11 Eylül'de New York ve Washington'da yaşanan saldırılar bir milat olarak kabul edilecekse, sonrasında yaşananlar insanlığın kapitalist, liberal demokratik sistemden başka bir alternatifinin kalmadığına mı, yoksa miadını doldurmuş, çökmekte olan bir sistemin ömrünü uzatma gayretlerine mi işaret ediyor?
11 Eylül olayının bir milat olup olmadığı tartışılabilir. Ancak 11 Eylül'den sonra Amerika'nın başlattığı Afganistan'a yönelik harekatı ve bunu takip etmesi muhtemel görünen yeni operasyonların işaret ettiği nokta, tarih boyunca görülen büyük güç sendromu ile alakalıdır. Büyük devletler, büyük olma iddialarını sürdürüp sürdüremeyeceklerini böylesi kriz anlarında ortaya koydukları tavırlarla belli ederler. Bu anlamda 11 Eylül sonrası gelişmelere ve ABD'nin tepkilerine ve bu tepkiyi meşrulaştırmak üzere geliştirdiği argümanlara baktığımızda savunma içgüdüsüyle davranan, kendine güvenini kaybetmiş bir devletin tepkileri ile karşı karşıyayız
Stratejik hesapları bir yana bırakacak olursak bu olay bütün olarak medeniyet krizinin artık saklanamaz boyutlarda olduğunu göstermektedir. Özellikle ABD Başkanı Bush'un üstüne basarak belirttiği "yasam tarzımızı korumak için savaşıyoruz" ifadesi medeniyet krizinin somut ifadesinden başka bir şey değildir. Aslında ABD ve batılı müttefikleri savaşı Afganistan'a taşımaları batı medeniyetinin yaşadığı krizi İslam dünyasına taşıma gayreti olarak da okunabilir.
Bu gelişmeler ilerlemeci tarih anlayışının, insanlığın ulaşabildiği ideal ve tek hayat tarzının modern batılı değerlerle ifade edilen toplumsal ve siyasal biçimi olduğu tezinin iflasından ibarettir. Batı değerlerine karşı alternatif olma şansı tarihi olarak ve üzerinde oturduğu medeniyet birikimiyle insanlık tarihinin en ilginç sentezlerini bünyesinde barındıran İslam dünyasınındır. Savaşın mutlaka İslam dünyasını kapsayacak biçimde formüle edilmeye ve bunu meşrulaştıracak argümanlar geliştirilmeye çalışılmasının nedeni; bunalım halindeki sistem karşısında alternatif olma dinamizmine İslam dünyasının sahip olmasıdır.
Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" ve Huntington'un "Medeniyetler Çatışması" başlıklı tezleri 11 Eylül eylemlerinin ardından siyasi ve entelektüel çevrelerce önemli oranda sahiplenildi. Fakat bu arada Henry Kissinger'in "Bundan sonra çatışma medeniyetler arasında değil, İslam'ın kendi içindeki anlayış farklılıkları arasında olacak" sözleriyle, [İsveç'in İstanbul Başkonsolosu] İngmar Karlsson ise "Bir medeniyetler savaşı olmayacak. Tüm dinler kendi içlerinde bir mücadele yaşayacak. Savaş modernistlerle radikaller arasında olacaktır" sözleriyle "düşman"a ve "geleceğin dünyası"na ilişkin tasavvurlarını "Batı adına" farklı bir şekilde ifade ediyorlar. Bu yaklaşımları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında birbirinden farklı gibi görünen tüm bu tezler, soğuk savaş dönemi sonrası Amerikan stratejisinin teorik temellerini oluşturan tezlerdi. Medeniyetler Çatışması tezini geliştiren Huntington'un ABD'nin dış politikasını belirleyen kurullarda danışmanlık yaptığını, Vietnam savaşında şahinlere oynayan stratejistlerden olduğu hatırlanacak olursa tezinin nasıl bir eğilimi yansıttığı ortaya çıkar. Medeniyetler çatışması teziyle NATO'nun komünizm yerine ikame edilecek tehdit algılaması arasında doğrudan bir ilişki var.
