İskenderiye Üniversitesi hocalarından M. Muhammed Hüseyin'in çeşitli tarihlerde Kuveyt, Libya ve Riyad'da düzenlenmiş konferanslardaki konuşmalarının bir araya getirildiği kitabı; Modernizmin İslam Dünyasına Girişi İnsan Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilmiş ve 1986 yılında yayınlanmıştı.
Kitap gerek Müslümanların bazı müslümanları "modernist" nitelemesiyle suçlamalarına örneklik yapması, gerekse İslam dünyasının ünlü şahsiyetleri Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh hakkındaki birçok olumsuz iddiaya sahip olması açısından önemli işlevler gördü.
İlgili değerlendirmeleri biraz sonraya bırakıp, öncelikle teknik açıdan bazı bilgiler verelim.
İki ana bölüm ve bu bölümlerin kendi aralarında toplam dokuz başlık altında incelendiği kitabın ilk baskısı 1969'da Beyrut'da Darü'l İrşad tarafından yapılmış. Elimizdeki kitabın son baskısı 1979 yılında yapıldığı ve bazı bölümlerin eklendiğini yazar bizzat kendisi söylüyor.
Kitap "Batı ile Doğu arasında son iki yüzyılda geçen kültürel olayları, özellikle bunların İslam dünyasında açtığı yaralan ele almak1 amacıyla yazılmakla beraber diğer amacı ise yazarın ifadeleriyle "Müslümanlar'ın önemini ve tehlikesini kavrayamadıkları Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh'un maskelerini düşürmek ve böylece onların savunduğu fikirlerin aldatıcı ve sahte kuvvetlerini yıkmak"2 olarak ortaya çıkmaktadır.
Yazar ilk bölümde 17. ve 18. y.y.'da Batı karşısında güçsüz duruma düşen İslam dünyasının kurtuluşunun nerelerde arandığına dair Osmanlı padişahları ve 1805'te Mısır valiliğini alan M. Ali Paşa'nın gayretlerini inceler. Özellikle Batı'nın üstünlüğünü teknolojik alanda kabul edip girişilen tek boyutlu ve temelsiz değişim çabalarını "Böylesi güzel düşüncelerle yapılan ıslahat hareketleriyle İslam arasında herhangi bir çatışma söz konusu değildir"3 diyerek onaylayan yazar; gariptir, yine bu programlar dahilinde gerçekleşen Batı'ya öğrenci gönderme ve oradan öğretim elemanları getirip kendi ülkelerinde benzeri bir sistemi oturtma gayretlerinin İslam'ın tasfiyesi anlamına gelen Batılılaşma tohumlarının atılmasına yol açtığını söyleyecektir.4
Muhammed Hüseyin'e göre, Batılılaşma süreci Mısırlı Rifaa Tahtavi ve Hayreddin Tunüsi'den başlamaktadır.5
Genelde doğu ülkeleri özelde İslam dünyasının güçsüzlüğünü doğuran sorunlara çözüm olarak batıda karşılaştıkları siyasi düzenleri laik, milliyetçi ve liberal kimliklerine bakmaksızın savunan bu kişileri kitaplarından yaptığı uzun alıntılarla tanıtır.
Son tahlilde emperyalizme davetiye çıkarmaktan öteye gidememiş fikirlerin taşeronları olarak hatırladığımız bu isimler hakkında, edebiyatçımızın kanaati gerçekten enteresan. Sayfa 45'de "İslam'ın Batı medeniyetiyle ilk ilişkilerinin başladığı bu dönemde Tahtavi ve Hayreddin gibi kimselerin niyetleri her ne kadar iyi ve İslami renkleri açıksa da, hiç kuşkusuz, bunların düşüncelerinde yeni bir takım unsurlar ve tehlikeli düşünceler bulunur."6 Yazarımız böyle düşüne dursun bu arada bizde "İslami renkleri açık-seçik belli" olan Tahtavi'nin düşüncelerinden sadece bir tanesine şöyle bir göz atalım. Konu "Bale", savunduğu fikir erkeklerle kadınların dansıdır. "Kuşkusuz dans Araplarca da bilinen bir sanattı. Nitekim Mesudi "Murucu'y-Zeheb" adlı tarihinde buna değinir. Dans, organları dengede tutma bazısının kuvvetini diğer bazısına verme noktasında tıpkı güreş gibidir. Her güçlü olan kimse güreşmesini bilmez; bazen öyle olur ki, belli oyunları bilen zayıf bünyeli bir kimse, oyun bilmeyen kuvvetli bir kimseyi yenebilir. Her dans eden kimse, organlarını zarif bir biçimde hareket ettiremez- Şu halde dans ve güreş temelde aynı şeydir. Fransa'da hemen herkes dansla ilgilenir. Bu bir tür gençlik ve kibarlık belirtisidir; ahlaksızlık değil. Onun için dans asla utanılacak bir şey değildir. Paris'te yapılan danslar zina ve fuhuş kokan danslar değildir. Orada herkes dans edeceği kadını kendisi seçer, dans bitince de aynı kadını bir başkası alabilir. Derken bu böyle sürüp gider..."7
Yazara göre Batı sömürgecidir. Batı Hıristiyandır. Batı çeşitli oyunlar planlamış ve bunlara devam etmiştir.
