Araştırmalar, tarihin son iki yüz yıllık döneminin gençliğin kimlik ve kişilik arayışının en yoğun ve en çalkantılı dönemi olduğunu gösteriyor. Bizi ve çocuklarımızı kuşatan cahilî bir sistemde yaşıyor olmamız, içinde yaşadığımız düzende gençlerimizin doğal/fıtri eğilimleriyle barışık bir eğitim ve öğrenim süreci yaşayamamaları ve hatta sistemin bizatihi kendisinin ifsadı yayan bir tarzda kendini dayatması, tarihe ve hayata rengini veren insan denilen kevni ayetin ne kadar da ciddi bir kimlik ve konum, aynı zamanda da nasıl ciddi bir sorumluluk taşıdığına işaret etmektedir.
Gençlik dönemi, insan hayatının en önemli, en sorunlu ve en kritik dönemidir. Çünkü genç insan için bu dönem hemen her bakımdan, gelişim, değişim ve etkileşim sürecidir. Gelecek bu dönemde kazanılır, eğitim bu dönemde alınır, işine ve mesleğine bu dönemde sahip olunur. Hayati kararlar bu dönemde alınır. Duygusal dalgalanmalar bu süreçte başlar. Asli sosyal çevre bu dönemde şekillenir. İnsan; kimliğini, karakterini ve kişiliğini bu dönemde elde eder. Gençlik, bir enerji dönemidir. Bu dönemde gençlere iyi rehberlik yapabilen, onları iyi eğitebilen toplumlar daima kazançlı çıkmışlardır.
Resulullah(s)’ın “Bana gençliğin yardımı lütfedildi.” ifadesi bu hakikate işaret eder. Ashab-ı Kehf’ten Hz. Ali, Zeyd b. Harise, Talha, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Mus’ab b. Umeyr. Usâme b. Zeyd, Ukbe b. Nâfi’ye kadar bu örneklere bakıldığında tevhidî mücadele, bir gençlik mücadelesi olarak görülecektir. Bu gençlerin gücü sadece yaşlarında değil eğitimlerindeydi, ahlaklarındaydı, aldıkları örnek modellerindeydi ve bağlandıkları ilahi merkezdeydi. Beslendikleri kaynaktaydı.
Bugün göz ardı ettiğimiz gençlerin, yarın gözlerimizi oyabileceklerini hesaba katmalıyız. Unutulmamalı ki ahlaki değerlerden uzak eğitim vermek, bir eşkıyanın eline kılıç vermekten farksızdır. Hz. Ömer’in “Kendi değerlerine sahip genç nesli olmayan milletler, yok olmaya mahkûm olacaklardır.” tespiti, “Her toplumun yetişen yeni nesli, o toplumun kaderidir.” yasasını açıklar bir anlamda. Gençler, bir toplumun geleceğidir. Toplumlar isteseler de istemeseler de maddi ve manevi geleceklerini ileride gençlere emanet etmek zorundadırlar. Bu Yüce Allah’ın koyduğu değişmez bir prensiptir. Gençlik bir fırsattır; insan ömrünün en bereketli dönemidir.
Bir toplumun; ömrünü sürdürebilmesi, kendi varlığının mücadelesini verebilmesi ve idealinde kurmuş olduğu bir dünyayı gerçekleştirebilmesi için bazı dinamiklere ihtiyacı vardır. Bu noktada dinamiklerin en önemlisi, şüphesiz ki gençliktir. Gençlerin imkân ve fırsatlarıyla büyüklerin tecrübelerini bir araya getirip harmanlamak, yarınlarımızın açılımı açısından göz ardı edilmemesi gereken bir noktadır. Gençlik, bir nimettir ve her nimet bir sorumluluktur. Aynı zamanda tüm nimetler de bir emanettir. Her nimeti bir emanet naifliğiyle görmemiz gerekeceğinden o emanete ihanet etmeme endişesini de doğal olarak taşımış olacağız.
İnsan, Allah’ın verdiği bütün nimetlerden sorguya çekilecektir. Rabbimiz, bu gerçeği Kur’an-ı Kerim’de şöyle anlatmıştır:“O gün, hepiniz bütün nimetlerden sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)
Bugünkü şartlarda ortaöğretim kurumları da üniversiteler de gençlik için bir risk alanıdır. Bu risk zemininde oluşan kompleksler, aşırı özgüven, halktan kopuk yaşama vs. zaaflar, İslami mücadelenin yarınları açısından görülmesi gereken önemli sorunlardır. Hayatın iyi algılanması için MalcolmX’in söylediği “Bir gencin yolu ya cezaevine ya da üniversiteye düşmeli!” mealindeki sözü, belki de bu gerçekliğimizi açıklar.