Medeniyetler çatışması ile Kissinger'in "İslamın İslama karşı savaşı" olacağını söylediği tezin Afganistan savaşının hemen başında ortaya atılması arasında anlamlı bir ilişki var. Kissinger'in tezi, Amerika'nın bir medeniyet krizine girdiği, savunmacı bir refleksle krizini başka medeniyet alanlarına (İslam dünyasına) taşımaya çalıştığı yönündeki tahminleri doğrulayan bir durumdur. Şöyle ki, eğer batı değerleri sistematik bir kriz içinde ise bunu bir medeniyet çatışmasından hareket ederek aşması, göğüslemesi mümkün değildir. Kendi dışındaki medeniyetleri karşısına alan bir yaklaşım hedefi büyütmekle sonuçlanır. Ayrıca mücadeleyi bir medeniyet çatışması şeklinde ortaya koymak ve buna göre bir strateji izlendiği takdirde Amerika krizin kendi alanın dışına taşımak bir yana çatışmayı kendi evine getirmiş olur. Zira Amerika'yı bu ana kadar güçlü ve ayrıcalıklı kılan farklı kültür ve medeniyetlerin temsilcilerini bünyesinde barındırıyor olmasıdır. Medeniyetler çatışmasının üzerine kurulu bir mücadele tarzı çatışmayı Amerika'nın içine kadar getirmek anlamına gelir.
Bunun yerine global McCarthyizm projesi sonuç olarak bu çatışmayı İslam arası çatışmaya dönüştürmektedir. Terör tanımı ile Amerika'nın yapmak istediği; yeryüzünde entelektüel olarak, müslümanlığın değerlerini yeniden üreterek/keşfederek modern dünyanın bunalımına alternatif olma potansiyelini gösteren İslam'ı uyanışı terörize etmektir. Bu provakasyona en uygun formül olarak; bir yanda terör tanımına aldığı her türlü İslami oluşumların kaynağını kurutacak kültürel, sosyal, siyasa! "tedbirler"i alırken diğer tarafta çatışmayı kendi içinde bölünmüş, farklı İslam algılayışları/yorumları arasındaki uçurumu genişleterek entelektüel ve sıcak çatışmaya dönüştürmektir. Toynbee'nin bundan tam 50 yıl önce yine Afganistan örneğinde söylediği türden herodian ve zealot İslam'ın birbiriyle çatışması. İkisinin de diyor Toynbee modern medeniyet karşısında varlık göstermesi mümkün değildir.
Bu anlamda Kissinger'in dillendirdiği, Batının kötü bir taklitçisi herodianlıkla, donmuş/taklitçi zealotçuluk arasına sıkıştırılmış İslam dünyasının kendi içinde çatışmasıdır. Asıl sorun, İslam'ın bu iki tanımlama parantezine sıkıştırılmak istenmesidir. Medyaya taşınan tartışmaların muhteva ve üslubuna bakıldığında bu maksat açıkça görülebiliyor. Bu projenin geçerlilik kazanıp kazanmayacağı bir yana düşünülmesi bile, değil sadece İslam dünyasına insanlık içinde sonuçları kaldırılamayacak faturaları beraberinde getirir. İslam'ın evrenselliği yanında çok kültürlülüğü, tarihi boyunca farklı kültürlerle komplekse düşmeden ilişki içine girme geleneğinden tüm medeniyet ve kültürlerin alacağı çok şey var. Bu hayat tarzı ve hayatı algılama biçiminin imha edilmeye çalışılması önce batının intihan anlamına gelir. ABD aslında böylesi bir medeniyet perspektifine sahip olup olmadığının sınavını veriyor.
