Gönüllü Parçalardan Oluşan Bir Devlet: Avrupa Birliği

Mehmet Doğan

İnsanoğlunun bilinen tarihi boyunca yöneten ve yönetilen olarak bölünmüş toplumların siyasal düzeni "aynı hikayenin tekrarı" gibidir. Silahı, sermayeyi ve bilgiyi elinde toplayanlar geri kalanları yönetiyorlar.

Yönetilenler ise ya bu duruma başkaldırırlar ve çoğunlukla yenilirler veya uysalca boyun eğer ve mümkün olduğu kadar bu düzen içinde mutlu ve huzurlu yaşam kurmakla meşgul olurlar.

Hakikatin Şahitleri Olmak

Tarihe tanıklık yapmak sorumluluk ve aynı zamanda yükümlülükleri olan bir duruştur. Arzın her hangi bir yerinde başlayan yürüyüş, bir gün nasıl olsa sona erecektir. Öyleyse, önemli olan bu yürüyüşü dolu dolu yaşamak; istikamet üzere mazlumdan yana zalime karşı eliyle, diliyle ve kalbiyle bu yürüyüşü devam ettirmektir.

Tarihe tanıklık yaparken, tarih boyunca ezen-ezilen ekseninde "koşu bittikten sonra da koşan atlar" olmak ne kadar anlamlıdır. Tarihin her evresinde sömürüye, kirlenmeye, yozlaşmaya, kişiliksizleşmeye karşı olanlar bir gün mutlaka sevdasıyla koşu bittikten sonra da koşanlar olacaklardır.

Bütün peygamberlerin, erdemli insanların uğrunda acı çektiği asıl kutsal sevda budur. İbrahim(a.s)'in, Musa (a.s)'ın, İsa (a.s)'ın ve Muhammed (a.s)'ın bütün kavgası, itirazı bunun içindir.

Dünya nimetlerinin adilane dağılımı, eşitliği savunanlar Spartaküs isyanı, Şeyh Bedrettin destanı, hegomanyaya karşı Hz. Hüseyin kıyamı, özgürlüğü; kendi tekelinde gören otoriteye karşı zindanı tercih eden Ebu Hanife'nin geleneği, acıyı gözyaşını ve hürriyeti, bu noktada anlamlı kılmaktadır. Hakkı, adaleti ikame etme ve özgürleşme çabaları, varolan gerçeği kabullenmeme neticede ideal olanı tahayyül edebilmeyi içerir.

İşte bu tarihe tanıklık yapmak, bir gün mutlaka ideali ile mümkün olacaktır.

Avrupa Birliği (AB)

Avrupa Birliği ülküsü günden güne önem kazanıyor. Dünün yıkılmış-yakılmış kin ve nefret duygularının egemen olduğu Avrupa, bugün için göreceli de olsa ortak bir devlet olma yolunda ilerliyor.

Filozof-düşünür Kari Jaspers* 1883-1969 yılları arasında yaşamış bir aydın. Adolf Hitler dönemi olan 1935-1945 yılları arasında Almanya'daki üniversitelerde hocalık yapması yasaklanmış bir Alman entelektüel. Hayatının uzun bir dönemini sürgünde geçirdi.

Karl Jaspers bir gün mutlaka idealine sahip değildi. Onun için başından kaybetmişti. 50 yıl önce, yıkılmış ve parçalanmış, kin ve şiddetle yoğrulmuş bir Avrupa'nın, 50 sene sonra bir birlik olarak refah ve ortak bir güce dönüşebileceğini filozofumuz duymuş olsaydı, ilk tepkisi 'böyle bir düşünceyi ancak idealistler söyler' olurdu herhalde.

Karl Jaspers ve benzerleri böylesi bir projeyi ancak ve ancak müzelerde bir şans olarak görüyorlardı. Onlar gibi birçok insan da, Avrupa'nın bir geçmişinin olduğunu kabul ediyor ancak iyi bir geleceğinin olacağını düşünüyorlardı.