Gençleri ve gençliğin sorunlarını anlamak, atılması gereken ilk adımdır. Gençleri anlamanın zorluğu, bu konudaki çabalarımızın vebalinden kurtulduğumuzun mazereti değildir.
Hz. Ali'nin, gençleri anlayamayan toplumları zor bir sürecin bekleyeceği mealindeki tespiti, tam da bu gerçekliğimizi izah etmektedir.
Bir mümin gencin bu hassasiyetler çerçevesinde nasıl bir sorumluluk üstlenmesi gerektiğiyle ilgili merkeze almamız gereken ölçülerimizi Rabbimiz belirlemiştir:
“De ki: Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (En’am, 162)
“Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; onlar ise sorguya çekileceklerdir.” (Enbiya, 23)
“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” (Zilzal, 7-8)
“Sonra size verdiğimiz nimetlerden hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi.” (Ahzab, 72)
“Bir toplum kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların gidişatını değiştirmez.” (Rad, 11)
Allah Resulü (s) de şöyle buyurmuştur:
“Hepiniz çobansınız ve hepiniz kontrolünüz altındaki insanlardan sorumlusunuz.”
“Kim ki bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin, buna gücü yetmiyorsa diliyle, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Bu da imanın en zayıfıdır.”
Aslında bu hadiste Resul (s)’ün, sorumluluğu imanla ilişkilendirmesi dikkat çekicidir. İmanımız sahada kendini izhar edemiyorsa, rengini hayata veremiyorsa, imanda olması gereken o muharrik güç, o cevvaliyet doğal olarak sorgulanır hale gelecektir. İnsan olmak, sorumlu olmaktır. “Ünsiyet” kavramından gelen insanın hayatın vaki gerçekliğine yaklaşarak, sorunlara yaklaşarak, konforundan uzaklaşarak, hayata dokunarak, müdahil ve müşahit bir tavırla bir duruş sergilemesidir esas olan.
Gerek Türkiye’nin tarihsel ve sosyal süreci gerekse ümmetin bugünkü vaki durumu, mümin gençleri hayati anlamda bir sorumlulukla yüzleştirmektedir. Her kirli küresel bir hesap, mümin bir gencin sorumluluk azmini kamçılamalıdır.
Modernizmin insan kalitesini düşürmesi, uyarıcıların azalması, peşimizi bırakmayan bir düşmanımızın varlığı, sorumluluğumuzu artıran en önemli unsurlardır.
Sorumluluk duygusu cenaze namazına benzer. Yerine getirilmemesi halinde artacağı gerçeğinden hareketle ihmalin, katmerleşen ve katlanan sorunların kaynağı olmasını da beraberinde getirecektir. Elçilerin temel gönderiliş amacı, insanlara unutulan sorumlulukları hatırlatmaktır. Elçilere hatırlatıcı anlamında zakir denilmesi bundandır. Biz de bu hayatta bir elçi hükmündeyiz.
En büyük sorumluluğumuz, tevhidî sermayemize, akidevi kimliğimize karşı sorumluluğumuzdur. Malik b. Nebi’nin, “İhanet edilen fikirler intikam alırlar.” tespiti, bu hassasiyetimize karşılık gelmektedir. Eklektik bir kimliğe bulaşmama adına ilkeli ve iradeli bir duruş sergilemek, düşünsel mirasımıza karşı göstermemiz gereken en temel sorumluluğumuzdur. Zamana karşı söyleyecek sözü olmayanlar, zamana göre söz söylemek durumuna düşerler. En temelde sorumluluğumuz, şahitliğimizin bir sonucudur. Sorumluluğumuzu ifa, imanımıza olan borcumuzun gereğidir. Sorumluluk inceliğimiz gereği bir tür refleks yeteneği edinmek gerekir. Mümin, İslami olmayan veya İslami olan kokuyu alır almaz karşı tepkiyi mutlak uyarıcı refleksle gösterebilmelidir. Aksi takdirde kalbe yönelecek sızmaları, kulağa yönelecek gürültüleri, İslam’a yönelecek saldırıları kavramakta ve okumakta gecikmeyi yaşamamız mutlak ve mukadder olacaktır. Fitne ithalatçılarına fırsat vermemenin yolu, sorumluluğu kuşanmaktan geçer. Bir mümin gencin sorumluluğunu kuşanmasında göstermesi gereken ilk hassasiyet, bireyselliği bir fitne olarak görmesi ve bireyselliğin kaynaklık ettiği anı yaşama, hazcılık, bencilleşme vb. hastalıkları kurutma çabası olmalıdır.
