En yaygın ifadesiyle; "din ile devlet işlerinin ayrılması" olarak tanımlanan laikliğin; Batı medeniyetinin önemli bir olgusu olduğu, yine aynı yaygınlıkta bilinen bir kanıdır.
Batı'nın, tarihsel gelişimi içerisinde kilise ile olan çeşitli maceralarından sonra vardığı ve kendini en açık Şekilde "dinin artık hükmünü tamamladığı" ifadesinde bulan bu anlayış; sahiplerinin 19. yüzyılda siyasal planda da açık zaferler kazanmasıyla birlikte, diğer medeniyetler için de geçerli sayılan, hedeflenen evrensel bir değer haline getirildi.
19. yüzyıla mührünü vuran Batı, başarısında en temel sebep olarak din ile siyaseti ayırmasını gösteriyordu. Dünya, Avrupalı'nın çekim alanına girmiş, diğer mağlup medeniyetler gibi İslam dünyası da kendi payına düşeni almıştı. Laik batıcı iktidarların İşbaşında olduğu, bu anlayış çerçevesinde yeni devletlerin oluşturulduğu İslam dünyası büyük sıkıntılar yaşıyordu. Müslümanların yabancısı olduğu yeni kurulan bu devletlerin, bunların içinde yaşayan halkların durumunun ne olduğunun açıklanamaması; söz konusu olaylara geleneksel kavramlarla kuşatıcı yorumlar getirememenin eseriydi.
20. yüzyıl ise, özellikle son çeyreğiyle, Batılı değerlerin kitle bazında belli ölçüde cazibesini, büyüsünü yitirdiği bir yüzyıl olma yolunda. Artık ne Batı'nın tartışılmaz üstünlüğü, ne de İslam coğrafyası halklarının ezik duyguları var. Batılı araştırmalar bile, dini kabullerin artık belli bir yükseliş içine girdiğini söylüyor. Fakat tüm bunlara rağmen bizler, kendi coğrafyamız adına derin endişeler taşıyoruz.
Bu endişelerimiz Batıcı-laik çizgiyi benimseyen kitleler için değil, Müslümanlar için. Modern hayata karşı tepki gösterge de, onun laik medeniyetini reddetse de, geleneksel Müslüman kitle; tarihinin ona taşıdığı bir tür laikliği, hiç bir dönemde yaşamadığı yoğunlukta yaşıyor. Neredeyse Batılı oryantalistlerin "Eğer Kur'an üzerinde ısrar eden bazı ekollerin mücadelesi olmasaydı, Sünni dünya çok daha erken bir dönemde laik olurdu." dediği çizgiye gelinecek. Çünkü laiklik, batıya has bir olgu olmadığı gibi bu çağın bir ürünü de değildir, insanlığın çok eski çağlardan beri diline doladığı bir dindir o. Tıpkı kavminin Şuayp Peygambere "Ey Şuayp! Senin namazın mı, bizi babalarımızın mallarını istediğimiz gibi harcamaktan men ediyor?" demesi gibi.
İslam ümmeti İçin de yeni bir şey değildir bu. Hilafetin saltanatlaştırılmasına; inanç-amel ayırımının oluşturulmasına; zühd kavramı çerçevesinde inziva anlayışının yaygınlaşmasına kadar uzanan gizli laik bir çizgidir o.
Hilafetin saltanatlaştırılmasıyla birlikte dini saha diye tarif edilen ibadetle sınırlandırılan bir çerçeve ortaya çıkarken, baskıcı siyasi otoritelerden medet ummayan halkın İslami müesseselerini oluşturma yolundaki ihtiyaçlarını siyasi otorite dışında çeşitli biçimlerde kurumlaştırmaya ve ehil olmayan siyasi otoritelerce oluşturulanların da din-siyaset ayrımını körüklemesi İslam dünyasında gizliden gizliye kuvvet bulan laik çizgiyi besleyen temel sebepleri oluşturdu. Böylesi bir çizgiye sahip olan gelenek, laik çizginin gerçekleştirmek istediklerini potansiyel olarak zaten bünyesinde barındırıyordu. Bugünkü laiklik ise. dini tanımlayarak belli bir yere oturtmuş; sosyal hayatın en büyük belirleyicisi olan iktidardan uzaklaştırmıştır. Ancak din reddedilmemiş sosyal hayatın gerekliliği olarak pragmatik bir çerçevede tanımlanmıştır. Bugünün kurumlaşmış laik yaklaşımını incelediğimizde, onun dinsizlik olmadığını görürüz. Özellikle bugünkü laiklik anlayışı içinde "dindarlık" kavramı, sözünü ettiğimi; pragmatik çerçeve içinde meşruiyet kazanmıştır.