Avrupa'nın kabaca son yüzelli yıllık tarihine bakıldığında aşağı-yukarı elli yılda (1870-1914-1945-1990) bir kırılma ve bu kırılmanın neticesinde yeniden bir yapılanma söz konusu olduğu görülecektir.

Reel sosyalizmin dağılmasından sonra ivme kazanan neo-liberalizm ve küreselleşme ile birlikte Avrupa Birliği'ne ilişkin olarak sürdürülen tartışmalar yoğunluklu biçimde devam ediyor.

Aktüel olarak AB'nin gündeminde öncelikle genişleme ve ortak bir dış politika ile silahlı bir güç oluşturma bulunuyor, AB bir yandan bu ve benzer konuları tartışırken, diğer yandan da AB'nin şekli ve şemaline ilişkin muhtelif görüşler artan bir biçimde gündeme geliyor:

- Bu tartışmalarda Avrupa'nın sınırlarının nereye kadar uzadığı, sınırlarının nereden başlayıp nerede bittiği.

- Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü olan AGİT ve Avrupa Konseyi'nin üyesi olan Gürcistan ve Ermenistan'ın gelecekte AB üyesi olup-olmayacakları,

- AB'nin yapısının federatif bir oluşuma gidip-gitmeyeceği,

- AB'nin bir devlet olup olmadığı tarzındaki konuları daha da uzatmak mümkün.

Avrupa Parlamentosu üyelerinden Willi Görlach, Jo Leinen ve Rolf Linkohr "21. Yüzyılın, Av­rupa'nın en iyi yüzyılı olabileceğini ve Avrupa Birliği'nin çoktandır bir devlete dönüştüğünü" ifade ediyorlar.

Bu üçlü, AB'nin çoktandır bir devlet özelliğini taşıdığını şu tezlerle anlamlandırıyorlar:

- "Yaptırım gücüne sahip ve almış olduğu kararlar üye ülkeleri bağlayıcı nitelikte. AB'nin kararları, norm ve ilkeleri, ulusal hukuktan daha öncelikli olarak uygulanmak zorunda. AB'nin yasama organı niteliğini taşıyan Avrupa Parlamentosu'nun (AP) direk seçimi ile demokratik meşruluk da halihazırda sağlanmış durumda.

- AB salt bir ekonomik birlik olmayıp aynı zamanda bir değerler topluluğudur diyerek, üye ülkelerin demokratik ilkeleri yaraladığı, ya da ihlal ettiği hallerde, müdahalede bulunularak tüm hakları askıya aldığını hatırlatıyorlar.

- Seçim hakkı, serbest dolaşım, yasal güvenceler ve düşünce özgürlüğü artık ulusal devletlerin sınırları da son bulmuyor.

- "Avrupalı anlayışların" artık Avrupa Birliği'nin değerleri olan demokrasi, insan haklarını ve özgürlükler olduğuna özellikle vurgu yapıyorlar.

AB'nin savunma alanında ortak bir yapılanmayı amaçlaması, karar mekanizmasında ise oybirliği yerine, nitelikli oy çokluğu ilkesine yönelmek istemesi, AB'nin giderek bir devlete dönüştüğü tezini güçlendiriyor.

AB Özgür ve Gönüllü Parçalardan Oluşan Bir Devlet Modelinin İlk Tarihsel Denemesi midir?

Evet, Devletler Birliği'ne gönüllü üye olmak mümkün, ancak başka kültürün değerlerini evrensel ve tek kurtarıcı görmek kaydıyla.

İşte bu konsept; insan hakları, özgürlükler, demokrasi gibi önce göreceli olarak kabul ettirilen, daha sonra kapitalist sermayedarların menfaatleri için, üçüncü dünya halklarını daha da sömürmeye yönelik Avrupalı ve nevi şahsına münhasır çifte standart içeren retoriklerdir. Göreceli olarak buna adım adım ilerlediği izlemi vermeye çalışıyor.

Vahşi kapitalizm sürecinden, yumuşak küreselleşme sömürgeciliğe geçişi iyi okumak gerekmektedir.