Resulullah (s) şöyle buyurmuştur:
“Yalnız kalan insanı şeytan kolay aldatabilir. İki kişi olursa zorlanır. Üç kişi olursa şeytan güç yetiremez…” (Ebu Davud)
“Yüz yüze konuşmak insanidir.” gerçeğinden hareketle, sohbet ruhunu tekrar canlandırabilmek, sorumluluk hukukumuzun tadını yakalamak açısından bunu, kazanmamız gereken bir mevzi olarak görmeliyiz. Sorumluluklarımızı yerine getirmede önemli bir disiplin olan endişe, her çağın sorunlarına ve sorunların dozuna karşı mümin gencin azmine artı değer katan bir imkândır. Salih amelleri ifada en büyük zindan, mazeret üretme hastalığımızdır. Sorumluluk yüklenmek gibi hürmetkâr bir tutuma karşılık görünürde en tehlikeli şey, imtihanımızı ciddiye alamamamızın bir sonucu olarak oluşan rehavet ve laubaliliğimizin gittikçe meşruiyet kazanmasıdır. Gençlerimiz, gençliği güzelleştiren, sorumluluğumuzu, şahitliğimizi anlamlandıran ve aynı zamanda değerleri temsiliyette, mesajın bereketinde gençliğimizin en büyük sermayesi olması gereken eminlik ve mütevazılık sıfatlarını her dönemden çok daha fazla kuşanmalıdırlar. Sağ muhafazakâr iktidarlarla birlikte emin vasfımız can çekişiyor, daha da çekişecek gibi görünüyor. Yeni riyakâr paralelcik yapıların ayak seslerini yer yer hissetmemiz bizleri korkutmakta, riyakârlığa karşı mütevazılık zırhını daha çok arayacağımızı söylemek içinkâhin olmaya gerek yoktur.
Gençlerimizin tarihsel sorumluluğu üstlenmede rol model şahsiyetleri tanımaları, onlardan beslenmeleri bir zarurettir. Mahallemizde model şahsiyetler vardır ve bunlar bir değer olarak gereken hürmeti görmelidir. Mus’ab b. Umeyr, Mekke’nin en varlıklı çocuğuyken, en güzel ve en pahalı elbiseler giyinirken Müslüman olduktan sonra onu Mekke sokaklarında evinden kovulmuş ve üzerindeki yamalı elbiselerle dolaşır halde gören Resulullah’ın (s) gözleri dolmuştur. Musab’ın ki bilinçli bir tercihtir. O mal zengini değil; onur, gönül, kimlik, yani şahsiyet zenginidir. Mus’ab b. Umeyr bizler için, günümüz gençleri için çok önemli bir rol model ve en iyi öğretmendir. Basiretle etrafımıza baktığımızda, sıcağı sıcağına beslenebileceğimiz Musabları görebiliriz. Onları görmemek sorumluluk yükler. “İnsanlar içinde Allah’ın en çok sevdiği kimse, kötülükleri terk edip iyiliklere yönelmiş olan gençtir.” Zaman tasavvurumuz, ibnül vakt olma hassasiyetiyle ancak anlam bulabilir. Salih amelin zamanla ilişkisini fıkheden bir nesil ancak malayani gündemlerde boğulmanın vebalini idrak edebilir.
Uhrevi damarımızın zayıflaması, sorumluluğu buharlaştırır. Güçlü bir ahiret inancı, fedakârlık duygumuzun canlı kalmasını sağlar. Sahada diri kalabilmenin bir gereği olarak, hayırlı amellerde bulunma ile ilgili mazeret üretme zaafımızı terk etmek, sorumluluğumuzun arka planındaki ideallerimize duymamız gereken saygının gereğidir. Hayatı bir nöbet gibi yaşamak, nöbet tutan bir nefer gibi gözleri açık tutmak, bir mümin gencin gelenekselleşen hassasiyeti olmalıdır. Özgürlük algımız, sorumluluğumuzun sınırlarını incitmemeli. Sorumluluk duygumuz, terbiye edilmemiş ilimden kaçınmayı zorunlu kılar. Şeytanın ileri derecede bilgili olması fakat bunun yanında ahlaksız olması bizi ürkütmelidir. Ahlaksız gücün erdemi olmayacağına göre, yaptığımız ve yapacağımız eylemlere ahlakilik kazandırmalıyız.
Allah’ın sıfatlarının yeryüzündekiyansımasının temsilcileri misyonuyla umudu diri tutabilmek, murad-ı ilahiye mutabık bir duruştur. Mademki Allah vardır, ümitsizliğe gerek yok.
“Vahyin elinden tutmayan bir akıl, ancak beş duyunun götüreceği yere kadar gider.” Bu hassasiyetle, bu adap ve bu merhametle gençlerin elinden sımsıkı tutmamız ve sahih rehberlikler üretmemiz gerekmektedir.