İsrail’in Gazze’ye düzenlediği ve yaklaşık bin beş yüz Filistinlinin şehit olduğu saldırı esnasında ve saldırı sonrasında yaşanan olaylar uzunca bir süre medyayı meşgul etti. Operasyon sırasında Türkiye’de halkın İsrail’e karşı yönelttiği haklı tepkilere hem olayın sıcaklığı hem de İsrail’in vahşeti nedeniyle fazla ses çıkaramayan; ancak halkın ümmet şuuruyla ortaya koyduğu tepki ve eylemlerden de hiç hoşnut olmayan Siyonist muhibbi gazete ve televizyonlar operasyon sonrasında havayı yumuşatmaya, vahşi saldırıyı unutturmaya, İsrail’e karşı oluşan nefreti savuşturmaya dönük yayınlar yaptı. Özellikle Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Davos’taki çıkışıyla birlikte bu tartışmaların boyutu Türkiye’nin dünya siyasetindeki konumunun bundan sonra ne olacağı konusuna düğümlendi. Ancak Doğan Grubu yazarlarının hemen her yorumlarının arasına serpiştirmeye çalıştıkları HAMAS’ın bir “terör örgütü” olduğu ve İsrail’in saldırısının arkasında yatan nedenin HAMAS’ın İsrail’e attığı füzelerin olduğu şeklindeki ifadeleri Türkiye’de medyanın İsrail ağzıyla konuştuğunun en önemli göstergesini oluşturuyor.
AKP yanlısı muhafazakâr medya ise İsrail’e karşı net bir tavır almasına karşın iş HAMAS’ı ve İslami direnişi desteklemeye gelince aynı netliği gösteremedi. Bir nevi AKP Hükümeti’yle aynı kararsızlığı yaşadı. Elbette ki bu gazetelerde hakikati cesurca dile getiren değerli kalemler var ama ne yazık ki HAMAS’ı suçlama konusunda Doğan Grubu yazarlarıyla yarışanlar da var. Kahir ekseriyet ise Ortadoğu barış görüşmelerine ve bu görüşmelerin devam etmesine umut bağlıyor. Arap ülkelerinde demokrasinin yerleşmesiyle ve bu arada İsrail’in de saldırgan politikalarından vazgeçmesiyle Ortadoğu’daki sorunun çözülebileceği düşüncesi hâkim.
Gazze katliamı ve sonrasında gelişen olayları değerlendirdiğimizde ortaya çıkan bazı sonuçlar var. Bunlardan birincisi HAMAS’ın İsrail’e karşı kazanmış olduğu zaferin, İslami direnişin Siyonizm’e ve emperyalizme karşı kazandığı bir zafer olduğu gerçeğidir. İslam dünyasının en az yüz elli yıldır içinde bulunduğu Batılılaşma süreci İslam dünyasını hem siyasi hem de toplumsal olarak parçalamıştı. Osmanlı’nın yıkılışından sonra İslam coğrafyasının büyük bölümü de Batılılar tarafından sömürgeleştirilmiş, sömürgeleştirilemeyen yerler ise Batı eksenli ulus devletlere dönüştürülmüştü. İşte bu süreçte sömürgeciliğe karşı oluşan direniş hareketlerinin ideolojisini İslamcılık değil de milliyetçilik veya sosyalizm gibi Batılı ideolojiler oluşturdu. Özellikle de Arap coğrafyasında Arap milliyetçiliği, Arap sosyalizmi gibi ideolojiler yoluyla bağımsızlık mücadelesi verilirken, İsrail’in kurulmasıyla bu ideolojiler Siyonizm’le mücadelenin de düşünsel alt yapısını oluşturdular. Ancak bu ideolojiler hem Siyonizm’le hem de emperyalizmle mücadelede büyük başarısızlıklar yaşadı. Arap devletleri İsrail’le yaptıkları bütün savaşları kaybedip İsrail’in topraklarını her seferinde daha da genişletmesine neden oldular. Dış politikada bu başarısızlıkları yaşarken iç politikada ise İslami muhalefeti şiddet yoluyla ezerek Batı desteğini arkasına alan işbirlikçi yönetimlere dönüştüler. Arkasında hiçbir halk desteği bulunmayan, iktidarlarını baskı ve şiddet yoluyla koruyan otoriter yönetimler kendi ülkelerindeki toplumsal muhalefeti bastırma görevini üstlendiler. Ancak yaşanan son süreç gösterdi ki milliyetçilik ve sosyalizm gibi Batı kökenli ideolojiler yoluyla Batı’ya karşı başarı kazanılamaz. Örneğin sahih bir dine ve güçlü bir geleneğe sahip olmayan Latin Amerika ülkelerinde sosyalizm ve türevi ideolojiler bir direniş ideolojisi olarak kullanılabilir. Ancak korunmuş bir ilahi kitabı ve onu sosyalleştiren bir peygamberin örnekliğine sahip olan Müslümanların, seküler ideolojiler yoluyla Batı emperyalizmiyle mücadeleye kalkışması, sonucu baştan belli bir durumdur.
