Âkif Emre’ye…
“bir savaş olmadıkça bazı insanları meydanda göremezsiniz”
{Aliya,yaşamının zambak kokan ilkbaharında insan nefesine değen Rahman’ın işaretlerini annesinden dinledi, gördü ve okudu. Anladı ve yaşadı. Bilgeliğin doğu kapısından yola çıktı ilkin. Arşı, gökyüzüne bakarak arşınladı. Sonra batı kapısına vardı. En temel metinlerinde soluksuz yüzdü. Yorgun gözlerini okuyarak onardı. Kalbini aklıyla tanıştırdı; aklını kalbiyle tartıştırdı. İçindeki dünyayı doğurdu, emzirdi ve büyüttü. Hazmettiği tohumlar bire on başak verdi. Vahyi büyük bir yük, bir sorumluluk olarak bildi ve yüklendi.Yanmayı ve yanarak aydınlatmayı kabul etti. Sığamaz oldu dünyanın dar caddelerine. İçeri alındı. Mahpusa ve mahkûma şeref aşısına katıldı. İşte, devrin aynası, anın vesikası bu foto suret miras kaldı: Üç numara saçlar, toprak rengine bulanmış parka. Teslim olmayı reddeden muzip bir çift göz… Kalbindeki defineyi görecek gözleri yoktu hasmın. Ayva tüylerini yeni dökmenin hemen ertesinde. Yirmi yaşında. Beş mart, kırk altı. Sıra no: Yüz elli sekiz taksim on. Eğreti duran sac plakaya tebeşirle yazılı adını gururla taşıyor. Bakışlar mağrur. Muzaffer. Israr ve kararlılık sağanak yağmur bakışlarda. İzzet Bey’in torunu Ali. Gözleri, fotoğraf çekenleri mahkûm ediyor sessizce.Alnı, açık denizleri ve direnişi işaret ediyor. Kısacası; her lahza umut tesviye ediliyor yüzünde.}
***
{Aliya, yaşamının fesleğen kokan yazında bilgelik aşısında. Kalem, dergi ve kitapların yakıştığı eller sahibi. Kalemin ve kelamın eskimez kalesi. Yazarken, çocuklarının baş harfini müstear yapan adam.Okumayı ve yazmayı çocukları kadar seven. Onuru, özgürlüğü ve kurtuluşu satırlarda arayan, bulan adam. Bir parça ekmekten ziyade güzel bir mektubu özleyen, gözetleyen. Nerede olursa olsun satırlara iltica eden. Elinden, gözlerinden öpen her satır ve sahifeye kıymet biçen. Doğudan ve batıdan harf ve kelimelerin koşa koşa geldiği kadirşinas bilge. Adaleti, ahlakı, ölçüyü kitap ve kalem ile alan, tartan, dağıtan ve çoğaltan. Aliya, kitabın en yalın ve en insan hali.}
***
{Aliya, yaşamının zakkum kokan kışında askerlere zafer aşısında. Tahmil edilmiş bir savaşın herhangi bir cephesi. Kamuflaj; askerin her an toprakla bir olacakmış gibi üzerinde duran haki libası. Kapüşonun yakasını baş ve işaret parmağı ile düşmesin diye kavradığı an naif faniliği hatırlatmada. Bakışı, duruşu savaşın asli olmadığını haykırmakta. Gözlerinde hep öteyi imleyen bir asil duruş var. Buraya ait olmayan. Dudakları dünyanın ne denli önemsiz olduğunu fısıldıyor. Bere, kapüşon ve postal içinde bile sivil. Asker selamı ve duası kaldı aklımızda. Kar yağarken dua ettiği an kazanmıştı zaten. Silaha sırt çevirmiş komutan. Hasmıyla harf ve kelimelerle harp eden. Sözün gücüne iman eden.}
***
{Aliya, çocuklara umut aşısında. Bir hüzün şarkısı dinler gibi: Bakışlar kısa ve derin mavi; duruş mat ama illaki kararlı. Gözleri yere bakıyor ama bakışlar yerde değil. Kimseler kaçırmasın diye dizlerine çektiği koldan bukağı çocuklarınkine eş. Sabır ve masumiyet, her yerden fışkıran çağlayan onda. Halkının babo’su, toprağın saçı bu beyaz zambağı, mavi sümbülü gören her mümin insan öteye bir nişan alır. Nisan misafir olur. Ansızın bahar gelir. Şehla gözler düzelir. Hüzün alında bilge olur, dert perişan. Çağın vebalarının eline zincir, ayağına köstek geçirir. Aliya, yağmur ve çocuklar; aynı yumurta üçüzü, aynı bütünün üç cüzü.}
***
{Ve Aliya,yaşamının menekşe kokan sonbaharında ölürken de tevazu ve fanilik aşısında. Mezar taşında “Allah’ın kulu Aliya” diye kazılıdır. ‘Kadir olan Allah’tan gayrı hiç kimseye boyun eğmeyeceği’ yazılıdır. Şehitler dualardan yetim ve kimsesiz kalmasın diye Kovaçi’de yer beğenir. Her şeye kadir olan Allah’ın izni ve keremi ile o, razı olmuş ve razı olunmuş bir kul olarak her şeyini paylaştığı askerleri arasında istirahat ediyor şimdi.}