyor!

Bu yaygarayı çıkaranların 28 Şubat sürecinde milletvekili Merve Kavakçı’nın evinin savcı tarafından gece yarısı basılması olayını “bir kadına haddinin bildirilmesi” şeklinde alkışladıklarını unutmuş değiliz! Yine aynı süreçte kameralar eşliğinde,  kapılar kırılmak suretiyle sabaha karşı basılan evlerin sayısını tutmak mümkün olabilir miydi? Gözleri görmeyen Süleyman Kurşun’un gözaltına alınış biçimini; eşleri, çocukları ile hukuksuz ve keyfi olarak gözaltına alınan Müslümanları hatırlamıyor muyuz? Birçok insan baskınlarla, çamur at izi kalsın mantığı ile bu ülkede teşhir edildi, suçlandı, gözaltına alındı. Özellikle Müslümanlar olmak üzere muhaliflere yapıldığında olayın insani boyutu ile hiç ilgilenmeyenler, söz konusu paşalar olduğunda “Hırsızın hiç mi suçu yok?” dedirtircesine haklarındaki suç iddiaları örtülerek sanki keyfi bir işlem yapılıyormuş hissi uyandırmaya çalışıyorlar. Ülkedeki onca karanlık işin, fail-i meçhullerin, hukuksuzlukların, darbe tezgâhlarının, çeteleşmelerin sorumluları için VIP gözaltı istemek insani olmayan, ikiyüzlü, çirkin bir tavır değil de nedir?

İşkence, kötü muamele, iftira ve karalama her insana, insanın onuruna karşı yapılmış bir insanlık suçudur. Kime yapılırsa yapılsın karşı durulması gerekir. Adalet herkese lazımdır. Kemalist–laik rejim kendi yaptıkları kanunlara uymak zorundadır. Bir rejimin, bir dinin, bir düşüncenin kendine sadık kalmasını istemekle, onu kabul etmenin farklı olduğunun altını çizmek gerek. Kemalist rejimi, din dışı kanunlarına ve kendi adalet anlayışına uymalıdır. Muhalif kesimler ise kime yapılırsa yapılsın kötü muamele, işkence, güç kullanımı ve her türlü baskıya karşı mücadele vermeli, hukuksuzlukların bedelinin ağır olacağını göstermelidirler. Ancak mücadele sonrası elde edilen kazanımlar değerlidir.