Gerek İsrail’in 2006 yılındaki Lübnan saldırısı ve bu saldırıda Hizbullah karşısında almış olduğu mağlubiyet gerekse de Gazze saldırısı ve bu saldırıda HAMAS’ın zaferi gösterdi ki İslam dünyası Batı’ya karşı hem siyasi, hem askeri, hem de felsefi alanda yalnızca İslami bir düşünce ve pratik aracılığıyla direnebilir. Emperyalizme, Siyonizm’e ve işbirlikçi yöneticilere karşı mücadele etmenin yegâne yolu ve ideolojisi İslamcılıktır. İsrail’i, yıllarca düşman olarak gördüğü el-Fetih’le anlaşma yapmaya iten neden de budur. ABD’yi kendi güdümündeki diktatörlerden vazgeçirip Ortadoğu’da demokrasiyi yerleştirmeye zorlayan BOP, ılımlı İslam gibi projeleri hazırlatan neden de budur. Ancak diğer Batılı ideolojiler gibi demokrasi de İslam dünyasına ve Müslümanlara bir fayda sağlamayacaktır. Bugün Batı dünyası bölgede İslami taleplerinden vazgeçmiş ve küresel sisteme eklemlenmiş demokratik ülkeler istiyor. Dolayısıyla Gazze direnişinin en önemli sonucu; İsrail’e ve Batı’ya karşı zaferin ancak İslami direniş yoluyla kazanılabileceğinin ortaya çıkmış olmasıdır.
Gazze savaşının diğer önemli sonucu ise Ortadoğu’daki barış girişimlerinin ve görüşmelerinin beyhude çabalar olmaktan öteye gidemeyeceğidir. Çünkü İsrail kendi işgallerini meşrulaştırmayan ve bölgede kendi varlığını tehdit eden her unsuru tasfiye etmeyen bir barışı asla kabul etmez. Böyle bir barışı da çok mümkün görmediğinden saldırgan politikalarından vazgeçmez. Yaser Arafat’la bile bir barış anlaşması imzalayamayan İsrail, işbirlikçi Mahmud Abbas ve yönetimiyle birlikte umutlanmıştı; ancak bunu da gerçekleştiremedi. AKP eliyle yürütülen son arabuluculuk çalışmaları da gösterdi ki İsrail canı istediği zaman bütün görüşmeleri tek taraflı olarak askıya alıp, tarafların hiçbirisini dikkate almadan canının istediği yere operasyon yapmak, yüzlerce insanı vahşice katletmek; hatta uluslararası sözleşmelerle kullanımı yasaklanmış silahları kullanmak, sonra da operasyonu bitirip, askerlerini geri çekip “Hadi nerede kalmıştık? Şu barış görüşmelerine devam edelim!” diyebilme yüzsüzlüğünü ve utanmazlığını gösterebilmektedir. Gazze katliamı sırasında ve sonrasında Hükümet’in HAMAS yanlısı bir tutum takındığını ve arabuluculuk şansını kaybettiğini söyleyen gazeteci ve yorumcular İsrail’in aynı yüzsüzlüğü bir kez daha yapmayacağından, iki yıl sonra barış görüşmelerini ortada bırakıp yeni bir savaşa girmeyeceğinden nasıl emin olmaktadırlar? Yoksa bu yazar ve yorumcuların barış görüşmelerinden bekledikleri İsrail’in beklentileriyle aynı mıdır?
Öyleyse İsrail’in İslam topraklarındaki ve hele de Kudüs’teki işgalini onaylayan ve meşrulaştıran bir barış görüşmesi nasıl kabul edilebilir? Çünkü bu bir barış sözleşmesi değil, bir teslim sözleşmesi olabilir. Barış görüşmeleri karşılıklı tavizler üzerine kurulur. Peki, böyle bir görüşmede İsrail’in vereceği tavizler neler olacaktır? Örneğin İsrail’in Golan Tepeleri’nden çekilmeyi kabul etmesi karşılığında isteyeceği taviz İslam dünyası için Golan Tepeleri’nin işgalinden daha elim sonuçlar doğuracak bir taviz olacaktır. İsrail daha azıyla asla yetinmez. Yine İsrail HAMAS ve Hizbullah gibi örgütler tasfiye olmadan, hatta İran yola getirilmeden asla bir anlaşmanın tarafı olmaz. O nedenle Ortadoğu’daki barış görüşmelerinden olumlu sonuçlar bekleyenler oturup bir kez daha düşünmelidir.