Öle yandan siyasi hayatı, sosyal hayatı tanımlayıp onu bir yere oturtan, iktidara talip olmayan ruhbana anlayış da tevhidi dünya görüşüne göre bir anlamda laiktir.
Laiklik, insanlığa dinin siyasete karışamayacağı, zamanla da yok olup gideceği bir düzen vaad etmişti. Bunu başaramadı. Çünkü gerçekte dinin karışmadığı, hükmetmediği bir hayal, etkide bulunmadığı bir siyaset yoktur. En genelde din, öne çıkarak, geride kalarak, hatta değişerek varlığını, etkisini devanı ettirir. Ta ki tüm insanlığın fıtratı değişinceye kadar.
Yukarıda sıraladıklarımız bugün artık pek çok kişi tarafından bilinen gerçekler. Bununla birlikte bugün bulundukları konum itibarıyla büyük önem arz eden inkılapçı müslümanların en iyi yaklaşımla dikkatsizlik diyeceğimiz yanlışlıklarıysa devam ediyor. En temelde itikadi-siyasi ayrımının kabulüyle başlayan bu hata; basit bir terminoloji hatası olmanın ötesinde din anlayışına kadar uzanan yanlışlara yol açıyor. Bugün inkılapçı olmak, kimilerine göre, anti-emperyalist olmakla eş anlamlı. Kimlerine göre de, böylesi konularla ilgilenmek abesle iştigal etmek. Oysa bilinmelidir ki, bugüne usuli, siyasi boyut adı altında ulaşan değerler birbirini etkileyen değerlerdir.
Zannediyor muyuz ki. günümüze usuli, itikadi tartışmalar adı altında gelenler, gerçek hayattan kopuk kelami tartışmalardır ve kitleler uzun süreler oturup o konularda felsefi tartışmalar yapmışlardır? Bu çerçevede özellikle, vakıasız kelami ve felsefi tartışmalarla Kur'an'ın muhkem ayetlerine rağmen üzerinde farazi tartışmalar yapılan veya hükümleri bulandırılan konular birbirinden ciddi olarak ayrıştırılmalıdır. Bugün, kelami tartışmalar olarak anılan Kur'an'ın mahluk olup olmaması gibi konular bile, tarihe baktığımızda sosyal hayatta karşılığı olan siyasi tercihler olarak yansıyor.
Bununla beraber güncelliğin sığlığından ve sloganik tavırlardan uzak duran uzun vadeli toplumsal dönüşüm programları oluşturmayı hedefleyen bazı yetenekli müslümanların da sadece itikadi olarak tanımladıkları alanlarda yoğunlaşıp sosyal hayatla, siyasi konularla ilgilenmeyi zamansız, yanlış görmeleri ne anlaşılır, ne de kabul edilebilir bir durumdur. Selefiliğin sosyal ve siyasal konulara yaklaşımındaki yüzeyselliğe paralellik arz eden bu yaklaşım, oysa bir zamanlar bu coğrafyada inkılapçı anlayışın yerleşmesine en büyük katkıyı sağlamıştı. Bidatleri, hurafeleri kaldırmakla işe başlayan bu çizgi; geleneğin yabancısı olduğu sistem karşısında uzlaşmaz tavrı vurgularken, zamanla yalnızca dar usuli tartışmalarla uğraşır hale geldi. Öte yandan toplumsal bozulmayı ve düşünsel sapmayı ilk dönem İslami uygulamaları Örnek alarak ıslah etmeye çalışan selefi yaklaşım, ilk dönem taklitçiliğinden kurtulamadı ve Kur'ani hükümlerle günümüz realitesi arasında kurulması gereken irtibat konusunda başarılı olamadı.
İslam'da usuli-siyasi boyut ayrımlarının olmadığı iyi bilinmelidir. Bunlar birbirlerini belli ölçüde belirlerler. Tevhid, fikri ve siyasal boyutuyla hayatı kuşatan bir bütünü oluşturmaktadır. Eğer böylesi bir kabule yanaşmaz ya da bunu görmezseniz, dengeyi yitirir, sağlıksız bir şekilde yaşat ve hedeften saparsınız.