Malumu ilan eden bu tesbitlerin nereye bağlanacağını merakla beklerken temel tez verilmeye başlanıyor. "Bu oyunların en tehlikelisine dikkat edelim! Adı Afgani ve Abduh olanına." Nasıl mı oynandı bu oyun yada oynanıyor? Oyunun senaryosunu merak mı ediyorsunuz, kitabın 53. ve 60. sayfalarına bakmanız yeterli:
"Batı medeniyetiyle uyum içinde yahut en azından ona yakın ve onunla çelişmeyecek bir İslam anlayışı geliştirmek. Ve İslam'ı yeni bir yoruma tabi tutmak Batı sömürgeciliğinin orduya ihtiyaç duymadan korunabilecek mekanizmayı gerçekleştirmek."8
Bu satırlar aynı zamanda edebiyatçımızın yavaş yavaş kontrolden çıkan iddiaları için bir başlangıç niteliğinde.
Yazar ümmetin yeraltı ve yer üstü zenginliklerini Batı emperyalizmine sunan ve Batı yaşam tarzını saray ve konaklara taşıyan mevcut sultaların varlığına yöneltmesi gereken eleştirilerini bu sultalara ve Batı emperyalizmine karşı çıktığı için Mısır'dan, Hindistan'dan, İstanbul'dan sürülen fikir özgürlüğünün beşiği sayılan Fransa'da dergileri kapatılan Afgani ve Abduh'a yöneltebilmiştir.
Yine yazarın göreceli olarak çok daha az önemsediği Tahtavi, Hayreddin gibi insanların fikirlerinin tanıtımına ciddi özen göstermesine rağmen, asıl tehlike olarak lanse ettiği Afgani ve Abduh'a böyle bir imkan vermemesi, bu ikiliye ait orjinal kaynaklardan adeta kaçması anlaşılır gibi değildir. Onların değerlendirilmesi ikinci üçüncü şahısların kişisel gözlemlerine, kaynağı belli olmayan rivayetlere terk edilmiştir. Bir de bunlara yazarın kimden ve nereden aldığı belli olmayan bir yetkiyle, kendisiyle farklılaşan her ekolü kolaylıkla sapık ilan eden anlamsız basiretsizliği de eklenince kitap, eleştiri olmaktan çıkmış, her türlü aleyhte iddianın üstelik hiç bir tutarlılık aranmaksızın kendisine yer bulduğu bir karalama zeminine dönüşmüştür.
Bu garabet yaklaşımın sakatlığı ortadadır. Zira aynı metodlar delil olacaksa başta Mehmet Akif Ersoy, Reşid Rıza, Murtaza Mutahhari olmak üzere bir çok Müslümanın Afgani ve Abduh hakkındaki övgü dolu söz, yazı ve gözlemlerini de karşı delil kabul etmek gerekmez miydi?
Elbette ki gerekir. Ancak bu da yazarımızdan yapamayacağı bir şeyi istemek olacaktır. Kitabın 93. sayfası bunun nedenini gayet iyi açıklamakta. M. Hüseyin burada Şeyh Cenbihi'nin ağzından "Abduh, Taha Hüseyin ve onun izinden gidenler" olarak başladığı paragrafında ilgili insanlar hakkındaki düşüncelerini ifade etmektedir.
Abduh ve Afgani ile Taha Hüseyin gibilerini aynı saftaymış aynı misyonun savunucularıymış gibi gösteren bu bakış açısını sık sık kullanan Yazar'ın, bu yaklaşımına daha sonra dönmek üzere 93. sayfaya bir göz atalım (Burada alıntı yapmayı ahlaken uygun görmediğimiz cinsellikle ilgili bazı galiz ifadelerden sonra bu kişiler şu ifadelerle itham ediliyor):
" ..yani sapık mağrur, kötü dilli ve kötü yaşayışlı, EDEP ve TERBİYE yoksunu kötü yollara sapmış, şeytan gibi inatçı ve ısrarlı, ne dediğini ve ne yaptığını bilmez, sonucu kestirmeden faziletli kimselere karşı aykırı davranışlara giren"9 anlamlarındaki "buza" kelimesi bu insanların genel sıfatı olarak sunuluyor.