Başbakan’ın ve Hükümet’in Tavrı
Gazze katliamı esnasında Başbakan Erdoğan’ın yaptığı sert açıklamalar da uzun süre tartışıldı. Bir de üstüne Başbakan’ın Davos’ta yaptığı çıkış eklenince Hükümet laik medya tarafından HAMAS yanlısı olmakla “suçlandı”. Başbakan’ın İsrail aleyhine yaptığı sert açıklamaların arkasında insani nedenlerin payının olduğu inkâr edilemez. O da herkes gibi kadınların, çocukların acımasızca katledilmesinden rahatsızlık duymuştur. Fakat Türk dış politikasında pek de alışık olmadığımız bu tepkilerin ardında AKP’yi zora sokan ve hatta küçük düşüren bazı nedenler de var. AKP iktidara geldiği günden bu yana BOP’u destekliyor ve bu çerçevede Ortadoğu’da kalıcı barışı getireceğine inandığı diplomatik ataklar yapıyor. İslam ülkelerinde demokratik yapıların oluşturulması konusunda ABD’nin ve AB’nin desteğini almış durumda. İsrail’le Suriye arasında dolaylı görüşmeler başlatıp bunu da iç politikaya tevil ederek Hükümet’in Türkiye’yi Ortadoğu’da bölgesel bir güç haline getirdiği, bölgede kimsenin Türkiye’ye rağmen bir şey yapamayacağı imajını yerleştirmeye çalıştı. Tam da bu zamanda İsrail’in Gazze operasyonu AKP’nin bütün hesaplarını bozdu. Hükümet’in dış politika stratejisini çökerterek AKP’yi politikasız bıraktı. Kendi seçmeni üzerinde oluşturmak istediği “bölgesel güç Türkiye” imajı bir anda yıkıldı. Başbakan’ın danışmanı Ahmet Davutoğlu’nun da dediği gibi “BOP bitti”. Türkiye’nin İslam dünyasındaki yegâne laik ve demokratik ülke olduğu, muhafazakâr demokrasinin İslam dünyası için bir model olduğu safsataları da bitti. Ayrıca İsrail’in saldırısının Ehud Olmert’in barış görüşmeleri bağlamında yaptığı Türkiye ziyaretinin hemen ardından başlaması Hükümet için ayrı bir sıkıntı yarattı.
Dolayısıyla Başbakan’ın İsrail karşıtı sert ve saldırgan açıklamalarının arkasında İsrail’in AKP’yi ters köşeye yatırmasının ve Ortadoğu’da politikasız bırakmasının da payı büyük. Hatırlanacak olursa Tayyip Erdoğan aynı saldırgan üslubu yaz aylarında AKP ile ilgili kapatma davasından sonra iç siyasette kullanmaya başlamıştı. Çünkü dava sonucunda AKP kapatılmamış; ancak Kürt sorununa dönük açılımlarda, sivil anayasa hazırlıklarında, AB reformlarında geri adımlar atmış, başörtüsü meselesinin çözümü tamamen rafa kaldırılmıştı. AKP’nin iç politika stratejisi ve muhafazakâr demokrat siyaseti büyük darbe almıştı. Başbakan’ın, iç politikada uğradığı büyük başarısızlığın ardından kullanmaya başladığı saldırgan üslubu dış politika başarısızlığından sonra da kullanmaya başlaması dikkat çekici bir durum. İsrail’e bağırıp çağırırken İsrail’le ilişkilerin kesilmesi taleplerine “Bekâra karı boşamak kolay!” şeklinde bir cevap vermesi Başbakan’ın ve Hükümet’in yaşadığı psikolojiyi göstermesi bakımından manidardı.
Başbakan’ın Davos’taki sert çıkışını ve restini de aynı psikolojiye bağlamak mümkün. Aslında söylemek istediği şu: “Biz BOP için uğraşalım didinelim; sonra siz bir çuval inciri berbat edin.” Çünkü eğer İsrail öldürmeyi iyi biliyorsa, Filistin’e tankların üzerinde girmekten mutluluk duyan başbakanları varsa, eğer İsrail devlet olma vasfını yitirmişse neden milyarlarca dolarlık ticaret anlaşmalarınızı bitirmiyorsunuz, neden İsrail uçaklarına Konya semalarında eğitim yaptırıp bu terör devletinin katliamlarına ortak oluyorsunuz? İlişkilerin kesilmesi için uygun zamanın gelmesi bekleniyorsa, o uygun zamanın hiç gelmeyeceğini Başbakan da çok iyi biliyor. Kaldı ki Davos’ta yaptığı sert açıklamaların hemen akabinde sert çıkışının nedenini milliyetçi bir jargonla açıklayarak, söylediklerini meşrulaştırmaya çalıştı. “Ben bir kabile reisi değilim, kimse Türkiye Cumhuriyeti başbakanını o şekilde susturamaz!” şeklindeki açıklamalarıyla devletin itibarını kurtarmaya çalıştığı izlenimi vererek, Türkiye’de halkın desteğini almayı başardığı gibi muhalefeti de susturdu. Bir hükümet dış politikadaki tavrını kesin ve net bir biçimde ortaya koyamayınca bu tür ikilemlere, zevahiri kurtarma durumlarına düşmekten kurtulamıyor. HAMAS’ın seçimle işbaşına gelmiş meşru hükümet olduğunu söyleyen AKP’nin şubat ayı içerisinde hiçbir siyasi kimliği kalmamış Mahmud Abbas’ı Türkiye’ye çağırıp onunla görüşmesi, Gazze ambargosunun katliamının sorumlularından Hüsnü Mübarek’le Türkiye’de görüşmeler yapması HAMAS yanlısı görünümden kurtulma çabalarından başka bir şey değildi.