Fukuyama'nın tarihin sonu tezi, batılı sonlu tarih algılayışına uygun bir formülasyonun özelliklerini taşıyor. Tarihin sonu, aslında Marksizmle birlikte kapitalizmin de sonunu kabul etmek gibi bir çelişkiyi bünyesinde barındırıyor. Eğer Marksizm öldü ve liberal kapitalist sistemin alternatifi kalmadı ise aynı medeniyetin farklı yorumundan kaynaklanan Marksizm kadar Kapitalizmin de sonunun geldiğini itiraf etmek anlamına gelir.
Bu tezin geçersizliği globalizmin zaferini ilan edildiği bir anda terörün globalleşmesiyle suya düştü. Amerikan rüyasının bitişidir tanık olduğumuz.
11 Eylül eylemlerinin ardından "terörle savaş" adına başlatılan kirli kampanyanın söylem, dil ve yöntemleri ile 28 Şubat post modern darbesinin yürürlüğe koyduğu taktik ve stratejiler arasında bir bağ kurulabilir mi? 28 Şubat postmodern darbesi mi globalleşiyor yoksa 28 Şubat global Mc Cartyizm'in Türkiye 'deki ayak izleri miydi?
Postmodern darbenin izlerini soğuk savaş döneminin sona ermesiyle birlikte ilan edilen NATO tehdit konseptinde aramak gerektiğini düşünüyorum. Komünizmin yerine ikame edilen düşman tanımı doğrudan İslam köktenciliği idi. NATO'nun Müslüman tek üyesi olan Türkiye'nin de bu tehdit algılamasından etkilenmemesi düşünülemezdi.
Bu noktadan sonra şu tespiti de yapabiliriz. 11 Eylül bu anlamda bir milat değildir. Oxford üniversitesi siyaset ve ekonomi tarihi profesörlerinden NIALL FERCUSON, 2 Aralık New York Times'ta yazdığı önemli bir makalede yaptığı tespit öteden beri söylediklerimiz teyit eder mahiyette. Özetle şunları söylüyor, 11 Eylül bir milat değildir, o tarihte olanlar zaten olması gerekenlerdi.
ABD gibi süper bir güç tek bir olayla tüm planlarını alt üst edip dünya ölçeğinde yeni bir strateji çizmeye kalkmaz. 11 Eylül saldırısı var olan bir stratejiyi ateşleyen, hareket geçiren ve bu çerçevede ABD'nin yapacağı askeri, ekonomik tüm operasyonları meşrulaştırıcı bir işlev yüklenmiş oldu. Postmodern darbede Türkiye özelinde görülen uygulamanın daha geniş ve tüm İslam dünyasını kapsayacak biçimde yaygınlaştırılacağını söyleyebiliriz veya böyle düşünmek için elimizde yeterince neden var. Amerika McCarthyizmin evrenselleştirilmesi için şimdilik yeterince meşrulaştırıcı gerekçe elde etmiş bulunuyor.
19. Yüzyıldan itibaren İslam dünyasının önemli merkezlerinde yaşanan İslam modernlik-batılılaşma eksenli tartışmalarla bugün aynı kavram ve olgular etrafında yapılan tartışmalar Türkiye özelinde nasıl kıyaslanabilir?
19. yüzyılda yapılan İslam-modemlik-batılılaşma tartışmaları gerek muhteva gerekse amaç bakımından şu an yapılan tartışmalarla kıyas kabul etmeyecek kadar daha üst düzeyde idi. Hem tartışmanın taraflarının tartışmaya konu olan kavram çerçevesine olan vukufiyetleri gerekse niyetleri açısından tümüyle farklı düzlemde bir arayış söz konusuydu.