Kitabın 3. bölümünde bu tek boyutlu ve yanlı mantığa örnek olabilecek o kadar konu var ki; bunlardan çarpıcı olabilecek bir iki tanesine değinmek sanırım yeterli olur. Mesela 73 ve 74. sayfalarda Afgani'nin Batini İsmailiyye mezhebiyle bağlantısı kurulup, buna delil olarak da "Urvetül Vüska" isimli gizli örgüt kurması gösterilmiş.
Oysa Afgani, Müslümanlar'da zayıflama hadisesinin gerçekte Batinilik'in ve pozitivist materyalist inançların ortaya çıkmasından itibaren başladığını söylemektedir. O'na göre bu zayıflığın başlangıcı ve belirtileri Haçlı seferlerine dayanmamaktadır. Belki bunlar bu zayıflığın belirtileridir. O halde Haçlı seferlerine ve Moğol saldırılarına ortam hazırlayan asıl etken materyalist kökenli bu Batıni itikadlardır.10
Diğer yandan yazarın delil olarak sunduğu gizli örgüte; gelince, İslam ülkelerinin emperyalizm ve istibdat tarafından kuşatıldığı bir dönemde açık bir örgütlenmeyi olsa olsa sultanların jurnalcileri ve dönemin egemen gücü İngiliz entelijansiyası isteyebilirdi. Yazarın İslami harekete ve İslami mücadelenin gerekliliklerine yabancılığı bu tesbitlerinde cahilce sırıtmaktadır. Her halde zat-ı muhterem geleneksel kavramlar indeksi içinde o kadar boğulmuş olacak ki Kur'an'ı ve Resulullah'ın Sireti'ni; Rabbani bir mücadelenin sünnetini yakalama gözlüğüyle hiç okumamıştır. Kaldı ki Afgani ve Abduh yazarın ima ettiği gizliliği hiç bir zaman mesajın anlatılması ve temsili noktasında anlamamışlardır. Onların yazdıkları kitaplar, çıkardıkları dergiler bunun hiç bir kapalılığa mahal vermeyecek en güzel delilleridir. Evet onlar Urvetu'l Vüska adlı gizli bir örgüt kurmuşlardır. Ama bu örgüt çağımızdaki tüm İslami hareketlerin ilham kaynağını oluşturan aynı adla çok fonksiyonel bir dergi çıkartma açıklığını ve başarısını da göstermişlerdir.
Yine yazarımıza göre Afgani Allah tanımaz bir tabiatçı bir naturalist olarak gösterilmektedir. "...Çünkü o, Allah'ın varlığına inanmayan bir tabiatçıydı."11 iddia bile olmaktan uzak bu komik iftiranın ondan da komik arka planını kitabın 95. sayfasından öğreniyoruz. Ezher alimlerinden Temyiz Mahkemesi ve Vakıflar Başkanı Şeyh Cenbihi ile Afgani arasında kudsi hadislerle ilgili bir tartışma geçmiş12 ve böyle bir sözün Allah'a ait olamayacağını ispatlamaya çalışan Afgani, otomatik olarak Allah'ın varlığına inanmayan bir naturaliste dönüşmüştür.
"Çamur at tutmazsa izi kalır."
Oysa Afgani; Er-Reddu ala'd-Dehriyyin isimli bir kitap yazmıştır.13 Türünün ilk örneği olan bu kitabında, dehriler adını verdiği bu kişilerin aslında ne yapmak istediklerini, amaçlarının ne olduğunu açık seçik belirtmiş olmasına rağmen bir başka yerde bunu yapmakla amacının bu topluluğu karalamak değil sadece hakkı ortaya çıkarmak olduğunu belirterek şöyle der. "Bu sözlerimizle Hindistan'daki dehrileri karalamak amacında olduğumuzu hiç kimse sanmasın. Hayır gerçekte onların ilimden ve insanlıktan nasibleri yoktur. Onlar muhatab kabul edilmekten de çok uzaktadırlar. Ayrıca kınama ve eleştiri derecesinin bile çok altında kalmaktadırlar. Bizim esas amacımız sadece hakkı ilan etmek ve gerçeği ortaya koymaktır."14
Yazarın bu yaklaşımı aynı zamanda iki yüzlü tavrının bir örneğidir. Bunun en açık delili Abduh ile Seyyid Ahmed Han keza Afgani ile Tahtavi arasında yaptığı benzetmelerde, o çok eleştirdiği oryantalistlerin perspektifine ve üslubuna sarılmasında görülür.