Anti-Semitizm Tartışmaları
Gazze katliamının ardından medyada çokça tartışılan konulardan biri de anti-semitizmdi. Halkın İsrail’e karşı gösterdiği tepkiden, hemen her ilde çok sayıda kişinin katılımıyla gerçekleşen eylemlerden, Amerikan ve İsrail mallarına yapılan boykot çağrılarından ürken Doğan Grubu medyası “Türkiye anti-semitizme mi kayıyor?” tartışması başlattı. Ermenilerden özür dileme kampanyasına ihtiyatla yaklaşan Doğan Grubu söz konusu İsrail ve Yahudiler olunca hemen tarafını belli edip anti-semitizm karşıtı yayınlar yapmaya koyuldu.
Muhafazakâr gazetelerin yazarları da kısa süre sonra bu tartışmaya katılıp anti-semitizmi lanetleyen yazılar yazdı. Anti-semitizm konusu İsrail’in saldırganlaştığı, katliamlar yaptığı her dönemde hemen tüm dünyada gündeme gelen bir konu. Hatta böyle dönemlerde II. Dünya Savaşı’ndaki Yahudi soykırımını anlatan filmler ve diziler televizyonlarda yayınlanmaya başlanır. Anti-semitizm İsrail’in saldırganlığına ve Yahudi sermayesinin dünya ekonomisi ve medyası üzerindeki egemenliğine karşı Yahudilere karşı duyulan öfke ve nefreti azaltmak, belli bir seviyede tutmak, Yahudilere karşı oluşacak tepkileri kontrol altında tutmak ve böylece İsrail’e bir hareket alanı kazandırmak amacıyla kullanılan bir kavramdır. Çünkü gerek İsrail’in saldırganlığı gerekse de Yahudi sermayesinin dünya ekonomisi ve medyası üzerindeki egemenliği insanlar üzerinde anti-semitist düşünceler oluşturabiliyor. Dolayısıyla anti-semitizme yüklenen negatif anlam Yahudi karşıtı tepkileri belirli bir sınırın ötesine geçirmiyor. Üstelik anti-semitizm yoluyla Siyonizm içindeki ırkçılık da gözlerden kaçırılıyor.
İsrail’in bin beş yüz Müslümanı hunharca katlettiği ve kamuoyu yoklamalarına göre İsrail halkının yüzde doksan beşinin bu operasyona destek verdiği bir dönemde Türkiye medyasının sanki bin beş yüz Yahudi ölmüş gibi anti-semitizm tartışması başlatması, Yahudilere dönük tepkilerden rahatsız olması dikkat çekici bir durum. Eğer böyle bir zamanda insanlık adına bir hassasiyet gösterilecekse bu Gazzeli Müslümanlara karşı gösterilmeli ve insanlık adına bir tepki gösterilecekse bu tepki de Gazze’de insanlığı katleden İsrail’e gösterilmeli. Muhafazakâr gazete yazarlarının anti-semitizm karşıtı yazıları da bir yaranma çabasından, kendini demokrat gösterme gayretinden başka bir şey değil. Anti-semitizme karşı olmanıza bir şey dediğimiz yok. Ancak bu tartışmanın Gazze operasyonu bağlamında yapılması yanlış ve zamansızdı. Batı medyasının her fırsatta Müslümanları terörist gibi göstermeye çalıştığı, Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a hakaretler ettiği bir dönemde terörist İsrail’i aklar gibi görünmek insafa sığmayan bir durum. Laik gazete yazarları başörtülülere göstermediği hassasiyeti Musevi cemaatine gösterirken hiçbir Müslüman sizden İsrail’i eleştiren yazılarınızın arasına “Ancak anti-semitizme de karşıyız!” ifadelerini sıkıştırmanızı beklemiyor.