Toplumsal değişim, kitlelere sadece anti-emperyalist ruh kazandırılarak gerçekleştirilecek bir eylem değildir. Eğer size bugün itikadi çerçeve içinde gelen değerlerin bir kısmının; bir zamanlar toplumdaki kültürün bozulmasıyla tahrif olduğu ve vahiy kültürünün bulandırılması sonucu oluştuğu ve bu olumsuzlukların bugün İslam ümmetinin bu duruma gelmesinde vahyi nimetin terk edilmesinde en önemli nedenleri oluşturduğunu kabul etmez ve bu konuda yoğunlaşmaz, vahyi ölçü alıp gerçek hayattaki tecrübelerinizle ıslahatlarda bulunmayı hedeflemezseniz; kitleleri kaybetmek korkusuyla, değiştirmek istediğiniz insanların sizi değiştirmesinden ya da pragmatizmin batağından kurtulamazsınız. Bu durumda sizin itikadınızı belirleyen temel etmen siyasal ve sosyal hayat olur. Ve bu da Allah'ın razı olduğu bir din olamaz.
Bununla birlikte siyasetle ilgilenmenin, dininizi kirleteceğinden korkar; yarın için bugünden ve burada iktidara talip olmadan bu yolda tecrübelerle büyüyemezseniz, itikad diye eski siyasi tecrübelere iman eder, idealizmde boğulursunuz.
Gerçekte tüm bu olumsuzluklar yanlış din anlayışlarının ürünüdür.
Genellikle yaşadığımız, bildiğimiz vs bizleri sosyal yaşam içinde yakından ilgilendiren olayları yeterince gündemimize almak konusunda çekingenliklerimiz adeta alışkanlıklar oluşturmuş. Örneğin bir Zonguldak'tan bahsettiğimizde sanki dinimizi basite indirgemiş gibiyizdir. Din, bilinen şeylere indirgendiğinde Firavun ile Musa arasında geçen o gaybi anlatımın etkisini yitirecekmiş gibi gelir bize.
Tabii bunları vurgularken, günün moda akımları çerçevesinde dinîn yorumlanması gerektiğini de söylüyor değiliz. Bir zamanlar bazılarının yaptıkları gibi, İslam'ı en iyi sosyalizm, en iyi demokrasi, en iyi ilmi din gösterdikleri gibi. Fakat kabul etmeliyiz ki din adına yaşayabileceklerimiz dinden anladıklarımızda. Anlayabildiklerimiz de kapasitemizle, tecrübelerimizle sınırlıdır. Eğer şeyh veya üstad tipli kurtarıcılar beklemek yanlışını aşıp, sorumluluklarımızı kuşanma bilincine ulaşmışsak; hele hele geleneği değiştirmek iddiasındaysak, tecrübesizsek dinimizi sokağa çıkarmalıyız. Her şeyden önce kendimiz için bunu yapmalıyız. İdealle gerçek arasındaki dengeyi kurmak için.
Ve tüm bunlarla birlikte ifrat ve tefrit çizgisine de dikkat etmeliyiz. İtikadle ilgili bir hususun sadece siyasal gerçeklikle hareket edip, İslam'ın kendi iç dinamiklerini arka plana atarak yorumlama hakkına sahip değiliz. Bu, modernist anlayışla inkılapçı/ıslahatçı anlayış arasındaki hassas Çizgiye işaret eder.
Bilinmelidir ki; inkılapçı olmak sadece Amerikan aleyhtarı olmak değildir. ABD'nin Körfez'deki işgaline karşı koymak, onun arka planını ortaya koymak kadar, yanlış şefaat anlayışının değiştirilmesine çalışmak da aynı derecede önemi haizdir. Toplumsal değişim, bu her iki boyutuyla da gerçekleştirilmelidir.
Kendinizi sadece iktidarı devralma hedefine hapsederseniz çoğu zaman pragmatizmden veya değiştirmek istediğiniz kitlelerin sizi değiştirmesinden kurtulamazsınız. Ve eğer kendinizi, sadece itikadi/usuli konularla ilgilenmeyle sınırlarsanız; toplumda yaşanmak için gelen Kur'an'ın mesajını sosyalleştiremez, toplumsal alandaki zulmü fark edemeyerek bizatihi tartışmalarınızı sürdürürken, egemen sistemin sizin benliğinizi nasıl kuşattığını idrak bile edemezsiniz.
Tüm bunlardan sonra ısrarla vurguladığımız bu çizgiye rağmen, eğer bazı kardeşlerimiz hala şefaatle, itikatla, sünnetle, ABD emperyalizminin niçin bir arada işlendiğini soruyorlarsa; artık söyleyebilecek tek bir sözümüz kalıyor: Çünkü laik değiliz.