Hatırlanacağı gibi oryantalistler Ahmed Han'ın modernist hareketiyle Afgani ve Abduh hareketinin ıslahatçı karakterini birbirine karıştırmak istemişler; böylece temel işlevi Müslümanlar'ın emperyalizme karşı direnme şevklerini ve ümitlerini İslami bir görüntü altında kırmak olan Ahmed Han'ın misyonunu güçlendirmeye çalışmışlardır.
Oysa Afgani ve Abduh gerçek birer ıslahatçı idiler. Kur'an-ı Kerim'in muhkem nasslarını temel belirleyici edinerek tevhid ve adalet ilkelerini ikame etmeye çalışıyorlardı. İşte bu yüzdendir ki başta Ahmed Han olmak üzere emperyalizmin işbirlikçisi modernist çizgiden tamamen uzaktılar. Urvetu'l Vuska dergisinde konuya bakışlarını açık şekilde dile getirmişlerdi:
"... Ahmed Han'ın bu yöntemi İngilizlerin ilgisini çekti. Müslümanların inançlarını bozmak için kendisinin en güzel araç olduğunu gördüler. Hemen destek ve ikram yoluna koyuldular. O'nun Aligarh'ta bir Medrese kurmasına yardım ettiler. Müslüman çocukları Ahmed Han Bahadır'ın düşüncesiyle yetiştirmek üzere kurulan bir tuzak hükmündeki bu medresenin adını "El-Muhammediyyin" olarak koydular. Ahmed Han Kur'an-ı Kerim'in bir tefsirini de yazarak ayetleri tahrif etti ve Allah'ın indirdiklerini değiştirdi..."15
"? Bunun üzerine Ahmed Han'ın bozuk mezhebini ve buna terettüp eden bozuklukları belirtmek amacıyla bir risale yazdık..."16
Durum böyleyken yazarın kafir ve fasıkların yazılarına ve şahitliklerine sıkça baş vurduğu bir takım alıntılar ve kendi kuruntuları ile Afgani ve Abduh'u modernist suçlamasıyla yaftalamaya ve küçük düşürmeye çalışması, saf olamayacak kadar kurnaz, samimi olamayacak kadar da hain bir mantığın ürünü olabilir ancak.
Yazar bunların ardından Afgani'nin masonluğu meselesine gelmekte ve bu konuyu da fütursuzca çarpıtmakta.
Masonluk Teşkilatı Batı-dışı ülkelere özgürlük, kardeşlik gibi her devirde hoşa giden vaatler ve sloganlarla girmiş, kısa sürede Mısır ve Osmanlı devletinde olmak üzere, bir çok aydın ve devlet adamını içine çekmiştir. İşte Afgani, etrafında olup biten her siyasi oluşuma duyduğu genel ilgiyi buraya da yansıttı. Böylesi merkezi bir kuruluşu hem tanımak hem de üretilen projeleri toplumun önde gelenlerinin iltifat ettiği bu mekanda bazı etkili kişilere daha iyi anlatabilmek düşüncesiyle bu teşkilata girmişti. Afgani'ye göre, emperyalizmin kuşattığı İslam ülkelerinde halk arasında batılı değerler hızla yaygınlaştırılırken ve halk, sömürgeleşmeye müsait haliyle daha da ölümcül bir hastalığa yenik düşmekteyken, durumun daha da kötüye gitmesini engelleyecek acil tedbirler gerekiyordu. Müslüman halklar arasında modernizm, kurumlaşma konusunda gittikçe güç kazanırken uzun vadeli kitlesel çalışmalara yönelmek değil, kitleleri sömürgeleşme belasına karşı uyandırıp acil ve hızlı olarak ıslahat projelerine yöneltmek gerekiyordu.