Bu dönemde alevlendirilen tartışmalar hem gündeme getirenlerin niyetleri hem de cehaletleriyle İslam adına İslam'ı mahkum etmek gibi terörize edici bir muhtevaya sahip olduğu açıktır. Zaten Müslüman dünyanın kendi sorunlarını tartışmaya, batıyı, moderniteyi ve İslam'a ilişkin birikimlerini sağlıklı ortamlarda gündeme getirecek araçların elinden alınmasına matuf bir operasyon söz konusu. Müslümanlara Fazlur Rahman'ın ya da Mevdudi'nin önerenilmesi, yenilmişlik psikolojisi içindeki zayıf kadroları etkilemeye yöneliktir. Ve politik amaçlı, güdümlü tartışmalara girmek Müslümanlara zaman ve zemin kaybettirir.
Her şeyin medyatikleştirildiği bir ortamda Müslümanlar kendi kavramlarını, gündemlerini talkshowcu televizyon şarlatanlarının insafına terk edemezler. Koca koca isimlerin profesyonel şarlatanların (kimliği Müslümana çıkmış kişi ve kurumlar dahil) karşısında itirafçılığa soyunmaları en azından İslam düşüncesi açısından katkı değil tam bir çözücü-çürütücü sonuçları davet eder. İslam'ın İslam'a karşı savaşı her zaman Kuzey ittifakı Taliban paranteziyle olmaz, global Mc Carthyizm savaşı beyaz ekrana taşıyarak sürdürecektir. Eğer sonuç alırsa bu sayede alacak demektir.
Allya İzzetbegoviç'in soykırımla suçlanması ve Uluslararası Savaş Suçluları Mahkemesine çıkarılmak istenmesi, modern ve yüzü Batı'ya dönük şeklinde ifade edilen İslam yorumunun ve bunun temsilcilerinden biri kabul edilen İzzetbegoviç'in yaşadıktan süreç Batının özelde "İslam ve Müslüman'a dair genelde farklı kültürlere, hayat tarzlarına müdahale hakkını saklı tutan totalci bir zihniyetin tezahürü sayılabilir mi?
Aliya örneği gerçekten ders alınması gereken bir olaydır. Aliya gibi bilge bir ismin, bırakınız savaş suçlusu olarak suçlanmasını Boşnakları yönetmesine, siyasi bir güç olmasına ABD hiçbir zaman sıcak bakmadı. Kısaca şu söylenebilir: Batı medeniyeti kendi dışındaki medeniyet ve kültür birikimleriyle bir arada yaşama deneyimi ve olgunluğuna sahip değildir. Amerika'nın bile çok kültürlü görüntüsü çok yapaydır. Bu özelliği 11 Eylül olaylarında ortaya çıkan toplumsal bilinç altının tüm Amerikan toplumunu nasıl sarıp sarmaladığı ile bir kez daha ortaya çıktı.
Bosna'da Müslümanlardan beş bin değil 200 bin kişinin katledilmesine karşı sessiz kalınması hatta katillerin ödüllendirilmesi özelde İslam'a karşı olan tavırlarıyla ilgilidir. Birkaç Sırp yönetici mahkemeye çıkarılsa bile sonuç olarak Bosna Sırp Cumhuriyetine verilen statüyle Bosnalı Sırplar olmuştur.
Müslümanlara karşı düşmanlığın terörle su yüzüne çıkmış olması bir gerçek. Ancak şu da bir gerçek ki batıda Müslümanlar varoşlardan çıkıp ekonomik, entelektüel anlamda rafine çalışmalar yapacak olsalar aynı tepkiyi sistem tarafından da görecek ve engelleneceklerdir. Batı toplum hala minareye bile tahammül edemeyen bir tekçi toplum özelliğini taşıyor. Yaşama şansı olanlar ya da yaşamasına tahammül edilenler modernliğin/batılı hayat tarzının kendilerine benzettiği farklı etnik/kültürden gelen insanlardır.
Kültürel totalcilik siyasal totalciliğin kaynağıdır. Tarihin sonunu ilan edenler, önce farklı medeniyetleri, sonra bizzat kendi sonunu hazırlayan bir düşünüş/algılayış tarzının sahipleridir.
Teşekkür ederiz.