Sahi, kendisi için istediği hak, adalet, özgürlük ve eşitliği batı düşüncesi başkaları için de istiyor mu?

Her elli yılda bir kırılma yaşayan Avrupa, yeni kırılmasını gönüllü birliğe dönüştürebilecek mi? Paylaşım savaşlarında sömürmek için insanlığı katleden, soy kırıma anlayış, bugün için ekonomik soykırımı kendi tekelinde tutmaya devam edecek mi?

Kendisinin tanımladığı değerler manzumesi; insan haklan, küreselleşme, liberalizm gibi kavramlarla gönüllü bir devlet modeli oluşturabilecek mi?

Bütün bu sorular/stratejiler Avrupalı bir kimlik içerisinde yanıtlanıp/yapılanmasına itina gösteriliyor.

Avrupalı kimlik; annesi İtalyan, babası Fransız olan ve gençliğinin ilk yıllarında Brüksel'de yaşayan, orada öğrenim görmüş, ancak sonradan Berlin'de iş hayatına atılmış ve bir Türk'le evlenmiş olan genç bir bayan hangi kimliktendir diye sorular üretebiliyor. Kimlikler, kültürler ve değerler üzerinde "Batılı" olan her kavram nedense "evrensel" olarak savunuluyor. Farklı kültürler, farklı etnik gruplar, batı toplumu dışındaki ve batılıların menfaatine uygunluk arz ediyorsa dinsel, etnik ve dilsel farklılıklar bir anlam kazanıyor. Ve dolayısıyla uluslararası platformlarda farklılıklara saygıdan dem vurularak ülkeler üzerinde baskılar oluşturuluyor.

Oysa Avrupa toplumları içerisindeki farklılıklar; mesela Avrupa'daki Türkler, Müslümanlar ve bunların mensubu olduğu kültürler hiç de hoş karşılanmıyor.

Döner kebap ve göbek dansı kabullenilirken bir başörtüsü veya minareli camiinin meşruiyeti günlerce devlet erkanı tarafından tartışılıyor.

Irkçılık bir insanlık suçu olduğu halde Avrupa'da boy veren ırkçılık, sadece Avrupa'da yaşayan göçmenleri ilgilendiriyormuş gibi hafife alınıyor. Uluslararası alanda küresel saldırılara ve globalleşen "Avrupa merkezci" düşünceye karşı küresel birliktelikler kaçınılmaz gözüküyor. Uluslararası sermaye istediği ölçekte ve istediği alanda "kriz" adı altında ülkelerin ekonomik/iktisadi hayatına müdahale edebiliyor. Uzak doğudaki "ekonomik istikrasızlık" bir anda "krize" dönüşerek dünyanın bütün yoksul bölgelerini ve o bölgelerin itilmiş-kakılmış alt kültür gruplarını perişan edebiliyor.

Yeni yüzyılda oluşan AB gibi birliktelikler küreselleşme, demokrasi, insan hakları adı altında sömürgeleşmenin "zorunlu" ancak, "acı" adresi olmaya devam ediyor. Bu yeni oluşumlar kendi silahlı gücünü yani ordusunu kuruyorlar. Irak, Somali ve Bosna'daki pratik örnekler hafızalarda iken neyin ve kimin güvenliği sorusunu sormak gerekiyor!

Kapitalizm'in ekonomik, kültürel ve sosyal hegemonyasına karşı, menfaati putlaştıran bireyi ve onun kişisel çıkarlarını ilahlaştıran acımasız vahşi bir kültürün, yani küreselleşme adı altındaki modern paradigmanın, kuşatmasına karşı uğraşlarımızı gözden geçirmeliyiz.

Ve bu tarihe tanıklık yaparak bir gün mutlaka idealimizi canlı tutmalıyız.

* Karl Jaspers: 1883-1969 yıllan arasında yaşamış bir Alman düşünür. 1935-1945 yılları arası Almanya'da düşünceleri yasaklandı ve ülkeden kaçmak zorunda kaldı. İsviçre'de üniversitelerde dersler verdi ve 1969'da İsviçre'de öldü.