Ancak yazar, ümmetin bu hususunu ve o dönem için devlet ricali, subay ve aydınları bu teşkilatlarda toplanmalarının ne anlama geleceğini tartışmaya bile açmaya gerek duymaz. Bunların yerine sayfalarca şiir alır. İşte Afgani, Abduh ve Reşid Rıza'ya yazılmış bir şiirden küçük bir pasaj:
"Ayrılmamış ondan, o haliyle camiye gelmiş o, / Namaz kılmış abdest almadan / Onlardan bir başkası da namaz kılmış / Cunup olduğu halde, gusletmeden. / Onlardan her birinin yüzünde bir karanlık alameti vardır."17
Bu tür çirkin ve iftira dolu şiirler kitapta dokuz sayfalık bir yer kaplamaktadır. Oysa o dönemde Mason Locaları'nın bir imkan olup olmayacağını bizatihi vakıayı yakından tanıyarak öğrenmeye çalışan Afgani ve Abduh, kısa zaman sonra bu locaların ihanet yuvalan olduğunu anlayarak localardan ayrılmış sözlü ve daha sonra yazılı olarak kamuoyunu aydınlatmışlardır.18
Yazar daha sonra diğer çözümlere geçer. Burada ilk olarak Gibb, Smith, Cromer, Velloyd'un eserlerinden alıntılarla modernizme ve emperyalizme yönelik eleştirilerini mevcut statükoyu hiç sorgulamadan çelişkiler içinde ifade etmeye çalışmaktadır.
Birçok yazarın, hareket adamının kısa kısa eleştirisini yapan ve Arap milliyetçiliği, hümanizm gibi fikirlere de değinen yazar, temelde bu fikirlere karşı da olsa alternatif olarak ortaya ciddi hiç bir çözüm sunmamaktadır. Statükonun içinde yapılan bu değerlendirmeler tek boyutlu ve Müslümanlar'ın bugün yaşadığı acıların çaresi olmaktan uzaktır. Bu ve benzeri sorunları kültürel bir zeminde ele almak onun emperyalist sistemdeki sonuçlarına ilaç olmayacaktır. Unutulmamalıdır ki bu fikirler ve onların savunucuları ancak onlara kaynaklık eden sistemi aştığımız ölçülerde çözüleceklerdir.
Kitaplar vardır; yazılmış, içinde düşünce denen o sihirli şeyi boş yere aradığınız.
Okurken kendinizi bir anda kirin, çamurun, pisliğin içinde bulduğunuz, insaf dedirten.
Yazılmış olan kitaplar vardır, yazı denen sahtekarlığın oyunundan, harflerin karanlık yüzlerinden...
Kimisi vardır sırf ticaret içindir.
Kimisi de besleme kalemlerden çıkmıştır; kasıtlı yanlış bilgi veren.
Bir de böylesi kitapların yazarları vardır tıpkı; M. Muhammed Hüseyin gibi...
Asıl amacı İslami hareketin ve ıslahatçı çabaların önderlerine, gelenekçi kimliğe bürünerek işbirlikçi iktidarların gönlüne su serpercesine iftiralar atmak ve emperyalistlerin kara çalmalarını meşrulaştırmak olan bu yazarın bu kitabının, Müslümanlar'ın sahip olduğu bir yayınevi tarafından Türkçe'ye çevrilip, -sadece bir yerde ucuz bir mazeret şerhi düşülerek-19 yayınlaması gerçekten üzücü ve ilkesiz bir tutumdur.
Dipnotlar:
1- M. Muhammed Hüseyin, Modernizmin İslam Dünyasına Girişi, s.9, İnsan Yay. İst./1986.
2- A.g.e.,s.1O, 60,69.
3- A.g.e., s.45.
4- A.g.e., s.23.
5- A.g.e., s.22.
6- A.g.e., s.45.
7- A.g.e., s.42.
8- A.g.e., s. 53,60,61.
9- A.g.e., s.93.
10- Bkz. Muhammed el-Behiy, Çağdaş İslam Düşüncesinin Oluşumu, s.S6, Girişim Yay., İst/1986.
11- M. M. Hüseyin, A.g.e., s.95.
12- A.g.e., s. 95,96. Bu kudsi hadis şöyle: "Ben bir gizli hazineydim bilinmek istedim, mahlukatı yarattım beni bildiler..."
13- C. Afgani. Tabiatçılığa Reddiye: Bu eser mahalli şartlar da gözetilerek yazıldığı için, devrinde modern bir kelam ilmi olarak tanımlanmasına rağmen günümüzün bilgi birikim açısından ele alındığında iç tutarlılığı olsa da içerik ve uslub olarak tatmin edici değildir.
14- M. el- Behiy, A.g.e., s.82. (Urvetü'l Vuska'dan alıntı)
15- Hak Söz Dergisi, Sayı. 29, Urvetü'l Vuska'dan alıntı.
16- A.g.m.
17- M. Hüseyin, A.g.e., s. 107.
18- Hak Söz, Sayı.28, Reşid Razı, El-Manar, C.8, s, 401-403'ten alıntı.
19- M.Hüseyin. A.g.e. s. 116